Yıllar sonra yaşımın verdiği biriktirdiklerimle Ahmet Hamdi Tanpınar’ı yeniden okumaya karar verdiğimde; en doğrusunun eprimiş ve epey yıpranmış olsa da; inatla zamana yenik düşmemiş ve kaynaklarca Tanpınar’ın “ilk edebi kitabı” dedikleri “Abdullah Efendinin Rüyaları” kitabıyla okumaya başlamanın uygun olacağına karar verdim.
Abdullah Efendinin Rüyaları, Tanpınar’ın Hikâyeleri. 1943 yılında (ki üstat o yıllarda tek parti olan CHP’nin Maraş milletvekilidir) Ahmet Halit Kitabevi’nce basılmıştır. Kitaba ad olan uzun hikâye (47 sayfa) ile birlikte, kitap; Geçmiş zaman elbiseleri, Bir yol, Erzurumlu Tahsin ve Evin Sahibi ile toplam beş hikâyeden oluşur.
Zaman’la ilişkisini “ne içindeyim zamanın”da “ruhun kozmosla” bağı üzerinden izahının vücut bulmuş hali bu hikâyelerin hepsinde ziyadesi ile vardır. Aslında sonraki edebi kitaplarının, mesela Beş Şehir’in bir anlamda ön eskizidir “Abdullah Efendinin Rüyaları” kitabı.
Gölgesi, varlık sebebi olan Abdullah Efendi ya da bir gayip gibi görünüp yiten Erzurumlu Tahsin’le kısacık görüşmesindeki diyalog muhteşem bir edebiyatın da okununca iz bırakan tatlarıdır.
Zaman dedik ya; Tanpınar hayranı olduğu Proust gibi kendisi de adeta yitik zamanın peşindedir. Bu sebeple; “Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında / yekpare geniş bir an’ın / parçalanamaz akışında…” dizelerini boşuna kurmamıştır.
Derdim “Abdullah Efendinin Rüyaları” üzerine daha çok yazmaktı. Sonra, hayli önce üstadın kendi poetikasının önemli bir belgesi olan bir mektubu üzerinden Tanpınar yazıcılarınca çok da üzerinde durulmamış, ya da değinilip geçilmiş çocukluk günleri üzerinden kendisinin sonraki yaşamında izi kalan bir iki noktaya değinmeye karar kıldım.
Tanpınar’ın ölümünden çok kısa bir süre önce 1961’in son üç-dört ayı içinde yazıldığı varsayılan “Antalyalı bir genç kıza mektup” içinden birkaç paragraf çerçevesinde meramımı yazmış olacağım.
Mektup üzerinde çok tartışmalar olmuş, epey yazılmış. Mustafa Erol adında bir lise öğrencisine yazıldığı ve “genç bir kıza” başlığının ise sonradan öğrencilerinden biri’nce konulduğu yazılıp noktalanmış. Bu konuya fazla girmeyip burada bırakarak mektupta ilgili mevzuu üzerinden sürdüreyim.
“1901'de doğdum, babam kadıydı.” der. Babası Hüseyin Fikri Efendi Batumlu bir aileden olup Borçka doğumludur. Bilindiği üzere kadı’lar sadece yargısal işlerle değil aynı zamanda bulundukları yerin idari işlerinden de sorumludur.
İşte bu sebeple Tanpınar’ın çocukluğu üniversite hayatı başlayıncaya kadar babasının tayin olduğu yerlerde geçer.
Henüz üç yaşımda iken 1904’de “Ergani madeninde bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü, ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bayıra bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit çok lezzetli bir hayranlık içinde kalmıştım. Bu ânı her karlı günde hatırlar ve yağmasını beklerim.” diye anlatır mekâna dair coğrafyayı. Anılan yıllarda Erganimadeni sancağı Diyarbekir’e bağlıdır. Ve sancak merkezi Maden’dir.
Sonra kadı babasının yolu Siirt kadılığıyla kesişir. Siirt’te uzak dağlara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdığını şöyle anlatıyor yine aynı mektupta; “Yazları çok sıcak olan bu memlekette damlarda yatardık. Yıldızlı gece beni büyülerdi. Sanki sonsuzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu. Bir sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meşguldü. Sırrın içinde yüzerdim. Buna akşam saatlerinde uzak dağların o korkunç yalnızlığını, o ezici morluğu ilave edin.” der.
Siirt’te “Sümer Rahibi gibi” ifadesini telaffuzu boşuna değil! Siirt’teyken babası bir yıl onu Katolik Dominiken rahiplerinin okuluna gönderir. O yıllarda Kürt coğrafyasında o çoklu etnik ve inançsal kimlikler nedeniyle birçok şehir gibi Siirt de Hristiyan misyonerlerin faaliyet alanı içindedir.
1911 tarihli bir belgede Siirt’te Dominiken tarikatına bağlı Fransız Rahip / Rahibe Mektebi'nin mevcudiyetinden söz edilir. Dominiken rahipleri burada yetimhane, mabet, manastır ve sanayi mektebi inşa ederler. Tanpınar işte o ilk yılki Dominiken rahip okulu öğrenciliğinden sonra Siirt Rüştiyesi’nde okur.
Sonra Kerkük kadılığı yazılır bahtına baba Hüseyin Fikri Efendi’nin, tarih 1913-14 yıllarıdır. Erganimaden’i ve Siirt’e de gönderme yaparak “Kerkük’te yine damlarda yatardık. Yine gece ve yıldızlar. Şimdi kaybettiğimiz bu şehre on üç yaşımda gelmiştik. Üç evde oturduk, üçünün de geniş bahçeleri vardı.” diye ekler Antalyalı edebiyat öğrencisine yazdığı malum mektupta.
Sonraki bütün yaşamında o denli etkilidir ki o çocukluk ve ilk gençlik yıllarının “doğu”dan üç şehri, şöyle vurgular; “fakat asıl hayaller dünyamın bir tarafını çocukluğumun yıldızlı geceleri ve insana yalnız nefsinin ve aczinin sembolü dağlar, bir tarafını deniz üzerine anlattıklarım teşkil eder. Bunlar benim şiirlerimin ‘algebre’ (bir nevi parçaların birleşmesi) tarafıdır diyebilirim. Yıldızlı gece ve denize, dağın içimizde uyandırdığı yalnızlık duygusundan gittim.” diyerek adeta edebi çıkış noktasına işaret eder.
Bütün hayatı boyunca yazdıklarını bir anlamıyla Fransız şair Paul Valery’in, "velev ki, rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır," cümlesini, "en uyanık bir gayret ve çalışma ile dildeki bir rüya halini kurma," şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım çıkar.” diyerek noktayı koyar.
Tanpınar çocukluk ve ilk gençlik yıllarının üç şehrinin yaşadığı dönem itibariyle bütün diğer olan bitenine meşhur mektuptaki birkaç paragrafın dışında değinmemiş olsa da; benim için Tanpınar’ı yeniden okumaya; bizim buralarda geçen ve üç şehir Diyarbekir’in Erganimadeni, Siirt ve Kerkük üzerinden çocukluk-ilkgençlik göndermesi için bir deneme oldu bu yazı. (ŞD/AS)