Biz çocuk hakları alanında emek veren iki arkadaş olarak, son 1 yıldır TBMM çatısı altında faaliyet gösteren Milli Dayanışma ve Kardeşlik Komisyonu’nda sürdürülen, bir tarafın “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırdığı süreci bizde ısrarla, inatla, umutla “Barış ve Demokratik Toplum” olarak isimlendirmek istiyoruz.
Çocukların barış süreçlerine katılımlarını odağına alan bu yazı dizisinin ilkinde çocukların bu süreçlere neden dahil olması gerektiğini tartışmaya açacağız. İkinci yazıda ise Dünya’da çatışmalar sürerken veya çatışma sonrasında kurulan Hakikat Komisyonları’na çocukların dahil olduğu örnekleri, son yazıda ise geçiş dönemi adaleti sürecinde eğitim müfredatının değişimini içeren Dünya’daki örnekleri paylaşacağız. Bu tartışma konularını, Türkiye’de bilebildiğimiz örnekleri de dahil ederek zenginleştirmeye çalışacağız. Umuyoruz ki bu alanda verilen mücadelelere ufacık bile olsa katkısı olur.
Bu yazı dizisini kaleme alırken bizi harekete geçiren nedenlerden ve belki de eleştirilerimizden birini de paylaşmak istiyoruz.
Mevcut durumda barış gibi ülkedeki herkesin hayatını derinden etkileyecek bir konuya dair tartışmaların çok sınırlı kaldığı, pek çok hak örgütünün özellikle çocuk hakları örgütlerinin bu konuda sessiz kaldığı görülüyor. Öncelikle bunun bir özeleştiri konusu edilmesi gerektiğini not etmek gerekiyor.
Bu tartışma için erken olduğunu, yaşadığımız sürecin bir barış süreci olmadığını ifade eden de birçok insan var. Ancak barışın ve demokrasinin bazen iç içe, bazen de birbirinden ayrı mücadele alanları olduğuna inanıyor, barışı ve demokrasiyi istiyorsak bunun için mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla bu mücadelenin içinde kendimizi de birer özne kılmak, bu konuda sorumluluk almak istediğimizi paylaşmak istiyoruz. [1]
Çocukların barış süreçlerine katılımını talep etmek, hemen hemen herkesin zihninde çocukların korunması gerektiğini de ifade eden bir içsel çatışmayı beraberinde getiriyor. Bu kaygı, kesinlikle haklı ve doğru. Ancak tahmin edersiniz ki Dünya’da bu kaygıyı ilk kez hisseden yetişkinler bizler değiliz. Benzer bir tartışma, 1990’ların sonuna doğru Güney Afrika’daki geçiş dönemi adaleti sürecinde de yapıldı ve zarar görebilecekleri endişesiyle çocukların bu süreçlere dahil edilmemesi gerektiğine karar verildi. Ancak bundan birkaç yıl sonra Sierre Leone’de daha radikal bir süreç yaşandı ve Dünya’da ilk kez özel sistematik önlemler, prosedürler oluşturularak çocukların dahil edilmesine karar verildi. Çocukların bu süreçlere katılımları için daha temel ilkeleri belirlerken çocuklarla aynı masaya oturdular ve bunu çocuklarla tartıştılar.
Edilgen bir korumaya dayanan, adına paternalist diyebileceğimiz bu yaklaşımın kökeninde çocukluğun ne demek olduğuna dair algılayış biçimlerimiz, çocukları birer politik bir özne olarak görmeye alışkın olmayan toplumsal yapılarımız var. Bu bakış açısını siyasi iktidarların, iktidarını yeniden üretim biçimlerini izleyerek tartışmaya kalktığımızda ise, kendi kaygılarımızdan öte bir stratejiyi izlemeye başlıyoruz. Çünkü kendisi için makul olmayan bir çocukluk halinin iradesini tanıyan ve daha da ötesinde onu düşmanlaştıran bir yaklaşımla karşı karşıya kalıyoruz.
Siyasi iktidarlar için çocuk bazen terörist, bazen çocuk, bazen canavar, bazen masum olabiliyor. “Egemen iktidar, Carl Schmitt’in (1922) “istisna hâlini ilan eden odur” şeklindeki ünlü tanımıyla örtüşür.”[2] Dolayısıyla, Carl Schmitt’in ifadesiyle Türkiye’de siyasi iktidarlar daima çocukluğun sınırlarını çizen ve ideolojik aygıtlarıyla beraber bunu toplumsal kabule dönüştürebilen bir güce sahiptir. Çocukluk, Türkiye’de siyasi iktidarların makbul bulmadığı bir siyasal alan talebinde bulunduğunda cezalandırma tehditleriyle karşı karşıya kalır. Bununla beraber siyasi iktidarlar, çelişkili gibi gözükse de çocukluğu edilgen bir konuma işaret eden, koruma söyleminin içinde tutan bir çerçeveyle ele alır. Ancak öte yandan "egemen iktidar, çocukları koruma söylemi altında aslında onları siyasal öznellikten arındırır.
Çocuk, ‘geleceğin vatandaşı’ olarak değil, ‘yönetilmesi gereken bir nüfus’ olarak görülür."[3] Dolayısıyla bunun bir çelişki değil, siyasal bir strateji olduğunu ifade etmek ve bunu tartışmaya açmak oldukça önemlidir. Yaşadığımız çağda, çocuklukla ilgili üretilen hakim söyleme dikkatle bakıldığında, çocukluğa atfedilen anlamlar daha didaktik, edilgen, korumacı bir çerçeveye işaret eder. Bu çerçeve, barışın konuşulduğu masayı yetişkinlere armağan eder ve çocukları bu süreçten dışlar.
Yetişkin dünyası, çocukları kendi politikalarının ve kurmak istediği düzenin değer ölçütleri çerçevesinde tanımlar; çocukların yaşadığı zararları da ancak bu ölçütler kadar ciddiye alır. “İş barışı” gibi başlıklar söz konusu olduğunda da barış, çoğunlukla yetişkinlerin dünyasına ait bir mesele haline gelir. Oysa çocuklar, savaşın ve barışsızlığın sonuçlarını en derin biçimde hisseden toplumsal gruplardan biridir.
Bu etki düzeyleri üç temel kategoride ele alınabilir:
Mağduriyet: Çatışma ve savaş koşullarından doğrudan zarar gören, fiziksel, psikolojik ve sosyal travmalar yaşayan çocuklar.
Tanıklık: Çatışmalara, milliyetçi ideolojilerin ürettiği düşmanlık söylemlerine ya da şiddetin medyatik temsil biçimlerine tanık olan çocuklar.
Taraf Olma: Çeşitli biçimlerde savaşın veya barışın öznesi haline gelen, kimi zaman ideolojik, kimi zaman toplumsal baskılarla bir “taraf” konumuna yerleştirilen veya taraf olmayı seçen çocuklar.
Ancak bu üç konumun hiçbiri, çocukların barış süreçlerinde özne olarak yer almalarını sağlamaz. Barış, hâlâ yetişkinler tarafından konuşulan, planlanan ve tanımlanan bir gündemdir. Çocuklar bu süreçte ya korunması gereken “mağdurlar” ya da “geleceğin barış elçileri” olarak sembolleştirilir; ancak şimdinin özneleri olarak kabul edilmezler.
Gerçek bir barış kültürü, çocukların yaşam deneyimini “gelecek için yatırım” olarak değil, “şimdiki zamanda hak ve özne olma” hali olarak tanıdığında kurulabilir. Bu, Freire’nin özgürleştirici pedagojisinin ve Kuçuradi’nin insanın özgün değerine dayalı etik anlayışının kesişim noktasında durur. Barış, çocukların kendi hikâyelerini anlatabildiği bir dünyada mümkündür.
1. Sözü Tanımak: Katılımı Hak Olarak Görmek
Çocukların özneleşmesinin ilk adımı, onların sesini yalnızca “duymak” değil, sözü tanımaktır. Freire’nin ifadesiyle özgürleşme, “kendi dünyasını adlandırma” kudretidir. Çocuklar, kendilerini ilgilendiren karar süreçlerinde yalnızca danışılan değil, sürece katkı sunan, karar veren aktörler olmalıdır. Bu, sembolik “çocuk katılımı” değil, kararların gerçek içeriğini etkileyen nitelikli katılım biçimlerini gerektirir. Bu, “çocuklar da konuşsun” değil, “çocuklar olmadan karar eksiktir” yaklaşımıdır.
2. Deneyimi Değerli Kılmak:
Çocukların özne konumunu güçlendirmek, onların deneyimini pedagojik veya moral ölçütlerle değil, kendi özgün bağlamında değerlendirmek anlamına gelir. Bu, çocuğun sözünü “çocuksu” diye küçümsememek; onun duyarlılığını “duygusal” diye değersizleştirmemek demektir. Doğru değerlendirme, çocukların dünyayı algılama biçimlerini “küçük yetişkin” ölçütleriyle değil, kendi anlam evrenlerinde ciddiye almayı gerektirir.
3. Pedagojiyi Yeniden Kurmak: Bilgi Aktarımından Diyaloga
Freire’ye göre eğitim, “banka modeli” olmaktan çıkarılıp diyalog temelli hale gelmedikçe özneleşme gerçekleşemez. Çocuklar bilgiyle doldurulacak kaplar değil, bilgiyi birlikte üreten ortaklardır. Bu, çocukların dünyasını “eğitilecek alan” değil, düşünülecek alan olarak görmeyi gerektirir.
4. Görünürlük Politikası: Temsil Alanlarını Açmak
Özneleşme yalnızca bireysel değil, kültürel bir süreçtir. Çocukların sanat, medya, edebiyat ve siyaset alanlarında görünür kılınması, onların özne konumunu güçlendirir. Bu görünürlük “masumiyet temsili” üzerinden değil, karmaşık ve çok sesli çocukluk deneyimleri üzerinden olmalıdır.
5. Kurumsal Dönüşüm: Çocuk Dostu Değil, Çocuk Katılımcı Yapılar
“Çocuk dostu” kavramı, çoğu zaman korumacı bir tonda kalır; oysa hedef, çocuk dostu değil, çocuk katılımcı yapılar olmalıdır. Bu, kurumların çocukları yalnızca hizmetin alıcısı değil, hizmetin tasarımcısı ve değerlendiricisi haline getirmesini gerektirir.
6. Yetişkinliğin Eleştirisi: Güç İlişkisini Dönüştürmek
Belki de en köklü adım, yetişkinliğin kendisini sorgulamaktır. Freire’nin “ezen–ezilen diyalektiği” burada yetişkin–çocuk ilişkisine de uyarlanabilir. Yetişkinlerin “bilirim, öğretirim, korurum” konumundan “dinlerim, öğrenirim, birlikte yaparım” konumuna geçmesi gerekir. Bu, çocuklukla kurulan ilişkinin temelini değiştiren bir epistemolojik dönüşümdür.
7. Barış Kültüründe Çocuk Özneliği
Barış tartışmalarında çocukların özne konumunu güçlendirmek, çocukların savaşın yalnızca mağduru değil, barışın kurucu öznesi olduğunu kabul etmektir. Çocukların yerel barış girişimlerine, müzakere simülasyonlarına, diyalog atölyelerine katılımı — yaşlarına uygun ama anlamlı biçimlerde — bu kültürün inşasında belirleyici olabilir. Freire’nin dediği gibi, “hiçbir özgürlük bir başkası adına kazanılamaz.” Barış da, çocuklar adına değil, çocuklarla birlikte kurulabilir.

ÇATIŞMASIZLIK SÜREÇLERİNDE ÇOCUK HAKLARI
Bir sorumluluk: Barış
[1] “Barış ve Demokrasi Arasında Sıkışmak: Türkiye’de Birbirinin Şartı mı, Dayanağı mı?”, Atalay Göçer, 11 Haziran 2025, DEMOS Araştırma Kolektifi: https://demos.org.tr/baris-ve-demokrasi-arasinda-sikismak/ - Erişim Tarihi: 04.11.2025.
[2] “Agamben’in Homo Sacer’i ve Çocuk Haklarının Biyopolitikası”, Soner Akın. “Çocuk ve Çocukluk” içinde, , Sf. 24-50. Oditoryum Eleştirel Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:04, Sayı:06, Haziran 2025: https://www.oditoryumdergi.com/duyurular - Erişim Tarihi: 04.11.2025.
[3] “Agamben’in Homo Sacer’i ve Çocuk Haklarının Biyopolitikası”, Soner Akın. “Çocuk ve Çocukluk” içinde, , Sf. 24-50. Oditoryum Eleştirel Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:04, Sayı:06, Haziran 2025: https://www.oditoryumdergi.com/duyurular
(AY/HK/NÖ)








