Geçen sene bir Helesa* konserinin ardından yepyeni tatlarla tanıştım. Konserin tadı daha damağımızdayken, Helesa'nın kanı canı Ayşenur Kolivar'ın yengelerinin başı çekmesiyle türküler söylenmeye, ayaklarla tempo tutulmaya başlandı. Bu sayede Doğu Karadenizlilerin birlikte okudukları türkülerin tadıyla ve bu tadı küçükken edinenlerin keyfiyle tanıştım.
Kısa bir ara verildiğinde her nasılsa bir çantadan çıkan ışkın masaya geldi. Işkın nedir bilmeyen bizler meraklı gözlerle bakarken, masanın öteki ucundan bir ses "o, ışkın mı?" diye seslendi ve koşarak masanın bizim bulunduğumuz tarafına geldi. Küçükken ışkını dağlardan nasıl topladığını bize anlatırken, biz de ışkını ilk kez tadıyorduk.
O akşam ışkına ve çocukken edinilen nice tada ilişkin yazmaya karar verdim. Türkiye'nin her köşesinde, ister yoksul yemeği olan ekmek aşı (bizim evde 'papara' denirdi) olsun, ister tandır ekmeği, ister hamsikoli ile büyüyen, bu tatları seven ve bu tatlarla heyecanlanan çocukların tatlarından söz etmek istedim.
Kurtuluş'un tatları
Çocukken edinilen tatları, bir çocuk duyarlılığı ile aktarabilen yazarlardan biri olan Hüseyin Irmak, "Yaşadığım Kurtuluş: İstanbul'da Bir Kadim Semt" (Aras Yayıncılık, 2003) adlı kitabında Tatavla'dan Kurtuluş'a dönüştürülen semtte geçen çocukluğunu anlatır.
Çocukluğunun ayrılmaz parçası tatlardan ve tatların paylaşılmasından şöyle söz eder:
Sevim teyzenin portakallı kurabiyelerini de unutamam. Geçen onca yıla rağmen, sıcacık kokusu ve rengiyle o kurabiyeler hala zaman zaman aklıma düşer. Hiç kimse kurabiyeyi Sevim teyzenin yaptığı gibi yapamaz diye düşünürüm. (s.23)
Madam Donna'nın kurabiyelerini de severdim. Üzerlerine toz şeker serpilmiş, şekil şekil kurabiyelerdi bunlar. Çok lezzetliydiler. Madam Donna bu kurabiyelerden her yaptığında annemi ya da bizi çağırırdı. Ödev yapmak için onlara gittiğim zamanlarda da, eğer çok güzel bir teneke kutu olan kurabiye kutusu doluysa mutlaka ikram ederdi. Tıpkı Sevim teyzeninkiler gibi, bu kurabiyelerin de tadını şu yaşıma kadar hiçbir yerde bulamadım. Madam Donna'nın reçelleri de bambaşkaydı. Onlarda ve Madam Verjinlerde misafirlere kase içinde reçel ikram edilirdi. Bu reçeller çok tatlı olmaz, bu sayede kaşık kaşık yenebilirlerdi. Madam Donnalara televizyon seyretmeye gittiğimizde bu reçellerden çok yemişizdir. (s.29)
Kurtuluş'un, herkesi tanıyan postacısı mektup demetlerini ve yeşil çantasını, çıngıraklı yoğurt tepsilerini, sütçüler güğümlerini hemen kapı arkasına rahatlıkla koyardı. Biz postacının eşyalarına dokunmazdık ama yoğurtçunun zilini alır ve apartmanın içinde çalardık. Çıngırak çın çın öterdi. Ben o yoğurtçuların kaymaklarını çok severdim. Ev kadınları genellikle yoğurdu kaymaksız aldıkları için yoğurtçu onları tepsinin bir kenarına toplardı. Benim sevdiğimi de bildiğinden annemin getirdiği tabağa koyardı. Ben de afiyetle yerdim. Yoğurtçu kaymağa para istemezdi. (s.34)
Kıbrıs'ın tatları
Uzak Ülke: Bir Kıbrıs Çocukluğu (İngilizceden çeviren Bahar Öcal Düzgören, Yapı Kredi Yayınları, 1997) birkaç açıdan çok çarpıcı olmasına karşın, az bilinen bir kitap. Kitapta, Taner Baybars**, çocukluğunun Kıbrıs'ını (henüz "Enosis veya Taksim" girdabına girmemiş bir Kıbrıs'ı) oldukça şiirsel bir dille anlatıyor. Bu 257 sayfalık kitabın belki de en etkileyici özelliği, çocukken edinilen tatlarla dolu olması.
Baybars, günümüzde büyük kentlerde sık görülen "En hakiki köy kahvaltısı bizde" gibi ilanların anlamsızlığını göstermek istercesine şöyle yazmış:
Amcamın karısı Su, bereketli Lefkoşa'nın değişik köşelerinden derlenmiş bir sepet dolusu nefis yiyecek getirmişti. Ama onlara göre, annem tarafından salamura edilmiş bizim zeytinlerimiz, dükkândan alabileceklerinden karşılaştırılamayacak kadar üstündü. Hellimimiz de. Gerçekte köyümüz topraklarının ürünleri, onlar söz konusu olduğunda, daima daha lezzetliydi ve bir salatalığı topraktan çıkartmamıza, bir eriği dalından kopartmamıza olanak sağlayan şansımızdan ötürü bizi çok kıskanıyorlardı. (s.148-9)
Baybars gibi nice çocuk Kıbrıs'ın macunlarını yiyerek büyümüştür. Baybars, ceviz macunundan şöyle söz eder: Uzun bir mutfak dolabının en tepesindeki rafta macun kavanozları duruyordu. Hepsi de bahçeden. Tahmin edebilirim, tahmin edebilirim, diye neşeyle bağırdım. Bir kavanozun kapağını açtı ve ben bir çekmeceyi çektim ve elime tam olarak uyan küçük ve keskin bir macun çatalı çıkarttım. Yeşil cevizler, ortalarında karanfiller, koyu, zengin usaresi. Bir tabacığa üç tane koydu. Balkonun yolunu tuttum ve her lokmanın tadını çıkararak orada oturdum. (s.88)
Devedikeni cacığı
Köyde büyüyen çocuklar için doğa yenilebilecek otlarla doludur. Baybars, bu otlarla cacık bile yapılabileceğini keşfeder: İlkbaharın ilk günlerinde tarlalar, devedikeni ve Rumların lapsana adını verdiği bir başka şeyle doluydu. Büyüyen mısırların arasında bu yabani şeyleri arıyor, keskin bıçaklarımızla kesiyor ve sepete birbirlerinin üstüne, yanyana yatırıyorduk. Lapsana sapları kırıldılar mı uzun süre dayanmıyorlardı. Bu nedenle, başakları kalkan oluşturduğu için fevkalade uzun dayanan devedikenlerini ararken onları emip tüketiyorduk. Devedikeni saplarını da soyuyor ve zeytin ekmekle yiyorduk. Mevsimi geçtiğinde salatalığı da bu saplarla ikame ediyordum. En sevdiğim cacıktı ve altı aydan fazla bir süre cacıksız kalmak biraz acıydı. Devedikeni sapı cacığı yaratmıştım. (s.155)
Turunç ekşili mercimek çorbası
Taner Baybars'ın Kıbrıs'ı, tıpkı Hüseyin Irmak'ın Kurtuluş'u gibi çokkültürlü ve çocuklara huzur veren bir ortam:
Yemek odası, yasemin çardağının üstünden sarktığı sarnıca bakıyordu. Sadiye'nin turunç ağacını silkelediğini gördüm. Üç ya da dört tane turunç, beton zemine düştü. Damalı muşamba bir örtüsü olan masada bekledim. Üstünde yalnızca iki kase vardı. Sadiye, kaynar haldeki mercimek çorbası kasesiyle içeri girdi, turunçları sıktı ve suyunu kaseye döküp çorbayı bir kepçeyle karıştırdı ve bana payımı verdi. Çorbadan ilk kaşık ağzımda, sıcak. Hemen ardından Baf Kapısı'ndaki Katolik Kilisesi'nin çanları çalmaya başladı. Sıcak bir duygu beni içeriden kavradı ve bunun nedeni çorba değildi; nemli ağaçların cennete doğru büyümekte olduğu o avlunun, sessizliğin, çalan çanların bir bileşimiydi. Bir daha asla tekrarlanamayacak bir an. İçine turunç sıkılmış başka hiçbir mercimek çorbası, başka hiçbir kilise çanı, bu mutlak sulh duygusunu bir daha uyandıramayacaktı. (s.163-4)
Tatların önemi
Günümüzde süslü kocaman masalarda, kocaman tabaklarda, kocaman ücretler ödenerek yenen yemekler mutlulukmuş gibi sunuluyor. Büyük mü büyük şirketler küçük mü küçük çocuklara kanca atmaya ve onları kendi ürünlerine alıştırmaya çalışıyorlar. McDonald's dünyanın her yerinde küçük yaşta çocukların başka tatlarla tanışmadan kendi sağlıksız ve berbat ürünlerine alışması için elinden geleni yapıyor. Çocukken edinilen tatlar yaşam boyu etkisi olan ve yaşam tarzını bile etkileyen alışkanlıklar.
Tatlar işte bu denli önemli... Bilmem farkında mısınız? (SD/TK)
* Helesa, Türkçe, Lazca, Hemşince, Pontus Rumcası, Megrelce ve Gürcüce türküler içeren repertuarı ile Doğu Karadeniz kültürlerini yüreklere taşıyan bir grup. Helesa, antik Yunanca deniz kelimesinden gelir; Karadeniz'de hem birlikte çalışmayı hem de paylaşmayı yüksek sesle dile getirmek için kullanılan bir sesleniştir. Grup üyeleri bu adı, "deniz kadar engin Karadeniz kültürlerini paylaşmanın ifadesi olarak" seçmişler. Helesa üyeleri ve sazları şöyle: Ayşenur Kolivar (vokal), Ender Abadoğlu (akordion), Fatih Kolivar (bas vokal), Hüseyin Uzun (vokal), Kenan Yaşar (vokal, panduri), Muhammet Gündoğdu Kömürcü (vokal), Onur Dedetaş (vurmalılar), Onur Şentürk (kemençe, tulum) ve Ulaş Doğan (kemençe, tulum).
** Taner Baybars, 1936 Lefkoşa doğumlu bir şair; bu yıl Ocak ayında Fransa'da öldü. Onu saygıyla anıyorum.