Bağışıklık sistemi vücuda giren özgül bir hastalık etkenine veya diğer bir yabancı cisme karşı faaliyete geçen bir sistemdir.
Genel kabul gören anlayışa göre bağışıklık sisteminin temel fonksiyonları “kendinin olan” ve “kendinin olmayan” (yabancı bir şey) arasındaki farkı ayırt etmek ve kendi olmayanı hasara uğratmak olarak tanımlanmaktadır. (1) Bakteri, virüs, parazit, yabancı doku, cisim vb. gibi vücudumuza ait olmayan her türlü etkeni saptama ve zararsız kılma işlevinin, vücut doku ve organlarına zarar vermeden yerine getirilmesi bağışıklık sisteminin sağlıklı çalıştığının bir göstergesidir.
Bağışıklık sistemini bir canlıyı hastalıklara karşı koruyan bir sistem olarak tanımlamak yanlış olmaz.
Bağışıklık sisteminin sağlıklı çalışması yaş, cinsiyet, genetik yapı gibi pek çok faktöre bağlıdır; ancak sistemin sağlıklı çalışması üzerinde en fazla etkisi olan faktörün beslenme olduğu belirtilmektedir. Sağlıklı beslenme ihtiyaç duyulan besin öğelerinin yeterli ve dengeli bir biçimde karşılanabildiği bir durumu ifade eder. Beslenmenin besin öğesi içeriği ve miktarı açısından yetersiz olması durumu malnutrisyon olarak adlandırılır. Genel olarak yetersiz-kötü beslenme veya A, C ve E vitaminleri ile çinko ve demir gibi bazı besin öğelerinin eksikliği durumunda bağışıklık sisteminin işleyişinde aksamalar görülür. Bu durum özellikle çocuklar açısından önem arz eder. Malnutrisyonlu çocuklarda enfeksiyon hastalıkları sık görülür ve en yaygın ölüm nedenlerinden birini oluşturur.
Sağlıklı beslenmenin gelir başta olmak üzere sosyal ve ekonomik pek çok etkene bağlı olduğu açıktır. Dolayısıyla sağlıklı beslenmeyi bireysel tercih ve alışkanlara dayalı bir faaliyet olarak değil de öncelikle sosyal bir hak olarak görmek gerekmektedir.Beslenmede bireysel tercihlerimizin, alışkanlıkların ya da geleneklerin rolü göz ardı edilemez elbette ama yeterli ve dengeli beslenme imkânı bulamayan, toplumsal hayatın kırılgan kesimlerinin korunması da bir gerekliliktir. Üstelik bireysel tercihlerin, gelirin ya da satın alma gücünün bir işe yaramayacağı durumlar olduğunu da bilmeliyiz. Bir başka deyişle, sadece iyi-kaliteli besinler alabilmekle sağlıklı beslenme konusu çözüme kavuşturulamaz. Bu konuya, bakış açımızı genişleterek daha geniş bir çerçeveden bakmaya çalışmalıyız.
Sık yapılan, medyada yer alan çeşitli programlarda da sıklıkla dile getirilen bir yanlış gıda maddelerinin de sofraya gelene kadar bir “geçmişe” sahip olduklarını dikkate almamaktır. Bir gıda maddesi nerede üretildi, nasıl üretildi, kim üretti ve hangi koşullarda üretti, nereden geldi gibi soruları dikkate almalıyız. Bu soruları dikkate almadan gıda seçimi yapmak, sağlıklı bir yiyecek hazırlamak, bir yemek tarifi yapmak, gıdaların besin içeriği ya da falanca gıdadaki mucize besin öğesi vs. üzerine konuşmak çerçevesi çok daraltılmış, doğru bilgi vermekten epeyce uzak bir yaklaşım olacaktır.
Sağlıklı beslenme içinde yaşadığımız çevre koşullarından bağımsız düşünülemez. Doğru. Ama bir adım daha atmalıyız. Sağlıklı beslenme gıdaların içinde yer aldıkları çevreden de ve o gıda maddeleri için harcanan emek gücünden de bağımsız düşünülemez.
Gıda maddeleri diye genelleyerek andığımız şeyler doğada milyonlarca yıldan beridir var olan canlı türleridir. Onlar da tıpkı insanlar gibi içinde yaşadıkları çevre koşullarından etkilenirler. Sadece havadaki karbondioksit ile topraktaki su ve besin öğelerini değil; onlarla birlikte ortamda bulunan çeşitli toksik kimyasal maddeleri de bünyelerine alırlar. O gıdaları yediğimizde o toksik kimyasalları biz de bünyemize alırız. Dolayısıyla çevre kirliliğine, ormansızlaştırmaya, tarımda toksik kimyasal kullanımına, yaban hayatın ya da sulak alanların tahrip edilmesine karşı mücadele etmek, son kertede soframıza gelen, tabağımızda duran yiyeceklerin sağlığımıza uygun olmasını sağlamak için mücadele etmek anlamına gelir. Bu mücadelenin ne kadar önemli olduğu, sadece sağlıklı bir çevrede yaşamak ve gelecek nesillere sağlıklı bir çevre bırakabilmekle değil, o nesillerin doğrudan sağlığı ile de ilgili olduğu giderek daha iyi anlaşılıyor.
Çevrede bulunan toksik kimyasallara maruz kalmak bağışıklık sisteminin çalışmasını olumsuz etkilemektedir. Örneğin havası kirletilmiş bir bölgede yaşamak, çalışma ortamında toksik maddelere maruz kalmak, pestisitler, ağır metaller, perfloro alkil bileşikleri vb. gibi toksik kimyasal kalıntıları içeren gıda ürünleri ile beslenmek bağışıklık sistemini olumsuz etkilemektedir. Bu olumsuz durumun geçici olduğu ya da sadece maruz kalan bireye zarar vereceği düşünülebilir; ama yapılan araştırmalar öyle olmadığını ve daha geniş zamana yayılan bir zararın söz konusu olabileceğini gösteriyor.
2019 yılında yayınlanan bir çalışmada çevrede bulunan toksik kimyasallar nedeniyle bağışıklık sisteminde oluşan bir zayıflamanın ya da sistemin sağlıklı çalışmasını engelleyen bir kusurun bir sonraki nesle aktarılabileceği belirtiliyor. Daha anlaşılır bir dille söylemek gerekirse bağışıklık sisteminde oluşan bir hasarın kalıtsal olabileceği dile getiriliyor.
Araştırmadan elde edilen bu bulgu çevre kirliliği ile ilgili tartışmalar için çok önem taşıyor.
Meselenin çocuklara daha temiz bir çevre bırakmaktan öte yanları olduğuna, o çocukların sağlıklı bir genetik yapıya sahip olarak doğabilmeleri ile de ilgili olduğuna işaret ediyor. Gelecek nesillere, çocuklara sağlıklı bir çevre bırakma mücadelesi, aynı zamanda onların hayata sağlıklı birer birey olarak doğmalarını sağlama mücadelesi anlamına da geliyor artık. Üzerinde biraz düşündüğümüzde, bu durumun tek tek bireylerin sağlığını, toplumun ve doğal hayatın sağlığına bağlayan bir yanı olduğunu da görebiliriz. Kurtuluş yok tek başına… Gerçekten de öyle… (EKN)
***
(1) Burton Sağlık Bilimlerinde Mikrobiyoloji, Onuncu Baskı. Sayfa 292-293, İlgili Bölüm Çevirisi: Yrd. Doç. Dr. Burak Ekrem Çitil, İstanbul Tıp Kitapevi)