Bir çocukla karşılaşma anlarımızı düşünelim. Hızlıca aklıma gelenler şöyle: ev/hane, kurum/kuruluş, okul/eğitim merkezi, sokak/park/kamusal alan, göç yolu, toplumsal krizler, medya, hastaneler/hapishaneler, iş yerleri, çocukluğum, tanıdığım yetişkinlerin çocuklukları… Durayım burada, hemen şu soruyu ortaya atayım: Çocuk bu kadar her yerde iken, nasıl görünmez olabiliyor? Toplumsal görünmezliğe büründürülmüş olmalarının çokça sebeplerinden bence en temeli, görürsek eşitlenecek olmamız. Toplumsal alanda bir çocukla eşitlenmek ise onu bir birey olarak kabul etmek, karar verme süreçlerine katılımını desteklemek, hatta ona düşman ol(a)mamak demek. Şu geçen 100 yıl, bizi buna hazır eyledi mi? Yani çocukları toplumun eşit yurttaşları olarak kabul etmeye hazır mıyız?
Aynı çocuk değil
100 yılı, ülkenin çoğu zaman üçte birini oluşturan 0-18 yaş grubu için değerlendirmek oldukça zor. 100 yılın hangi döneminde çocuk ne durumdaydı tartışması çocukluk tarihi çalışanlar tarafından da yapıldı, yapılıyor. Emeklere sağlık… Ben burada çocukla karşılaşma anlarımız üzerinden bir minik tartışma akışı içindeyim. Elbette bunu yaparken, dönemin sosyal-politik-iktisadi duruşunun çocuklarla karşılaşma anlarını de biçimlendirdiğini kabul ediyorum; sonuçta kimse sosyal inşadan azade değil. Sadece doğrusal zamana göre değil de sosyolojik pratiklere göre bir değerlendirme yaptım.
0-18 kategorisinden hareket etmenin çocuklarla karşılaşma anlarımız için anlamsızlığına değinerek başlamak önemli. Belki burayı daraltmak lazım, çocuğun kendi başına hareket edemediği, bakım verenin varlığına ve temel ihtiyaçları karşılamasına ihtiyaç duyduğu -belki bebeklik- dönemine dair bir kategorik düşünme biçimi bir miktar anlamlı olabilir. Ama her 7 yaş, 10 yaş, 13 yaş, 15 yaş, 18 yaş birbiriyle aynı mı? Kamyonun altına tutunup, kasasına saklanıp ülkesinden göç eden 15 yaşındaki çocuk ile okul servisi dışında toplu taşıma kullanmayan 15 yaşındaki çocuk aynı mı? 7 yaşında okula başladığında konuştuğu dilin eğitim sürecinde konuşamayacağı dil olduğunu anlayıp 7 yıldır konuştuğu dilden vazgeçen çocukla, 7 yaşına kadar vazgeçme ile karşılaşmamış çocuk aynı çocuk mu? 18 yaşında üniversiteye başlayınca yarı zamanlı işlerde çalışma deneyimi olanla, üniversiteye gidebilmek veya hane gelirine katkı sunmak için 18 yaşına kadar çalışan çocuk aynı çocuk mu? 13 yaş civarında ergenlik dönemi başladığında ergenliğin buhranlarını rahatlıkla ifade edebilen, fiziksel değişimlerinden memnun ol(un)an oğlan çocukla göğüsleri büyümeye başladığı için eğilerek yürüyen, düzene girememiş reglin sancılarını saklayarak yaşamak zorunda kalan kız çocuk aynı çocuk mu? Psikolojik (genetik aktarılmış veya kendine özgü) kırılganlıkları nedeniyle örselenen çocukla iyilik hali sürekli desteklenen çocuk aynı çocuk mu? Bu karşılaştırmalı soruları sonsuza kadar götürebilirim. Buraya yazdıklarımın birçoğu Türkiye’den gibi görünse de aslında evrensel ve daha evrensel örnekler de verilebilir. Gel gelelim hepsinin cevabı şu: “hayır, aynı çocuk değil”. Hatta dünya nüfusunun üçte veya dörtte birini oluşturacak kadar çok olan çocukların her biri biricik. Çocukluk vitrini diye bir şey yok ki karşısına geçip izleyelim de kategorik kurallarla tanımlayalım. O halde, sanki öyleymiş gibi bu 0-18 yaş kategorisini neden kullanıyoruz? Dünyayı yaş grupları ile ayırıp bu gruplara özgü çeşitli politikalar üretmek içindir o. Ama bu yaş ayrımcılığını da içermiyor mu? O halde, çocukları daha da görmemek için.
Bireysel özelliklerini daha da dışlamak için. Sosyal etkileşimlerini daha da kısıtlamak için Adıyaman’daki mevsimlik işçi çocukla, kış tatiline Alplere giden 14 yaşındaki çocuğa ortak zemin yaratıyoruz. Başka türlü bu ikisi dünyanın en farklı bireyleri, bir araya gelebilecekleri tek nokta yaşları. Bilimsel bilginin üretiminde sınıflamalar yaparak hareket etmek önemli, demek istediğim aynılaştırma politikasında yaşın ortak zemin olarak sunulmasındaki yersizlik, anlamsızlık…
Çocuklarla karşılaşma anları
Dönüyorum çocukla karşılaşma anlarımızdan bazılarına. En yakından gidelim: hane. (Bu toplumun sosyal inşasından geçen bir kadının ilk sorguladığı yer hane oluyor haliyle, ama haneyi tartışmanın başına koyduğum toplumsal öğrenmişliklerimi eleştirmenizi saygıyla karşılıyorum). Hane, içeriği aile kuramlarına/tiplerine göre değişmekle birlikte, çocukla denk gelinebilecek önemli bir çatı. Hanede çocuk, gelişme dönemlerine göre yer alıyor, bebek, çocuk, ergen, genç. Bunların hepsi çocuğun yetişkin olmadığının altını çizen dönemler. Hatta yetişkinliğe hazırlanma dönemi. Burası öyle önemli ki, çocuk yetişkinliğe geçtiğinde çocukluğunun izlerini hep çantasında, cebinde taşıyor. Hanede çocuğun söz hakkı, yetişkinin hak temelli bakışına göre var/yok veya duruma göre var/yok. Hane o derece kapalı ki, hanede oluşabilecek bir sorunun ülke yönetiminde ele alınacağı bakanlığın adı dahi Aile Bakanlığı, 2023 yılı Türkiye’sinin tek kadın bakanının sorumluluğunda olan bakanlık hani. Aile Bakanlığı, aile/hane içindeki bireyleri görünmez kılan bir yer. Hane aynı zamanda bir yeniden üretim mekânı olarak değerlendirilebilir.
Aile 100 yıldır kırmızıçizgi
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, sınıf ayrımının, etnik-genetik aktarımın olduğu yer olarak aile mevcut toplumsal eşitsizliğin devamı için kurulmuş fiziken (belki) küçük, işlevi bakanlığın adı olabilecek kadar önemsenen yer. Bir de çocukların barındıkları yerler her zaman herkes için ortak alanlar olmuyor. Yani her çocuk ebeveyn veya kan bağı kurulan bakım verenlerinin yanında gibi görünse de her zaman öyle değil, SHÇEK-Aile Bakanlığı çocuklara içine dahil olamadıkları haneyi kurum-kuruluş çatısı altında sunabiliyor. Burada da çocuk için politikayı da yine Aile Bakanlığı üretiyor. Çocuk politikasının oyun kurucusu aynı bakanlık. Hatta kuruluşta kalan çocuğun bakımıyla ilgilenmek üzere orada çalışan kadınlara çocuklar ne der bilirsiniz: anne. Şaşırmak yok, yer neresi olursa olsun hane veya kuruluş, çocuk ve anne eşleşmesi önemli. Her ikisinde de çocuklar hem bakıma hem korunmaya muhtaç* bireyler olarak hanenin/kuruluşun birer parçası halindeler. Aile Bakanlığı 100 yılın yaklaşık 10-15 yılını kapsıyor. Öncesinde belki bakanlığın adı aile değildi ama aile 100 yıldır kırmızıçizgi idi, neydi kavram: aile bütünlüğü. İkinci yüzyıla doğru da aile bütünlüğünü önemseyerek girip çocukları görmemeye devam edeceğiz gibi. Hatta yakınlarda bir aile şurası daha oldu. Takip edilirse hane içindekilerin değil, hanenin/ailenin selamlandığı görülebilir.
Okul var bir de, çeşit çeşit. Buradaki politika yapıcı da Milli Eğitim Bakanlığı. Bu herhalde 100 yıldır böyle idi, ikinci yüzyıla doğru Diyanet İşleri de eğitim politikalarına dahil oluyor, çeşitli projelerle okullara giriş yapılıyor. Her iki kurum da zannediyor ki bir tane milli Türk-Müslüman çocuk var ve bütün okullar bu çocuk tipiyle dolu. Çocuk böyle değilse, bir yolu bulunup kaynaştırılıyor. Kaynaşamaz veya uyum sağlayamazsa kendisi gibi kaynaşamamışlarla başka bir kaynaşma programına dahil oluyor. Çocuğun okulda var olma sebebi topluma uymayı öğrenmek mi yani? Ne yazık ki evet. Kendi alanını yaratıyor gibi gösterilse de çocuk sınıf başkanı olurken/başkanını seçerken, sosyal kulüplere girerken, (çoğu zaman) öğretmen hiyerarşisi ile biat etmeyi öğreniyor. Bir de sistem neydi, aynı yaşı aynı dersliğe koymak. Yaş geldi yine karşımıza. 7 yaşında Türkçe diye bir dille karşılaşan çocukla, 7 yaşına kadar Türkçe dışında bir ses duymamış çocuk Türkçe okuma yazmayı öğrenecek, aynı derslikte. Birinin ne kadar geriden geldiğini görememek… Aynı derslikte zengin ve yoksul çocuk aynılaşıyor söylemi var bir de. Amaç ortaklaştırma olabilir, okul sınırları içinde aynı müfredat, aynı ders kitabı, aynı öğretmen ama kullanılan araç-gereçte, giyilen kıyafette, okul dışı etkinlik ve eğitimlerde sınıfa dayalı ayrımcılığı çocuklar görmüyor/yaşamıyor mu? Çocuk 100 yıldır görüyor da eğitim-okul politika yapıcıları ne zaman görecek bakalım.
Hane/aile ve okula bakarken, her ikisinde de çocukları koruma, gelişimlerine katkı sağlama gibi bakış açılarımızla sürecin çocukları görmez halini yumuşattık. Ama çocuk kamusal alana çıkınca her şey birbirine giriyor. Kamusal alan hem çalışan hem oyun oynayan çocuğu içeriyor. Bir park düşünün, içeride bazı çocuklar kaydıraktan kayarken banktaki yetişkine el sallıyor, parkın kenarında da bir kağıt toplayıcı çocuk çöp kutusunu inceliyor. Burası park, kamusal alan, çocuğa ait diyelim hadi bir de. Karşılaştığımız çocukların birbirlerinden farklılığına ne diyelim peki? Toplumsal eşitsizliğin kamusal görünümü: çocuk parkı örneği. Güzel tez başlığı. Kağıt toplayıcı çocuk o haliyle ihmal ve istismar başlıklarıyla da ele alınabilir. Ama bu demek değildir ki kaydıraktaki çocuk evde enseste maruz kalmıyor. Kamusal alan eşitsizlikleri görünür kılıyor, görünse de yanından geçilip gidiliyor. Özel alan ise görünmezliği pekiştiriyor. Kendisine inanılmaz diye yıllarca evdeki yetişkininin cinsel istismarıyla büyüyen kaç çocuk olduğunu tahmin bile edemeyiz, çok olmasına da gerek yok ayrıca, bir çocuk bile bunu yaşıyorsa toplumsal eşitsizlikle mücadelelerimiz yerle bir.
Neyiz, düşman mı?
Çocukla karşılaşma anlarına bakarken giderek çocukları koruma yönündeki bakış açımızdan uzaklaşıyoruz. Suça karıştırılan çocuklar, suça karışmış annesiyle aynı hapishanede kalan çocuklar, afette-toplumsal krizde nereye koyulacağı belli olmayan çocuklar, şiddeti izleyen çocuklar, şiddet uygulanan çocuklar, dağları tepeleri yürüyerek aşıp ülkelerinden göç eden çocuklar, edemeyip sahile vuranlar, SMA hastası olduğu ve hastalığının tedavi masraflarını devlet karşılamadığı için üst geçitlerde kurulan para toplama yerlerinde fotoğrafları ve isimleri açık edilen çocuklar… Bizler bu çocukları korumayı amaçlayıp bir sürü kez haklarını ihlal etmek yoluyla aslında koruyamıyoruz. Çocukları koruma yönündeki bakış açımıza ihanet ettiğimiz gibi, çocukların kendilerine bir yol çizmelerine de müsaade etmiyoruz. Hak temelli iletişim bu kadar mı zor? Neyiz ya hu, düşman mı?
100 yıldır toplumsal eşitsizliği içselleştirince, sınıfa ve yaşa ve cinsiyete ve kültüre ve coğrafyaya dayalı farklılıkları görememeye başladık. Aradığımız toplumsal eşitliğin ve barışın çocuklarla karşılaşma anlarına odaklanmaktan da geçtiğini artık kabul etmeliyiz. Hissizliği bir kenara bırakmadıkça çocukların kırılganlığını daha da artırdığımızın altını çeşitli zamanlarda aklımıza ve gündemimize getirmek hoş olmaz mı?
Bir de bazı meseleleri çocuğa bazılarını yetişkine özgü tanımlayan toplumun, eşitlik ısrarındaki samimiyetsizliği de görmek önemli. Çocuk kırılganlığı başta ona özgü durumların onu eşitsiz hale getirmesiyle başlıyor. Toplumsal eşitlik toplumsal’ın kapsamını olabildiğince genişletmekle mümkün olacaktır. Çocukların bugün ve gelecek tahayyülleri, karar almaları, davranışları, ses çıkarmaları veya susmalarını etkileyen bu eşitsizlikleri tartışmak önemli. Bu tartışmayı çocukların yapabilirliklerini görerek sürdürmek daha da önemli. Çocuk hakları hareketinin de feminizmde olduğu gibi kendi eylemlerinin öznesiyle şekillendiği günlerin yakın olduğunu umuyorum. Kırılganlıklarının sınırlarını kendilerinin ifade edebildiği, bu ifadelerinin karşılık bulduğu toplum artık eşit olmaya doğru giden bir toplum olabilecektir.
Vitrinden sahneye
Çocukların zor/ağır koşullar altında emeklerinin sömürülmesine karşı duruşumuzu kaybetmeyelim elbette, ama çalıştırılmaya engel olamıyorsak, çalışan çocukların örgütlenmelerine destek olalım. İstismarın sesi olalım. Ya da kendilerini ifade edebilecekleri sivil örgütlenme biçimleriyle karşılaşmalarına yol verelim ki sonra kendi yollarını bulsunlar. Yetişkince beklenti ve hırslarımızı kendimize saklayıp, çocukları kendimizden kurtaralım. Çocuklara yön vermeye çalıştıkça onlara düşman olduğumuzu kabul edelim, onlar için daha iyi bir dünya tasarlamak onları kendi çerçevemizle sınırlandırmak ve birey olarak toplumda kendilerine yer edinmelerine engel olmak demek değil… İletişimimizi, onların eşit, özgür, aktif yurttaşlar olduklarından hareket ederek kurmayı bir deneyelim. Böyle olursa belki ikinci yüzyıla girerken toplumsal eşitlik mücadelemize çocuk açılımını eklemiş olabiliriz. Dışlanmayan herkes ve her şey bizi toplumsal eşitliğe daha da yaklaştıracak. 100 yıllık görünmezliğin perdesini aralayabilmek, ikinci yüzyıl içinde bir çocuk tarafından yazılmış bir yazıyı buradan okuyabilmek, çocuk politikalarında çocukların vitrinden sahneye çıkışlarını görmek, yetişkin aklımıza sınırları bilme yönünde çeki düzen vermek pek güzel şeylere vesile olmaz mı? (TC/AÖ)