30 Mart 1972’de Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde olmayı ben seçmemiştim. Bir seçme şansım olsa, her halde yol, su, elektrik gibi medeniyetin en temel gereklerinden uzak bu dağ köyünde doğmuş olmak istemezdim. Nerede olmak, nasıl yaşamak isterdim, doğrusu buna hiç kafa yorduğumu hatırlamıyorum. Ama çok net hatırladığım bir şey var ki, o yıl en çok istediğim şey, şehre gitmek ve ortaokula kaydolmaktı.
Kızıldere köyü, Tokat’ın Almus ile Niksar ilçeleri arasında uzanan bir dağın tepesinde kurulmuş, 250 hane civarındaki nüfusuyla, yörenin en büyük köylerinden birisiydi. Köyün güneyinde oluşan dereler Almus tarafında Yeşilırmak’ın bir koluna, kuzeyinde oluşan dereler de Kelkit Çayı’na akardı. “Kızıldere” adı, ayağı Almus Barajı’nın çıkışına uzanan bir derenin iki yanındaki kiremit renkli topraklardan almış. Rivayete göre, Samsun Canik yöresinden gelen insanlar, önce bu dereye yakın yerlere yerleşmiş, ardından tepelere taşınmışlar, oraları yurt edinmişler.
Köy, birbiri ile patika bir yolla bağlanan dört mahalleden oluşuyordu. Güneydeki Almus veya kuzeybatıdaki Niksar’dan gelenlerin tepeye çıkarak köye ilk girdikleri yer Aşağı Mahalle; ileride, küçücük bir derenin hemen öte yakasındaki Höbelli veya Orta Mahalle; dağın tepesinde bir plato gibi duran ve Höbelli’den 300-400 metre doğudaki Yukarı Mahalle; aynı yönde ve Yukarı Mahalle’ye yaklaşık 3 kilometre uzaktaki Katranlık Mahallesi.
Benim doğup yaşadığım yer, Aşağı Mahalle’deydi. İlkokulu, karnemdeki bütün dersleri “Pekiyi” olarak bitirdiğim halde ortaokula gidememiştim. O yıl benim için çok kritik bir yıldı. Eğer bu sefer de ortaokula kaydolamazsam, eğitim yaşamım tamamen noktalanacaktı. Bunu düşünmek bile benim için kabustu.
Eğitime noktayı koyacak olan tabi ki yoksulluktu. Ayrıca içe kapalı kırsal yapısı henüz parçalanmamış bir toplumda “okumak” hayli lüks gibiydi. Aileler genellikle, çocuklarını dinsel eğitimin verildiği “Eski Mektep”e gönderir, ardından da gençlerin çiftçi ve çoban olarak büyüklerini takip etmeleri beklenirdi.
Çobanlığı, hayvanları severdim. Ama bu sevgiyi ayakta tutmak için hayli terlemek gerekiyordu. Mesela köyde herkes sabahları erken kalkardı. Kalkış genellikle hocanın okuduğu sabah ezanı ile olurdu. Bugünkü gibi hoparlörler de yoktu. Bizim ev, cami ile sırt sırta olduğu için imamın sesine uyanırdık. İmam, devlet memuru değildi, köyümüzün yaşlılarından Çörtükçünün Ali’ydi. Sesi pek gür çıkmazdı. Bir keresinde kardeşime, “Sesim gitmiyor oğlum, sen oku ezanı” demişti. Minare o yıl yeni yapılıyordu. Kardeşimle biz de kında bıçakta durmayan çocuklar olarak, her sabah evin çatısına çıkar ezan okurduk. Bir gün ben, bir gün kardeşim; bazen de aynı anda ikimiz birden ezan okurduk. Minareye çıkmak çok zordu. Karanlıkta döne döne çıkardık. İçi kapkaranlıktı, küçük bir dikkatsizlik düşüp ölmek demekti. Bu kadar güçlükten sonra minarenin şerefiyesine çıktıktan sonra, ezanı okuyup aşağı inmek istemiyorduk. Ezana bir de selâ eklerdik. Hatta hızımızı alamaz, birkaç türkü söylerdik. Ali amca minarede türkü söylememize çok kızardı. Ama sabahın köründe neşeyle türkü söylememiz de galiba biraz hoşuna gidiyordu. Bazı kadınlar da, türkü söylememizi muziplik olarak görür, hoş karşılarlardı sanıyorum; hatta bazen aşağıdan türkü istekleri gelirdi:
-’Köprünün altı diken’i de söyle...
Ali amcanın sesi zayıftı. Bazen de köpekler nasılsa o ezan okurken ulumaya başlardı herkesin uyanmasını kolaylaştırırdı.
“Üzerine güneş doğan” çocuğa miskin, tembel gözüyle bakılırdı. Sabah erken kalkanların ilk işi ahırdaki sığır ve mandaları alıp köy ortasındaki çeşmeye götürmekti. Hayvanlar kış boyunca genellikle günde iki kez çeşmeye getirilir, yalaktan sulanırdı. Sulama dönüşü, demir bir tarakla üzerleri taranır, tımar edilir, altlarındaki gübreler kürekle toplanır, temizlenir, hayvanların güne zinde başlaması sağlanırdı. Bu konuda da kardeşim Süleyman ile aramızda tatlı bir rekabet vardı. İtiraf edeyim, hayvanların dilinden anlama konusunda benden daha başarılıydı, benden daha iyi “sabahçıydı”.
O gün, günlerden galiba Perşembeydi. Kapıdan çıkıp ahıra doğru, uyanmak için gözlerimi ovuştura ovuştura gidiyordum ki, buna gerek kalmadı. Bir gariplik vardı. Köpekler havlıyordu mahallenin dışında. Bir sessizlik, bazı komşuların hızla bir yerden çıkıp bir yerlere girdiğini fark ettim. Meraklı gözler. Güneş doğmamış, ama hava aydınlanmaya başlamıştı. Saat herhalde 6 civarıydı. Komşu kadınlardan birisi mısır çöteninin üzerine uzanmaya çalışarak Yukarı Mahalle’ye doğru bakıp, aşağı indi ve “Askerler köyü sarmış, aga baksana, gıranları tutmuşlar” dedi.
Herkes birbirine bir şeyler söyleyip çevreyi kolaçan ediyordu. Kimisi evin dışındaki tuvalete, sabah hacetini görmek için elinde ibrikle koşan, kimisi ahır veya ağıla çıkmak için evden çıkan insanlar sabah mahmurluğu içinde bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Olup biteni görebilmek için hemen kendimi toprak damlı evimizin çatısına attım. Yukarı Mahalle’nin benim gördüğüm yarısı askerlerce sarılmıştı. Askerler, mahallenin çevresindeki tepenin üzerinde, galiba sekiz on metre aralıkla ip gibi dizilmişler, ufukta siyah kibrit çöpleri gibi ilginç bir görüntü oluşturmuşlardı.
Tabi insanlar ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Askerlerin Yukarı Mahalle’nin çevresini sardığını anlaşılınca, kimisi “asker kaçağı arıyorlar”, kimisi “tüfek arıyorlardır” diye yorum yaptı.
Bekleyecektik, askerler Yukarı Mahalle’den sonra sırasıyla bize de gelecekti, aramasını yapacaktı.
Bir anlık bir merakla mahallenin ortasından geçen yola indim. Askerler Yukarı Mahalle’ye buradan gidiyor olmalıydı. Ama yol bomboştu. Köyün girişinde iki asker arabası vardı, o kadar.
Helikopter sesiyle uyanmak
Hayvanları çabucak çeşmeye götürüp getirdikten sonra, tam ahırın kapısını kapatıyordum ki, bir patırtı koptu…
-Patpatpatpatpat…
Bu ne? Bir şey görünmüyor. Sesin şiddeti gittikçe yükseliyor, patırtı yamaçlarda yankılanıyor…
Derken barajın üzerinden köye doğru yükselen bir helikopter göründü. İlk defa böyle bir şey görmüştük. Adını da bilmiyorduk. Ben ders kitaplarında böyle bir şeyin resmini görmüştüm galiba. Köyde askerliğini yapanların çoğu bile görmemişti. Gören birisi varmış, “Bunun adı Alikop” dedi.
Helikopterin çıkardığı gürültü köyde herhalde uyuyan tek kişi bile bırakmadı. Güneş, askerlerin dizildiği tepeden doğmaya hazırlanıyordu.
Arkasından bir helikopter daha, bir daha… Helikopterler Yeşilırmak Vadisi boyunca alçaktan geliyor, yükseliyor, çevrede geziyor, dolaşıyor ve dönüp gidiyorlar…
Yok yok, bu bir asker kaçağı araması değildi ve sıradışı, inanılmaz bir gün başlıyordu. Yukarı Mahalleyi tel örgü gibi saracak kadar asker, herkesi şaşırmıştı. İlçedeki karakolların tamamında bunun yarısı kadar bile asker yoktur deniyordu. “Devlet askeri bizim köye yığmış” gibi bir sözü hatırlıyorum, bizim yaşlıların ağzından.
O sabah evde topluca sabah çorbası yemedik, sanıyorum rahmetli anacığım telaş içinde bir yandan bize “Aman ortalıkta fazla dolaşmayın, başınıza bir iş gelir” diye tembihler yapıyor, bir yandan da elimize ekmek falan tutuşturuyordu.
O saatlerde babamın evde olmadığını fark ettim. Erkenden, sırtına yüklediği otla köy dışındaki koyun ağılına gitmişti. Askerler yolda durdurmuş, nereye gidiyorsun diye sormuşlar, ağıla gittiğini anlayınca bırakmışlar. Babam da koyunları doyurup, suladıktan sonra öğle saatlere doğru köyde ne oluyor diye meraktan koyunları ağıla kapatıp gelmişti.
“Köyde anarşi aranıyor”
Ve artık güneş doğdu, yükselmeye başladı. Herkesin bir kulağı radyoda. Ortalıkta, “Bizim köyde anarşiler yakalanmış, Emür’ün evinde adamlar varmış, askerler onları arıyormuş” türünden sözler duyulmaya başlandı.
Askerler Yukarı Mahalle’de muhtarın evini görecek şekilde bütün çevrede bir halka oluşturup, mevzilendiler. Bana annem “dur bir kenarda oğlum” diyor, ama bende bir merak, bir merak… Doğru Hobelli’ye koştum. Yukarı Mahalle’ye giriş yasaktı. Ellerinde mavzer tüfekleriyle askerler, kimi zaman tarlaların kenarındaki çite, kimi zaman mezarlıktaki bir mezar taşına, bir ağacın altına yatmış, tüfeklerini muhtarın evine doğru çevirmişti. Askerlerin başındaki komutan, çevrede dolaşan büyükleri azarlayıp, “Hadi girin evlerinize, dışarıda dolaşmayın” diyordu, ama ben fırıl fırıl geziyordum…
Köyümüzde iki cami vardı. Birisi bizim evin bitişiğinde, Aşağı Mahalle’nin camisi; birisi de Höbelli’deki cami. Höbelli Camisi’nin hemen arkasında askerler tarlaya giden yolun kenarındaki çiti siper etmişlerdi.
Muhtarın evi tam karşımızda. Dikkatler oraya. O da ne! Evde köyden olmayan kişiler var, pencereyi açmış, avazı çıktığı kadar bağırıyor, marş söylüyor, slogan atıyorlar.
Erken saatlerde “İçeridekiler Muhtarın çocuklarını esir almış” diye bir söylenti dolaşmıştı. İsimlerini söylüyorlar, şu çıkmış, bu içerideymiş… Küçük bir çocuk kalmış sadece diyorlar. Benim merakım Selahattin üzerinde yoğunlaşmış. Muhtarın oğlu, sınıf arkadaşım. Başına bir iş gelip gelmediğini merak ediyorum. Ama kimseye bir zarar verildiği söylenmediğine göre, sorun yok. Selahattin’den doğrudan haberi, ancak Pazartesi günü okula gidince alabildik. Olayın şoku, kimse ne olduğu konusunda konuşmamıştı.
Muhtarın evinden sloganlar, marşlar yükseliyor
Saat 9 falan oldu.
Bu arada köy girişinden yeni askeri birlikler gelip siperlere dağıtıldılar.
-“Teslim olun, etrafınız sarıldı!, hiçbir yere kaçamazsınız!”, “Buradan kurtulmanız mümkün değil!”..
-“Amerikan köpekleri, size teslim olmayacağız” “Kanımızın son damlasına kadar direneceğiz”
“Amerikan uşakları”, “Satılmışlar”, “Katiller”
“Bizim kahraman mehmetçikle kavgamız yok” “Mehmetçiği ileri sürmeyin, çekin, erkekseniz siz gelin, rütbeli köpekler”
“Mehmetçiğe kurşun sıkmayacağız”,
Arada marşlar:
-“Gün doğdu hep uyandık, siperlere dayandık..
Yurdumuza faşist dolmuş, vurun kardaşlar vurun”
-“Ay ışığı jandarmanın süngüsünü yakıyor,
Jandarma bir sosyalistiz dostuz yalnız bir sana”..
Konuşmalar, sloganlar, marşlar...
Bir ara madde madde sıralanan bir şey okudular. Sanıyorum, teslim olmak için öne sürdükleri şartlardı. İşte o zaman Deniz Gezmiş adı konuşulmaya başlandı. Yakalanmış, idam edilecekmiş, serbest bırakılmasını istiyorlarmış.
Kim bu Deniz Gezmiş?
Meğer sıkı radyo dinleyenler bu adı duymuşlar. Deniz Gezmiş, hükümete kafa tutan bir asi gençmiş. Ama çok yamanmış. Radyodan “Deniz Gezmiş şurada görüldü, kaçtı, askerle çatışmaya girdi, kaçtı, kurtuldu, şuraya gitti, cezaevinden kaçtı, ha şurada ha burada, ha şunu yaptı ha bunu yaptı…
Bu delikanlı çok güçlü kuvvetli, bir yumrukta birkaç kişiyi deviren, attığını vuran, bir Alay askerle çalışmaya girebilen.. Bir süper kahraman!.. Adı da ilginç… Bu adam Ege Denizi’ni yüzerek Yunanistan’a kaçmış olabilir!
Deniz Gezmiş’in koskoca askeriye peşinde olduğuna göre, bu adam çok büyük bir şey yapmış olmalı. Efsane! Bir insan bir orduyu, koskoca askeriyeyi peşine takacak bir suçu nasıl işleyebilir acep?
İçerdekilerin başkanı Mahir Çayan’mış dendi. Pencereden başını çıkarıp konuşan oymuş.
Bu nasıl bir suç ki!
Bizim köyde öyle cinayet, gasp türünden suçlar olmazdı. Sadece eski tarihlerde bazı feodal güce sahip ailelerin, köyde güçsüz insanlara kötü muamele ettiği, dövdürdüğü falan anlatılırdı.
Yani bizim köylülerin kafasının bir türlü almadığı şey; Emür’ün evinde şimdi pencereyi açıp dışarıya doğru bağıran, el kol hareketi yapan, marş, türkü vs. söyleyen, komutanlarla teslim olma pazarlığı yapan bu gençlerin ne kadar büyük bir suç işlediğiydi!
- Yav, bu çocuklar kaç kişiyi öldürdüler de koca devlet bütün askerini buraya yığdı acaba?Düşünsenize, bırakın ufak tefek olayları, kavgaları; bizim köy ile komşu Gözekse (Arıpınarı) köyü neredeyse genci yaşlısı, birbiriyle her yıl Nisan-Mayıs döneminde mera yüzünden silahlı çatışmaya girer, yılda en az bir gün binlerce mermi havada uçuşur, gün boyu ortalık savaş alanına döner, yaralanan, hatta ölen olurdu da, tek bir jandarma gelip, “Ne yapıyorsunuz burada” demezdi. Zaten böyle bir ortamda ölen olursa da kim vurduya giderdi…
Peki, şimdi ne olmuştu da, askeriye bir evin etrafını çepeçevre sarmış, havada uçaklar uçuyor, radyolar Kızıldere’de şöyle oldu, böyle oldu diyordu?
Bir anda ünlü mü olmuştuk?
Bu arada radyo haberleri dinleniyor: “Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de bir evde sarılmış, yakalanmış. İçeride üç İngiliz vatandaşı varmış, esir.”
Köyde radyo yaygın değil. Koca kasalı, lambalı ve haber saatlerinde açılıyor. Pille çalışıyorlar, pil çok pahalı.
İhbar etme meselesi
Askerler gece Muhtarın evini sarınca, tabi içeride sadece “anarşiler” değil, Muhtar ile eşi, çoluk çocuk herkes evde uykudaymış. Evin sarılması ile ilgili o gün duyduklarım, anımsadığım kadarıyla şuydu:
Yöredeki Abdaldamı köyünden H. -ki muhtarı iyi tanırmış-, askerlerle birlikte ve asker elbiseli olarak, köye gelmiş, askerleri doğrudan Muhtarın evine getirmiş. Sabah saat 5 gibi, erkenden muhtarın evinin kapısı çalınıyor, muhtarın eşi açıyor kapıyı. Diyorlar ki, “Biz muhtarla görüşmek istiyoruz, hemen söyle dışarı çıksın, gelsin…” Muhtar yataktan kalkıyor, pijamasıyla dışarı çıkıyor. Birkaç asker muhtarı köy çeşmesinin yanına doğru götürüyorlar ve orada başlarındaki subay muhtara birkaç tokat atıyor. Muhtarın biraz da uyku sersemliği ile “Komutanım, ne saklaması, ben kimseyi saklamadım” falan diyor; ancak tokadı yedikten sonra “Evde misafirlerimiz var. Sakladığım falan yok, uyuyorlar, isterseniz gidin, bakın” gibi bir şey söylüyor.
Şimdi, olayın bu tarafı sonradan çok fazla didiklendi. Kimisi “Muhtar ihbar etti, yakalattı” dedi, kimisi “İçlerindeki Ertuğrul Kürkçü MİT ajanıydı, o yakalattı” dedi. Ertuğrul Kürkçü, bu konuda köye arama için gelenlere muhtarın “daha önceden yazdığı bir isim listesini verdiği” görüşünde ve bunu da yazdı. Operasyonda görev yapan MİT görevlisi Mehmet Eymür de durumu benzer şekilde açıkladı. Muhtar ise böyle bir liste vermediğini söyledi. Bu olaylar doğrusu, köyde uzun yıllar hiç konuşulmadı ve kişisel olarak muhtarın kendisinden bir şey dinlemedim. Ancak duyduğum kadarıyla, muhtar da Ertuğrul Kürkçü’yü suçlamış.
Tabi ki bunları değerlendirecek yaşta, konumda değildim. Ancak eğer bir ihbar varsa, ikisi de bunu yapmış olamazdı. Zira askerler köye geldiğinde “arama” için gelmişe benzemiyorlardı. Köyde telefon yoktu. Doğrudan bir noktaya gitmişler ve bir evin çevresini sarmışlardı. Demek ki aradıklarının orada olduğunu zaten biliyorlardı. Muhtar o sabah bir isim listesi vermiş olsa bile bunun artık bir kıymeti harbiyesi olamazdı.
Kürkçü’nün MİT ajanı olmasına gelince, öyle olsa her halde çevre iyiden sarıldıktan sonra mutlaka bir yolunu bulur, evden çıkabilirdi. Niye hayatını riske atsın? Hayatta kalması tamamen bir tesadüftü. Ayrıca görevini başarıyla yapmış bir memuru devlet herhalde uzun yıllar hapiste çürütmezdi.
Olaylar tazeyken, bazı kişiler, Muhtarın bir ağıla çuvalla ekmek vs. götürdüğünü ileri sürdüler. Ağıl, bizde köy dışında, ormanlık yerde, koyun barınağıdır. Burada çoban ve ailesinin kalmasını sağlayacak bir yer de vardır.
Ama o kadar insanı köyde eve girip çıkarken kimse gördüğünü söylemedi. Anlaşılan bu gençler eve o akşam, muhtemelen de hava kararınca gelmiş olmalılardı.
Neden Kızıldere?
Kafaları kurcalayan sorulardan birisi de Mahir Çayan ve arkadaşlarının neden başka köye değil de bizim köye geldiğiydi. Tabi olayın siyasi tarafı ele alındı ve varsayımlarda bulunuldu. Olayın daha iyi anlaşılması bakımından köydeki ortamı aktarmak istiyorum.
O yıllarda “siyaset” deyince iki şey gelirdi akla. Birisi Demirkırat, diğer Halk Partisi. Halk Partisi demek İsmet Paşa demekti. İsmet Paşa büyük devlet adamı, Atatürk’ün silah arkadaşı olarak anlatılırdı, ama nedense mesela bizim akrabaların hepsi Demirkıratçıydı. Çünkü, ben üç yaşındayken ölen dedem Demirkırat’a oy verirmiş! Öyleyse bizimkiler de Demirelciydi. Oy verme dışında köyle siyaset konuşulmazdı.
Peki bu “anarşileri evine almak, saklamak” nerden çıkmış olabilirdi?
O dönemde köy tamamen içe kapanık, tam bir “köy”dü! Düşünün, yağmur yağınca traktörlerin bile çıkmakta zorlandığı bir toprak dağ yolu, telefon vs. haberleşme yok. Elektrik yok, kanalizasyon yok, içmesuyu şebekesi falan yok. İnsanlar geçimi köyden sağlardı. Sadece iki üç kişi göçüp Almanya’ya gitmişti. Köyden ortaokul için çıkan toplam üç dört çocuk vardı. Köyde yaşlıların çok büyük bölümü okuma yazma bilmezdi. Mesela babam “Ali Okulu okudum” derdi, yani okuya yazmayı askerde öğrenmişti. Annem hiç bilmezdi. Komşular asker mektuplarını, mesela, yazım güzel diye en çok bana yazdırırlardı.
İnsanların dünyası tarlası, hayvanları, köy ve yayla arasındaydı. Tokat’ı, vilayeti görmeden ölen insanların sayısı hiç az değildi, özellikle kadınlar arasında. Hiç unutmam yaşlı, gariban bir kadın vardı, “Oğlum, aha geldi aha gidiyom, şu tepenin ötesinde bir dünya var mı yok mu bilmedim” demişti. Gazete okuma, televizyon izleme, derneklere, partiye gitme falan kimsenin duyduğu bir şey değildi.
Gençlerin kimisi keçi, kimisi koyun çobanıydı. Kimisi de evde, tarlada çalışırdı. Köydeki kızların, çobanların kavalına sevdalandığı dönemlerdi. Mesela babam da bir çoban olarak annemin gönlüne öyle girmiş, kaçmıştı. Köylülerin şehirlerde inşaat vs. işlerde çalışması henüz neredeyse yoktu. Sonraki yıllarda önce İstanbul’a simit satmaya gitmeler başladı. Bugün İstanbul’da simit satanların çoğu ya bizim yöredendir ya da Kastamonuludur.
Köye para herhalde ilk kez, 1961’de bitirilen Almus Barajı’nda çalışan köylülerle girmişti. İnsanlarda para yoktu. Gazyağı, şeker, tuz, kumaş gibi birkaç kalem dışında para ile satın alınan fazla bir şey de yoktu.
Dağlılık, gelenekler…
“Dağlılık” diye bir şey vardır. Galiba insanımızın kültüründe bunlar vardı. Mesela “medeniyet” denen kentle ilgili şeylerden uzaklık… Birisi suç işler, birine zarar verirse, çözüm mahkeme falan değildir, cezasını köylüler verir. Bu, devlete veya adalete kafa tutma değil, o koşulların doğal bir davranış tarzıdır. Düşünsenize birisi diyelim senin bir tekeni çalmış, samanlığını yakmış. Saatlerce yürüyerek gideceksin kasabadaki karakola, şöyle şöyle oldu diyeceksin, avukat bulacaksın, para vereceksin, mahkemeye gideceksin, aradan aylar, yıllar geçecek. En az üç beş teke parasını da harcayacaksın. Ve ben tek bir kişiyi hatırlamam ki, bu yolla bir sonuç alsın… Köylü devlet kuruluşu olarak bir askerlik şubesini tanır, ikide bir gençlere “sülüs” gelir; bir nüfus dairesini, çocukları kaydetmek için; bir de hastane…
Hastanede tedavi olan da pek çıkmazdı. Çünkü durumu çok kötü olmadıkça kimse hastaneye götürülmezdi. Tabi böyle bir durum “gücü gücü yetene” ortamı yaratma tehlikesi her zaman vardır. Belli ölçüde yaşanıyordu da.
Mahkeme, zayıfların umudu olamamıştı. Zayıfların umudu “adalet” değil, köyde lafı dinlenir tiplerdi, köyün imamı, muhtar falan.
“Gammazlık kitabımızda yazmaz”
Bu “dağlılık” kültüründe mesela bazı değerler vardır. “Hapishane yiğit yatağıdır”, “Adam dağa çıkmışsa namusunu temizlemiştir, şereflidir”… Örnekleri vardır bunların. Mesela birisi karısına tecavüz edeni vurmuş, köye jandarma gelince de kaçmış, aylarca eve kaçak göçek gelmiş. Yok işte, bir genç babasının intikamını almış, adamı öldürmüş, falanca dağda kendine sayfan yapmış vs…
Böyle tiplere karşı alttan alta bir sempati vardı ve insanlar bunları mesela jandarmaya ihbar etmezdi. Toplumda “gammazlık”, “ihbarcılık” “ispiyon”un aşağılanmasının kaynakları buralarda yatar. İhbar etmeyi, “adalete yardım” olarak düşünmez, bilakis “adaleti sağladığı” varsayılan bu kişilere zarar verilmesi, bir haksızlık olarak görülürdü.
Şimdi bu kadar insan jandarmadan kaçtığına göre, mutlaka büyük bir iş kotarmış, birilerine hak ettiği cezayı vermiş olmalıydı! Yanlarında üç de İngiliz rehine varmış. Üç adamı da yanlarında dağ başında gezdirebiliyorlar!
Ama kimse bu gençlerin ne yaptığını, kim olduğunu, bu İngiliz gavurlarını niye esir aldıklarını bilmiyordu.
Köyde genel kanı oydu ki, bu insanlar arkalarındaki güvenlik güçlerinden gizlenmek amaçlı olarak, bir tanıdık aracılığıyla bölgeye getirilmiş, kişi olarak da köyün muhtarı seçilmişti… Kendilerini getirilen kişi aynı zamanda, sorgulandıktan sonra asker elbisesi ile gelip, yerlerini de askere gösteren kişi olduğuna göre, bu kişinin de grupla bir “örgütsel bağ”, “siyasi” bir bağı olmadığı söylenebilir.
Ayakkabılar çamura saplanıyor
Helikopterler, muhtarın evinin üst tarafında, doğrudan evden görünmeyen bir yere inip kalkmaya başladı. Kaymakam, Vali geliyor diyorlar, yüksek rütbeli askerler, İçişleri Bakanı geliyormuş… Birkaç grup asker köyün aşağılarında bir yere kadar kamyonlarla gelmiş, kamyonlar çamura sağlanınca inmişler, yürüyerek mahalleden geçtiler. Kaymakam, galiba vali de böyle yürüyerek geldi. Kimseyi tanımıyoruz, sormaya, konuşmaya, yanaşmaya çekiniyoruz. Kravatlı, takım elbiseli, iskarpin ayakkabılı insanlar geçiyor. Kenardan köşeden izliyorum. Bazen askerler ile komutanları arasındaki konuşmalara kulak kesiliyoruz, bazen de köylülerle askerler arasında diyaloglar oluyor. Sabahın köründen beri siperde bekleyen askerler yorgun görünüyor. Kadınlar yiyecek, içecek bir şeyler ikram etmek istiyor. Kimisi kabul ediyor, kimisinin başındaki asker olmaz diyor, falan. Köyün sokakları felaket çamur. Köylülerin ayaklarında lastik ayakkabılar var, alışkınlar. Ama dışarıdan gelen “şehirliler”den bazıları zor yürüyor. Çamur, ayakkabıya öyle bir yapışıyor ki, dönüp, tek ayak üstünde, eliyle ayakkabıyı çamurdan çıkarmaya çalışanları görüyoruz.
Saat 10, 11..
Arada bir eve geliyorum. Anacığım köyün içinde dolaşmamı istemiyor. Rahmetliye “Hükümetin kızı” derlerdi. Babasının astığı astık, kestiği kestikmiş, hacıymış. Annemi, o istemeden kaçarak evlendi diye, ölene kadar affetmedi, küs kaldı. “Zehir gibi” bir adamdı. Gençliğinde at üstünde, dörtnala giderken, mavzerle attığını vururmuş. Şu kadar adamı vurdu derlerdi, hepsi yabancı köylere aitmiş. Köyde sesini yükseltip bir bağırdı mı, ortalık sus pus olurmuş. Babamın babasına da “Kaba” derlermiş. O da sert mizaçlı birisiymiş. Köyde uzun süre muhtarlık yapmış. Yani iki dedem de burnundan kıl aldırmaz tipler olunca anacığım arada hep ezilmiş, baba şefkatinden mahrum kalmıştı. Kızdı mı eline sopayı alırdı, ama o gün o da şaşkındı, ahıra o baktı, ben ortalıkta dolaşıp durdum.
Askerler soba borusu mu taşıyor?!
Pencereden yola bakıyoruz.
Aaaa adamlar soba borusuna benzer bir şeyi sırtına almış gidiyor. Allah Allah ya bunlar da kim, ne yaparlar soba borusunu?
Dikkatli dikkatli bakıyorum. Bu pek soba borusuna da benzemiyor galiba, iki tarafında bağcık var.
- Baba bu ne?
- Bazuka..
- Roketatarmış. O “soba boruları”nın nasıl bir şey olduğunu saatler sonra anlayacaktım. Bu bazukaları taşıyanların kimisi asker, kimisi sivil elbiseli.
Dolaşıyorum, ara sokaklardan, ev aralarından Hobelli’ye vardım. Sivil giyimli adamlar çoğalmaya başladı. Gocuklu, palto giyinmiş, ama bellerindeki silahları fark ediyorum. Bunlara askerler karışmıyor, istedikleri yere girip çıkıyorlar. Bir ara birisinin elinde bir alet gördüm. Telsizmiş. İki laf söylüyor, “Anlaşıldı”… “Tamam”…
Bir an, köyde yaşça büyüklerimin, babamın, amca ve teyzelerin ne kadar aciz olduklarını fark ettim. Çaresizce bekleşiyorlar, ne olup bittiğini anlamıyorlardı.
Muhtarın evinde şenlik devam ediyor… Marşlar, sloganlar…
Belli aralıklarla “Teslim olun” çağrıları tekrarlanıyor.
Sadece teslim olmaları isteniyor. İçeridekiler, konuşuyorlar uzun uzun, şunları istiyoruz diyorlar. Ne dediklerini tam hatırlamıyorum. Anlaşılan askerler onları hiç kale almıyor. Her konuşmayı duyamıyoruz. Evin ön tarafındaki pencereden başlarını uzatıp bağırarak konuşurlarsa, anlıyoruz. Ama çatıya çıkıp arka taraftaki askerlerle konuşurlarsa, evdekilerin sesi gelmiyor, sadece elinde megafon olan komutanı duyuyoruz. “Devletle başa çıkamazsınız, teslim olun” deniyor. Evin önü boş arazi. Ama arkasında evler var. Askerler hemen bitişikteki binalara mevzilenmiş durumda. Onlar çok yakınlar.
Radyoda haberler var. “Nihat Erim, bir avuç kanun kaçağı ile pazarlık yapmayız demiş..”
“Gerekirse o köyü yakın, varsın bir köyümüz eksik olsun demiş…”
Köyde herkesi bir korku sardı
Bu nasıl bir şey şimdi!
Bizim devletimiz bu mu!
Yani şimdi bu tanımadığımız insanlar yüzünden koca köyü cayır cayır yakacaklar mı?
Biz çemberin dışındaydık, nispeten rahattık. Ama koca bir mahalle çemberin içindeydi. Muhtarın evinde sadece Mahir Çayan ve arkadaşları kalmış, çocuklar da tamamen çıkarılmış, komşuların evlerine dağılmışlardı, ama o mahalleden kimse dışarı çıkamıyordu. Herkes evinde adeta hapisti.
Tedirginlik yayılıyor, büyükler şaşkın, çaresiz evlerde toplanıyor, ne yapacağını, neler olacağını bilemiyor.
Bir ara komşu bir gelinin ağlamaya başladığını fark ettim. Annesi babası çemberin içindeki mahalledeydi. Korkuyordu.
Bembeyaz bir adam…
O gün, benim yaşamımda birçok “ilk” oldu. Bunlardan birisi de, ilk kez, göz kirpikleri bile bembeyaz olan bir adam görmüştüm. Yanındaki üç kişi ile birlikte sakin sakin köyde geziniyordu. Geldi, bizim caminin kapısında, minare merdivenlerinin yapıldığı kalıpları inceliyor, çevreye bakıyor. Ben de onun bembeyaz saçlarına, parmaklarının üzerindeki beyaz tüylere bakıyorum. Cebinde küçük birer boyalı şeker çıkardı, bize dağıttı. Konuştuğunu anlamadık, yanındaki tercümanlık yapıyordu.
-“Bu minareyi yapan ustayı tanıyor musunuz, güzel yapmış” falan diyormuş..
Minarenin yapımı bitmiş, üzerindeki sac bölümüne sıra gelmişti sanıyorum.
Türk olan esmer uzun boylu adama, “Amca kim bu adam” diye sordum, bana “turist” diye cevap verdi. Vay be, anında taa Amerikalardan turistler bile gelmişti köyümüze!
Ne korkusuz, cesur yürekli gençler!...
Ve uçaklar geliyor.
Keşif uçağıymış, köyün üzerinde yavaşça dolaştı, gitti Adalı Göl dediğimiz düzlüğe indi.
Yahu, bu muhtarın evindeki insanlar ne kadar önemliymiş! Hınzır hınzır onların yerinde olmak istiyorum! Adamlar çok cesur… Koskoca Türkiye’nin dikkati onlarda, teslim ol deniyor, ama onlar sürekli pencereden bir şeyler söylüyorlar, kafa tutuyorlar.
Derken saatler ilerliyor, 12, 13… artık ön taraftaki, bize bakan pencerenin önüne çıkıp bağırmalar azaldı. Evin arkasında, askerlerin başındaki adamlarla konuşuyorlar. Albayın elinde bir megafon var, söylediğini biz duyuyoruz, ama Mahir Çayanların ne dediği duyulmamaya başladı. Anlaşılan askerler arka taraftan eve yaklaşmışlar, konuşuyorlar…
Telsizlilere kulak kabartıyoruz. Albay demiş ki, “Madem İngilizler elinizde, hadi gösterin bakalım bize… “
Bunlar da “Tamam inanmıyorsanız göstereceğiz” diyorlar. Evin önü tarla, geniş boşluk, arkasında samanlık var. Bir de giriş kapısı var. Mahir Çayan’lar İngilizleri çıkarıyorlar çatıya, gösteriyorlar. İngilizler kendi dillerinden bir şeyler söylüyorlar, Albay bunları dinliyor, o da İngilizce bir şeyler söylüyor. Albayın sesini duyuyoruz, ama anlamıyoruz, İngilizce kısa birkaç söz söylüyor.
Filmin mutlu sona ermesini bekliyoruz
İngilizler çatıdan indikten sonra, bir süre sessizlik oldu. Herkes bekliyor.
Hava şöyle:
Tamam askerler İngiliz esirlerin sağ salim orada olduğunu gördüler. Artık bir yolunu bulur içerdekilerin teslim olmasını sağlarlar. Amaç zaten bu İngilizleri kurtarmak değil mi?
Adamlar kaçmayı düşünse zaten sabah erkenden kaçarlardı. Şimdi kaçıp kurtulmaları çok zor. Evde günlerce kalacak halleri yok. Bir kere evde su yok. Muhtarın kışlık erzakı, ambarı vardır. Zira köyde herkes kış boyu yiyeceğini ambara depolardı. Un, bulgur, turşu, peynir, tarhana, ne varsa. Ama su için evden çıkıp köyün çeşmesine gelmek gerekiyordu. Muhtemelen önceki akşam yedikleri yemekle duruyorlardı, susuz yemek falan da yapamazlardı ve çember uzayınca pes edeceklerdi.
Bu arada ortalık yeniden hareketlendi.
- “İnönü, İngilizleri sağ salim teslim ederlerse, Mahir Çayan ve arkadaşları için af çıkaracakmış.”
-“İnönü Deniz Gezmiş’i de affedecekmiş”!
Herkes filmin mutlu sonla biteceğini düşünmeye başladı.
İçerdekiler de ikide bir “Mehmetçiğe kurşun sıkmayız” diye bağırdığına göre, amaçlarının askerle silahlı çatışmaya girmek olmadığı belli.
-“Komutanım sizinle görüşmek istiyor, içinizden birini seçin, çatıya çıksın” gibi bir ses...
“Tamam” diyor herkes, nihayet anlaşacaklar.
İçeridekiler de öyle düşünmüş olmalı ki, Mahir Çayan’ın iki üç kişi ile birlikte çatıda göründüğü söylendi. Çatıya çıkmışlar görüşmek için. Herkes nefesleri tutmuş, teslim olmayı bekliyor.
Şaşkına çeviren ilk ateş!
Siperdeki askerler, yönlerini dönüp oturmaya, birbirleriyle konuşmaya, ayağa kalkmaya başladılar.
Saat 14.15 gibi.
O da ne…
-Taaakkk, taaakkkk!
Önce tek bir el, arkasından iki el daha... Sese bakılırsa ilki boşa, havaya, karavana... Ama ikincisi mermi sanki bir yere isabet etmiş gibi, ilki kadar tiz, etkili bir ses çıkarmıyor. İlki hayli yankılanmıştı, hâlâ kulağımdadır.
Herkes şaşkın, askerler bütün dikkatini Muhtarın evine çevirdi. Hiç beklenmeyen bir şey, askerler de şaşkın, tekrar siperlere yattılar.
Hemen ardından bir ses:
- Ateeeşşş!İlk silah sesinden saniyeler sonra tepedeki helikopter hızlıca havalandı, dağın ardından kayboldu. Helikopterin bu kadar hızlı hareket etmesi, aklıma bir tehlikeyi görünce korkarak pırlayıp kaçan kuşları getirdi… Sanki ilk silah sesini bekliyordu havalanmak için.
Veee, Siperlerdeki askerin tekli ve beşli mavzerlerle atışı başladı. Yüzlerce tüfek patlıyor.
Makineli tabancaların sesleri, farklı çıkıyor. Sten’ler sanki düz bir sac arka arkaya taktaktaktak vuruyormuşsun gibi bir ses çıkarıyor. Bu makineli tabanca, şarjörü yandan çarklı ve subaylarda, bir de üstü asker elbisesi, altı sivil pantolonlu adamlardaydı.
-“Çelik yelekli bir subay, çatıda kiremitlerin arasında konuşan Mahir Çayan’ı vurdu...”
Muhtarın evi köyün en güzel evlerinden birisiydi. Çatısı kiremit olan birkaç evden birisi oydu. Bizim ev toprak damlıydı. Evler genelde iki katlıydı, altı ahır, üstü ev. Muhtarın evinin alt katı taş duvardan yapılmıştı, ahır olarak kullanılıyordu. İçeride hayvanlar vardı. Ev, taşıyıcı sistem olarak ağaç direk ve firengilerden yapılmış, araları samanla karıştırılarak yapılan basit kerpiçlerle doldurulmuştu. Evin girişinde de “hayat” veya “sergenlik” denilen, altına odun vs konulan, üzeri toprak ve çorakla kapatılan bir dam vardı.
Şimdi yüzlerce asker yattığı siperden bu güzelim eve ateş ediyordu. Arada evdekilerden birisi pencereden başını çıkarıyor, elindeki silahla rastgele ateş ediyordu. Aslında bizim yanımızda, siperdeki askerin oraya nişan alıp pencereden görünen bir kişiyi vurması pek mümkün değildi, çok uzaktı. İçeridekiler de siperlerin nerede olduğunu biliyor, görüyorlardı, ama nişan alıp atış yapmaları mümkün değildi. 400 metredeki insanı görebilirsiniz, ama nişan alıp, atıp vurmak tamamen şanstır.
Askerlerin mavzerinden çıkan mermiler eve çok rahat ulaşıyor. Duvarların, pencere camlarının, kapının isabet aldığı görünüyor. Kiremitler kurşun darbeleriyle kırılıyor, duvarlara sürekli kurşun yağdığı uzaktan görülüyor…
Kurşun ve bombalar yağıyor...
Tabi ateş emrinin verilmesinden sonra aslında büyüklerin hepsi, askerlerin uyarısıyla evlere, ahırlara kapandı. Ama ben “laf dinlemez haşarı çocuk” fıldır fıldır geziyorum. Kim nereden atıyor, nereye nişan alıyor, tutturabiliyor mu, bütün dikkatim o konularda!
Böyle, bir saate yakın kurşun sıkma devam etti.
Birkaç kez, altında durduğum ağaçların tepesindeki dallar, kurşun darbesiyle kırılıp aşağı düştü. Ama bu kurşunların nerden geldiğini tahmin etmek çok zordu. Düşünün, daire şeklinde çembere alınmış bir ev var. Siperdeki herkes ateş ediyor. Tepemizdeki mermi, karşıdaki askerlerden de gelebilir, evdekilerden de. Ama rasgele atıldığı belli. 15-10 metre yukarıdan geçtiğine göre bizi ve siperdeki askerleri hedeflemiş sayılmazlar!
Askerler kafasındaki çelik miğferi iyice tüfeğe dayayıp tetiğe basıyor… Sonra kolu ileri-geri çevirip bir mermi koy; tetiği çek, bir daha, mermi doldur, tetiği çek… Siperde o kadar gürültü var ki, askerler artık sağında solundaki sesleri duymuyor, kulakları tıkanmış!
Muhtarın evinden birkaç kez patlayıcı bir şeyler atıldı. El bombası dediler. Ama anlaşılan dinamit lokumuydu. Çünkü evin önünde tarlalar var, tarlalar da kağnı arabalarıyla getirilip öbek öbek bırakılmış hayvan gübresi duruyor, henüz dağıtılmamış. Pencereden bir şey atılıyor, diyelim 30-40 metre uzaklığa düşüyor, bu gübre öbeğinin yanına. Bir süre bir duman çıkıyor, arkasından gübreler havada uçuşuyor, ve booommmm!...
Ortalığın hafif sustuğu bir anda, üç el ateş edildi. Çoğu kişi bunu, “Tamam anarşiler içeride İngilizleri kurşuna dizdi” diye yorumladı. İngilizlerin ellerinin bağlı olduğu, ayrıca birbirlerine de iple bağlandığı söyleniyordu. Silah sesinin evin içinden geldiği belliydi.
Pencereden ara sıra silah atılıyor, yanı sıra acı acı bağırışlar..
“Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi “
“Bağımsız Türkiye”
“Yaşasın Devrim, Sosyalizm”
“Size teslim olmayacağız köpekler…”
“Sam amcanın piçleri, uşaklar, satılmışlar..”
Ama slogan atanların sayısı azalıyor.
Bir ara yanımıza telaşla bir köylü genç geldi, yaşı benden büyüktü. Sabah dağa oduna gitmiş, giderken nereden gittiyse, kimseyi görmemiş. Tam ağaçları kesmiş, katıra yüklemiş, gelirken, bakmış ki yolda bir cip dolusu asker, bir panik bir panik... Katırı hemen gizlemiş, odunları yıkmış, bomboş gelmiş. Kaçak odun kesmekten jandarmaya yakalanacağım diye ödü kopmuş. Dağdan gelirken yoluna iki tane mermi düşmüş gökyüzünden… Anlaşılan mermi dağın tepesine doğru gidiyor, bir süre sonra da artık taş gibi, dağın arkasındaki patikanın ortasına, bizim komşunun önüne düşüyor! Askerlerin elindeki tüfekler mavzer, menzili uzun. Ama evdekilerin pencereden salladıkları silahlar tabanca veya sten denilen yarı otomatik tabanca. Onların menzilinin o dağı aşması mümkün görünmüyor. Ama yine de emin değiliz. Her taraf kurşun yağmuru altında…
“Soba borusu”nun marifeti!
O da ne! İki asker siperden çıkmış, karşı tarafta, tarlaya doğru geliyor. Geldi geldi, bir erik ağacının dibinde durdular. Aaaa sokakta gördüğüm soba borularından var ellerinde. Birisi ağacın dibini siper yaparak çömeldi. Aldı omzuna bu soba borusunu. Biraz sonra bir duman, ve ardından boommm!.
Bu aletlerin marifetini görmeye başlamıştık. Tek tek bütün atışları inceledim. Bir duvarın yanından izliyorum. Askerler beni görmüyor. Yani benden taraftaki askerler. Erik ağacı Muhtarın evine tahminen 100-150 metre uzakta. Çok ilginç. Önce ağacın dibinden mavi bir duman çıkıyor, tam bazukanın atılma sesi bize gelirken, muhtarın evinin duvarında kocaman bir toz bulutu ve yıkım oluyor. Yani her atışta iki patlama sesi geliyor. Her bombanın nereye isabet ettiğini görüyorum. Önce evin giriş kapısının yanına isabet etti. Ardından alt katta, ahırın taş duvarına. Peş peşe atılan roketlerle taş duvarda kocaman bir delik açıldı. Her patlama ile yeni bir delik açılıyor. Her atışta insan girecek kadar bir delik açılıyor.
Ahırdaki hayvanlar, kaçabilecek mi diye bakıyorum. Artık duvarın dörtte birisi yıkıldı. Ama hiç hayvan çıkmadı. Sonradan hepsinin bombalarla parçalanmış olduğunu gördük.
Patlamalar evi doz duman içinde bıraktı. Pencere ve deliklerden dumanlar çıkıyor. Duvarlarda peş peşe delikler açıldıkça, ben artık evin tamamen yıkılmasını bekliyorum…
Evden artık insan sesi gelmiyor, ama atış devam...
Atışlar aralıklarla devam ediyor. Çatıda her halde kurşun değmedik kiremit kalmamıştır. Aynı şekilde duvarlarda da…
Evin içinden dumanlar yükseliyor. Yangın dumanı değil bu. Alev yok.
Ve ateş devam ediyor. Siperlerden gelen uzun namlulu silah sesleri yakın evlerden atılan makineli tabanca sesleri ile ilginç bir ahenk içinde…
Sloganlar, türkü ve marşlar çoktan sustu.
Artık sanki yıkılmakta olan bir binaya son darbeleri vuruluyor gibi.
Ve saat 16.30 gibi..
Silah sesleri yavaşladı, yavaşladı ve durdu…
Benim gördüğüm, yakındaki askerlerin komutanı askerlere “Tamam, ateş etmeyin artık” dedi.
Bu arada boğuk bir sesle iki el silah sesi geldi evden, galiba. Ama arkası gelmedi, kimse oralı olmadı.
O arada evin çevresinde bir hareketlenme oldu, evin sergenliğinde bir asker, iki sivil elbiseli adam belirdi.
Artık askerler siperlerden kalkıp üstünü başını düzeltmeye, başladılar. Başlarındaki asker, sigarasını yaktı.
Yarım saat kadar sonra bu paltolu, gocuklu sivil tiplerden bazıları muhtarın evinden bizim tarafa doğru geldi. Mezarlığın yanındaki askerlerin başındakilerler konuştu.
Bunlardan birisi, yanındakilere “Hepsi zıbarmışlar” dedi.
Sonradan üçerli, beşerli gruplar halinde Yukarı Mahalle’nin önündeki tarlalardan yürüyerek Muhtarın evine gitmeler başladı. Derken, siperdeki askerler toplanıp dörderli sıra halinde yürüyerek Muhtarın evine gittiler. Bu arada ben de kendimi muhtarın evinin önünde buldum…
Sergenlikte vahşet, her yer cesetle dolu!
Vayyy ne görüyorum… Sergenlik insan cesetleriyle dolu. Cansız bedenler yan yana, üst üste atılmış, yığılmış. Birisinin bacağı diğerinin başının üstüne atılmış. Elbiseler kan içinde.
Birisinin bıyıklı olduğunu fark ettim. Esmer uzun boyluydu.
Kimisinin üzerinde kazak var. Kimisinde ceket, parka.
Birisinin karnı deşilmiş, bağırsakları yanda, dışarıda görünüyordu.
Birisinin sol bacağı dizden altı yoktu. Birisinin de kolu galiba yoktu.
Birisinin alnın ortası kan içinde, yüz dağılmış.
Birisinde bir ara hareketlenmeyle birlikte inleme sesi duyar gibi oldum. Derinlerden gelen bir inlemeydi. Ama hareket devam etmedi. İnleme de kesildi. O insan gözümüzün önünde mi can vermişti, yoksa ben mi öyle bir hisse kapılmıştım, bugün de kafam karışıktır. Olay çok yeniydi ve cesetlerin en az yarısının hâlâ sıcak olduğu anlaşılıyordu.
Kapı boşluğundan koridorda enkaz yığını gibiydi. İçinde ceset fark etmedim. Parçalanmış yastık yorgan, çuval ve elbiseler toz, kan içinde.
Birisinin alnı balon gibi şişmiş, dizi parçalanmış.
Sergenliğin üzerinde sivil kişilerin ellerine fotoğraf makineleri var, sürekli fotoğraf çekiyor. Mesela birisinin kafasını çeviriyor, kaldırıp yanındakinin beline dayıyor, resim çekiyor, sonra ayağıyla kafayı yana düşürüyor.
Eve yaklaştıkça kesif bir koku var. İçeri giren bir süre sonra aceleyle çıkıp öksürmeye, gözlerini ovalamaya başlıyor.
Üç İngilizin cesedi ayrılmış, kapının girişinde, yan yana duruyor. Alınlarından tek kurşunla vurulmuşlar. Fotoğrafları çekiliyor.
Barut, bomba ve kan kokusu…
Bazukanın darbeleriyle yıkılan duvardan, içerisi görünüyor Anlaşılan içeridekiler eline ne geçirdiyse kurşunlardan korunmak için pencere, kapı önlerine yığmışlar.
Zaman ilerliyor. Güneş, batmaya hazırlanıyor.
Muhtarın evinin önünde çelik miğferli ve “Nevşehir komandosu” olduğu söylenen askerler, yönlerini eve dönmüş olarak, sıra halinde, ayakta bekliyorlar. Galiba iki bölük asker.
Bir subay önlerine geçti.
- Hazırol, rahat!
- Süngü çıkar!
- Tüfek omza
- Sağa dön, uygun adım marş marş!…
“Komando” denilen bu askerlerde benim gördüğüm tek fark, başlarındaki çelik miğferlerdi.
Ve birlikle teker teker, Yukarı Mahalle’den çıkıp, Tekke Yanı’na giden yola doğru yürüyüp gözden kayboldular.
Ben meğer askerlerin çevresinde “arazi” oluyormuşum. Askerler gidince, evin çevresi boşaldı. Muhtarın evinde ve çevrede dolaşan askerlerden ve sivil silahlı adamlardan korkmaya başladım. Bunlar çok sert görünüyordu. Zaten hava da kararmaya başlamıştı ve orayı terk ederek, doğruca eve geldim.
Cesetler hava karardıktan sonra bir traktörün römorkuna yüklenip, Niksar Ovası’na kadar indirilmiş, oradan galiba askeri bir kamyona yüklenip götürülmüş.
Ben kanlar içinde insan cesetlerini seyrederken her şey bir film gibiydi. Meraklı meraklı da seyrettim, daha fazlasını görebilmek için elimden geleni yaptım, adeta çırpındım. Hiç aklıma korku gelmemişti.
Şimdi evdeyim.
Herkesin üzerindeki şaşkınlık, şok devam ediyor. Günün mahallede kazasız belasız atlatılmasının getirdiği bir rahatlık var.
“Şükür, köyü yakmadılar” diye düşünenler var.
Herkes gündüz yaşadığı farklı bir şeyi anlatıyor. Bir sürü hikaye var. Herkes müthiş etkilenmiş.
Vahşeti hissetmek!
Gündüz feldir feldir dolaşan, gözünü budaktan esirgemeyen ben… akşamleyin, evde içime bir korku düştü…
Dehşeti, giderek daha çok hissetmeye başladım. Tabi o dehşeti gören sadece ben değildim. Daha ziyade köyün yaşlı insanları ile bir kısım çocukların Muhtarın evine yaklaşmalarına engel olmamışlardı. Askerler yaşlılara müsamahalı davranmış, ben de aralarında kaynamıştım galiba.
Bizim evde radyo yoktu. Gece ve sabah haberlerini çevreden duyuyoruz. Radyonda evde öldürülenlerin isimleri sayılıyor... Başbakan, Bakanlar peş peşe açıklamalar yapıyorlar. Sözlerini hatırlamıyorum. Ancak “Devlete karşı gelen hainlerin sonu işte böyle olur. Kahraman Mehmetçiğimiz, teslim ol çağrısına karşı ateş açanlara haddini bildirdi, tek bir kayıp vermeden hepsini tepeledi” havası var.
Bir anlamda zafer kutlaması, başarılı bir işin sevinci, konuşanların ses tonu zafer edasında…
Gerçekten de iki saatten fazla süren kurşun ve bomba yağmuru sonrasında tek bir askerin burnu bile kanamadı.
Bu “Mehmetçiğe kurşun sıkmayız” sözlerinin sonucu muydu? Yani gerçekten Mahir Çayan ve arkadaşları silahı sadece havaya sıkmış, kararlılık sergilemekle mi yetinmişlerdi? Askeri hedef almamışlar mıydı? Ellerinde uygun silahları mı yoktu? Neden evden çıkıp arkadaki evlerin arasına girip çatışmayı, belki de arkadan dağa karışıp kaçıp kurtulmayı denemediler? Sabahtan beri o kadar sözü söyleyen, kurşunlar yağarken kararlılıkla slogan atan bu insanlar korkmuş, sinmiş ve ölümü beklemiş olamazlardı. Olayın bu yönü, izleyenler açısından hep bir soru işareti olarak kalmıştır.
Gözlerimle gördüklerim tam bir katliam, vahşetti. Yıllarca gözümün önünden gitmeyen bir manzaraydı. Cesetlerin üst üste atılması, bana nedense bizim sürüye kurt saldırısı sonrasında ortaya çıkan manzarayı hatırlatıyordu.
Sanıyorum ondan birkaç yıl önceydi. Gece sabaha yakın babamın hıçkırık ve ağlamaklı sesi ile uyanmıştım. Anacığıma “battım ben battım” diye gözyaşı döküyordu. Panik içinde uyandım. Ne olduğunu anlamak için yorganı başıma çekip pür dikkat dinliyordum. Beni uyuyor sansın, anama anlatsın diye. Anlattı. Meğer yaz mevsimi babam gündüz tarlada hasat yapıyor, gece koyun güdüyor. Bir de arkadaşı var. Bunlar ikisi de gece uyuyakalmış ve kurt dalmış sürüye. Koyunları bir tepenin üzerinden, gürgen koruluğunun bulunduğu sarp bir yamaca sürüklemiş. Köpek yokmuş ortalıkta. Kurt, yakaladığı koyunu boğup boğup atmış. Dersin ki, bir kurt karnını doyurmak istese bir koyunu öldürür, yer. Hatta bir koyun bir değil üç beş kurdu doyurur. Ama gün ışırken meraya vardığımızda koyunları yemyeşil çimlerin üzerinde, bayırlarda, beyaz taşlar gibi serilmiş olarak gördük. Babam sürüsünün yarısını kaybetmişti. Canavar, koyunları teker teker boğazından yakalayıp sırtüstü yere vurarak öldürmüştü. Can çekişenleri toplayıp eve getirdik. Kurt yarası iyi olmaz derler, doğruymuş. Yaraların çoğu hayvanların soluk borusu delinmişi, gırtlakları parçalanmıştı. Kan kokusu, soludukça gırtlaktan çıkan hırıltı sesleri, bir süre sonra yaralara düşen kurtçuklar… Hayvancıklar kurtulamamışlardı. Köy ortamı, hayvanlarla ailecek uğraşıyoruz. Her birisine bir isim vermişiz, arkadaş gibiyiz. Can çekişlerini izlemenin benim için ne büyük bir acı olduğunu anlayabilir misiniz bilmiyorum. Gerek meradaki parçalanmış cesetler, gerek eve getirdiğimiz koyunların günlerce kanlar içinde çektikleri acılar gerçekten bizim için unutulmazdı. Kan kokusu… İnsanın içini bayıyor.
Sarı kızımın, alaşımın, karabaşımın, elliğimin kanı, mor toklumun boğazından aldığı yaralarla son nefesini kanlar içinde vermesi şimdi yeniden gözlerimin önündeydi.
Kutu Tepesi ile Muhtarın sergenliğindeki manzara beynimde iç içe geçmişti adeta. İnsan kanı ile koyun kanı arasında koku farkı yoktu. Farkı, bu akşam kan kokusu barut ve bombaların dumanına karışmıştı.
Ocaklıkta ateş yanıyor. Üşüyenler çevresindeki çam kütüklerinden yapılmış kütmeklere oturuyor.
-“Askerler hâlâ gitmemişler. Nöbet tutuyorlar galiba. Evin kenarında bir ışık var” dedi bir komşu.
Anlaşılan bir grup asker ve o sivil elbiseli adamlardan bazıları akşam köyden ayrılmamıştı.
Hava kararmıştı. Köyde elektrik olmadığı için insanlar genelde erken yatardı. Evlerin kimisinde gaz lambası, kimisinde de yine gazyağı ile çalışan fitilli “idare”ler vardı.
Radyo ölenlerin isimlerini ve memleketlerini açıklarken, herkes bu işin bittiğini düşünüyor.
Samanlık’ta can telaşı
Neyse, ertesi gün sabahleyin güneş hayli yükselince yeniden bir hareketlenme oldu. Bu arada yukarı mahalleden beklenen haber çabuk geldi:
“Askerler dün cesetleri saymış. Bir kişi eksik çıkmış. Onun için gitmemiş, onu arıyorlardı. Samanlığa girdiler. Bir astsubay eline dirgeni almış, samanlıkta samanları karıştırıyordu. Birden elindeki dirgenin ucu bir elbiseye takıldı. Eşeledi ki, samanlığın içinde birisi var. Adı Ertuğrul Kürkçü’ymüş. Ölmemiş, kurtulmuş. Sağ salim, yaralı falan değil. Evin duvarını yıkıp arkadan samanlığa girip saklanmış. Gariban korkusundan samanın, alafların (yulaf, mısır) arasına büzülmüş, uyuşmuş, elinde bir somun ekmek vardı. Birkaç kez ısırmış, yiyememiş. O samanın içinde nasıl hava aldı, boğulmadı hayret… Adamı bulan astsubay da bir anda korktu, ödü patladı, nerdeyse dirgeni bırakıp kaçacaktı. Bağırınca hemen yan taraftaki askerler geldi. Hemen silahları çektiler. Dur! Teslim ol! Kaldır ellerini! Adam ayağa kalkar kalkmaz ilk sözü ‘Ne yaptınız? Mahir nerede? Arkadaşlarım yaşıyor mu’, oldu.”
Ertuğrul Kürkçü’nün samanlıktan çıkarılışı sırasında orada değildim. Ama ona tanıklık eden bir komşu, aşağı yukarı yukarıdaki cümlelerle durumu o gün bizim evin yanında anlatmıştı. Kürkçü’yü yakaladıkları gibi elini kolunu bağlayıp götürmüşler. Kürkçü’nün götürülmesinden sonra artık Yukarı Mahalle’ye gidiş gelişler serbest bırakıldı. Askerler de galiba Cuma günü öğleye doğru köyü terk ettiler.
Sanıyorum bir gün sonraydı, köye birkaç gazete geldi. Ölenlerin tek tek fotoğrafları, isimleri, cenazelerin ailelerine teslimi, memleketleri ile ilgili ayrıntılar... Muhtarın evinin resimleri, muhtarın ve bazı köylülerin fotoğrafları, sergenlikteki ceset yığını…
Gazetenin birinci sayfası kan revan. Boy boy resimler. Parçalanmış cesetler.
Vahşet ve kan birinci sayfadan koca Türkiye’ye sunulmuş!
Herkes isimleri merak ediyor. Kimdi bunlar?
Mahir Çayan (1946, Samsun, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi THKP-C kurucularından), Ertan Saruhan (1942, Fatsa, öğretmen), Sinan Kazım Özüdoğru (1949, Şarkışla, Dev-Genç Genel Sekreteri), Sabahattin Kurt (1949, Gevaş, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği Yönetim Kurulu Üyesi), Ahmet Atasoy (1946, Ünye, çiftçi), Hüdai Arıkan (1946, Çivril, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu Üyesi), Cihan Alptekin (1947, Ardeşen,THKO militan), Nihat Yılmaz (1937, Fatsa, şoför), Ömer Ayna (1952, Dicle, THKO militanı), Saffet Alp (1949, Kayseri, üsteğmen).
Kızıldere’ye adeta kötü bir “Nisan 1 şakası” yapılmıştı. 1 Nisan 1972’den itibaren artık yeni bir Kızıldere vardı. Askerler köyü terk etmişti. Muhtarın evi “ölüler evi”, lânetli bir yer olmuştu. Tarif edilemez, inanılmaz bir manzaraydı. Ev bina olarak çökmemişti. Ama kurşun ve bombalarla delik deşik olmuştu.
İnsanları en çok etkileyen şey, cesetler ve hayvan leşleriydi. Evin altında hayvanların parçalanmış ve çürümeye başlamış leşleri duruyor, köpekler tebelleş oluyordu. Ev sahibi muhtar hapse atılmış, herkes korku içindeydi, eve sahip çıkan da yoktu. Evin içinde, çevresinde, el, ayak parçaları bulundu. Değme korku filmleri bile insanların yüreğine bu kadar büyük bir kabus gibi çökemez. Benim yaşımdakiler için tam bir travma oldu. Yıllarca, geceleri rüyamıza giren korku sahneleriyle yaşadık. Kimi zaman hayvan, kimi zaman insanların cesetleri, parçaları!
Kızıldere’de doğma suçu işlemişiz!
“Kızıldere” artık eski Kızıldere değildi. Muhtarı jandarmalar götürmüştü. Emrullah amca çok çile çekti, hapis yattı.
Kızıldere köyü doğumlu olan herkes için yeni bir dönem başlamıştı.
Hepimiz sanki büyük bir suç işlemiştik. Resmi makamlar ve kişiler tam bir önyargı içinde oldu.
Kızıldere marşı, türküleri çıktı..
-“Oy dere Kızıldere..”
Kimileri köyün adını sokaklara, caddelere yazdı, bayrak yaptı. Bize sempati gösterdi. Köyün adı Tokat’tan fazla tanınır oldu.
Kimileri de Kızıldere’yi “anarşist yatağı” kabul etti. Devlet kuruluşlarında işe alınmadık, işe girenler ise hak ettikleri pozisyonlara getirilmedi.
Kızıldere adı, ‘80’li yıllarda, efsane Vali Recep Yazıcıoğlu tarafından kaldırıldı ve köyün adı Ataköy olarak değiştirildi.(DE/EÜ)