Ölümle ilk karşılaştığımda sekiz yaşındaydım. O zamanlar Samsun’da yaşıyorduk ve okul çıkışı anneannemlere gidip annemi bekliyordum. Günlerdir annemden, iş dönüşü bana şemsiye almasını istiyordum. İşte o gün, şemsiyem gelecekti. Tüm gün heyecan içinde beklemiştim.
Annem geç kaldıkça sabırsızlığım ve coşkum artıyordu. Kapı çaldı, ışık hızıyla koştum, açar açmaz göz bebeklerim pır pır, cıvıldayarak sordum: “Şemsiyem nerde?”
Annemin suratı “cenaze duvarı” gibiydi, derin bir sessizlik…
Belli ki bir şeyler oluyordu ve her ne oluyorsa şemsiyemin başına patlamıştı kabak. “Şemsiye alacaktın bana, yine mi unuttun?” dedim sesim düşerek. "Ne şemsiyesi Ahu! Onunla uğraşacak halde miyiz! Deden öldü zaten, sus!" diye suratıma bakmadan gürledi annem.
İşte o an, tüm yaşamın, hatta ölümün bile öldüğü andı, ama dedem öldüğü için değil, ölümün sunum biçimi, ölümün insanları içine soktuğu durum içimdeki çocuğu öldürmüştü sanırım. Yatağın altına kaçtım ve saatlerce çıkmadım, bu arada ev gittikçe kalabalıklaşıyor, ölüm haberi evi teslim alıyor ve kimse beni aramıyordu bile.
Kendimi alabildiğince üzülmeye zorlamış, dedemi ne kadar çok sevdiğimi, ölümün ne berbat bir şey olduğunu düşünmeye ve şemsiyemi sorduğum için utanmaya başlamıştım bile, bir yandan da beni bulamasınlar diye dua ediyordum, intikam için. Değerli olabilmek için belki de ölsem iyi olurdu… İçimde birden ortaya çıkıveren alışık olmadığım bu tuhaf çelişkiyi, sahtekarlığı ve illeti anlamak yaşamı ya da ölümü anlamaktan çok daha zordu. Dayım beni bulduğunda neye ağladığımı bilmesem de deliler gibi ağlıyordum. Çok geçmeden, büyükler heyetinin kararıyla, çocukların görmemesi, bilmemesi, duymaması gereken tüm anlarda olduğu gibi hiçbir açıklama yapılmadan oradan uzaklaştırıldım.
Çocuklara özgü bir keşif duygusuyla mı, yasaklanan şeyin çekici olması sebebiyle mi, başkaldırı ve intikam yüzünden mi, yoksa doğal olanı anlayabileceğim ve dedemi fiziksel olarak son kez görmek istememden mi kaynaklanıyordu bilmiyorum, ama kalmak için çok direndim. Sanırım delirdiğimi düşünmüş olmalılar. Büyükler heyeti bir yetişkin için bile çok güçlüdür ve kazandılar. Büyükler heyeti olarak adlandırdığım, yetişkin insan gruplarını ve insan kaynaklı tüm sistemleri, dogmaları sorgulamaya başlamama sebep olacak süreç o gün başlamıştı.
Her şeyi bilen büyükler heyetinin yasalarına göre; kurban kesimleri, cenaze törenleri, kavgalar, sevişmeler... Bunlar çocuklara yasaktı, ama neden? İlerleyen birkaç senede, ölümle heyetin müdahalesi olmadan bir kaç defa karşılaştım. Tüm çıplaklığı ve doğallığıyla baş başa kalınan ölüm, beni büyükler heyetinin endişelendiği, üzüldüğü, korktuğu şekilde kötü etkilememişti. Ya ölüm denen o korkunç şey çocuklara nüfuz edemiyor ya ortada büyükler heyetinin bilmediği/yanlış bildiği bir şeyler dönüyor ya da bana tuhaf haller oluyordu. Acaba ölüm değil de, şu bizim büyükler heyeti miydi endişe duyulması gereken ve evet, zamanla büyükler heyetinin kendi korkunç, kederli, acımasız yüzünü ölüme yansıttığına kanaat getirdim. Ben kadar bana yakın olan tekinsiz büyükler heyetinin farkında kalarak, kendimi mümkün olduğunca onlardan korumaya karar verdim.
Varoluşla tam örtüşme sağlayan içsesinize ulaşmanın çok zor olduğu anlar olabilir. Bu anlarda, aydınlanmış bir bilgenin de köşe başında sizi beklemediği ihtimalini hesaba katarsak, en yakın ve güvenilir seçenek olarak her zaman çocuklar ve doğaya güvenebilirsiniz. Çünkü bu dördü - izlediği yollar her ne kadar farklı olursa olsun - varoluşunun sırrına en yakın olanlardır. Hepsi doğal olarak meditatif bir durumdadır. Büyükler heyetinin zihin yoluyla bildiklerini düşündüklerini, kalp ve varoluş yoluyla bilirler. Kendinden/kendiliğinden bilişi sağlayan bu durum kaynakla bağlantıyı yitirmemiş olma halidir. Zihnin oluşturduğu illüzyon dünyası ve statükoyu temsil eden ne kadar iç ve dış olgu varsa, büyükler heyetinin mülküdür ve çok sert yasalarla korunur. Çocuk büyükler heyetine el birliğiyle, çarçabuk dahil edilene kadar tehlikelidir, ötekidir, ilkeldir, zihnin sunduklarıyla takas edilen içsestir ve egoyu yaralar, dolayısıyla kontrol altında tutulması, bastırılması ve bir an önce heyete dahil edilmesi gerekir. Bir çocuk yasak anlara dahil olursa, heyet için “bastırılanın geri dönüşü” dediğimiz tehlike göze alınmış olur, sistemdeki boşluk ortaya çıkabilir.
Bu yüzden çocukluğunuzda birçok “sus”, “olmaz”, “saçmalama”, “çok ayıp”, “yettin artık” duymuşsunuzdur. Benzer şekilde, doğa üzerinde her zaman güç gösterileri yapılır, aydınlanmış bilgeler bir nevi deli kategorisindedir, akıl hastanesi ya da hapishaneye yollanabilir, toplumdan dışlanarak değersizleştirilebilirler.
“Büyükler heyetinin küçük üyeleri”, kötü bir niyetle ve farkında olarak sürdürmez bu düzeni, zaten farkındalık ve düzenin devamı bir arada mümkün olamaz. Bu uyurgezerlik, sömürü ya da bağımlılık hali, iyi niyet kılıfıyla beslendiği için çok daha güçlenir, zevk veren, içinden çıkılmaz, farkına varılmaz bir hal alır.
Ölüm de yaşam gibi varoluşun bir parçası olarak hakikattir ve hakikate tüm masumiyetini koruyabilmiş, şüpheci, meditatif bir yürek bile ancak göz ucuyla bakabilir.
Ve emin olun, göreceğiniz şey büyükler heyetinin Google'ına ölüm yazdığınızda çıkan görseller olmayacaktır.
Ölümle alakalandırılan tüm oluşumların, tek çıkış noktası kayıp duygusudur. Ölüm, anlaşılamayan/yanlış anlaşılan bir içeriğin yanlış biçimlendirilmesidir. Kaybedildiği düşünülenin, sözde kalanlarda oluşturduğu yalnızlık, güçsüzlük, güvensizlik, korku, endişe, anlam kaybı, pişmanlık, eksiklik duygularıdır ölümü dışlayan.
Akıl hastalıklarının, davranış bozukluklarının, toplumsal nevrozların, kişisel trajedilerin kaynağı kayıp duygusuyla gelen ötekileştirme ve yabancılaşmadır. İnsan için hayata dair, egoya dair her ne varsa ölüm ve kayıp bunların yok oluşunu temsil eder. Oysaki zıtlık, birinin iyi birinin kötü olması gibi bir tercih meselesi değil, biri olmadan ötekinin yaşayamayacağını anlamına gelen bir birlikteliktir ve tüm varoluş bu esas üzerine kuruludur.
Dolayısıyla, ölümü anlayamayan/yanlış anlayan bir insanın yaşamı ya da varoluşu anlamasını bekleyemeyiz. Ölüm bir son değil, süreçte yeni bir başlangıçtır. İstisnasız, fizikselden ruhsala her seviyede, her gün doğar ve ölürüz.
Kaybettiğinizi düşündükleriniz, başlangıcı ve sonu olmayan sonsuzlukta her zaman sahip olduğunuz özünüzden bir parçadır. Varoluş sonsuz bir bütün olduğundan, kazanmak ya da kaybetmek gibi bir durum söz konusu değildir ve ancak zaman, beden, zihin, mekan gibi biçimler kazanılabilecek ya da kaybedilebilecek yanılsamalar yaratır. Sevgili öğretmenim İsmail Bülbül’ün de dediği gibi; “Beden olarak doğmuş olman yanılsamasından kurtulursan hiç doğmamış olduğunu ve hiç ölmeyeceğini de anlarsın.”
Bir çocuğun, bir hayvanın ya da bir bilgenin hiç ölümü ya da hayatı sorguladığını düşünebilir misiniz? Onlar ne gelirse, hesapsız kitapsız, bütün olarak açık ve coşkuyla yaşarlar ama aynı anda neredeyse içgüdüsel hale gelmiş bir farkındalıkları vardır. Ölümün, heyetin sinirlerini ayaklandırmasının başka bir nedeni de cehennem ve cezalandırıcı tanrı fikrini oluşturan yansıtmalarıdır. Belki biraz daha yaşar, temiz bir sayfa açabilir, süreyi uzatırlarsa, kim bilir belki cenneti hak edebilirler, sanki cehennem ve cennet içlerinde değilmiş gibi…
Yaşamın, varoluşun bir hediyesi olduğunu anlayamadığımızda, yaşamı sadece siyah ya da beyaz gördüğümüzde, onu bir yük, bir erteleme, bir yarış, bir sınav haline getirip zorlaştırdığımızda, direnç gösterdiğimizde ve sorgulamaya başladığımızda ya da din, devlet, toplum, kültür, eğitim, aile, meslek gibi büyükler heyeti üyelerinin sesini kendi içsesimizmiş gibi içselleştirdiğimizde sakat kalırız, işte o zaman yaklaşan ölüm de ertelenmek istenir ve gün geçtikçe daha acımasız ve çirkin bir yüze sahip olur.
İnsan eksiklerle değil, hakkını vererek, farkında olarak, kendini bilerek/bularak sadece kendi deneyimlerinden yola çıkarak yaşadıysa, ölüm de misafirperverce tam zamanında karşılanır ve ancak o zaman ölüm bir kayıp değil, varoluşun bir başka hediyesi, belki de tatlı bir mola olur.
Bugün, tüm bilim dünyası ölümden mümkün olduğunca uzak daha diri, daha verimli, daha uzun bir hayat için çalışırken, sıradan bir insanın aydınlanmasının ne kadar zor olduğunu anlayabilirsiniz. Buna rağmen, aydınlanmanın büyükler heyetine geldiği hiç görülmemiştir. Aydınlanma sadece büyükler heyetinin kalabalığından kurtulabilen sıradan bireyleri bulur. Hal böyleyken, ölüme yakıştırılan; bir doğumda, düğünde, festival ya da bayramda rastlayacağınız türden bir kutlama değil, heyet toplantıları ve cenaze törenlerinde gördüklerinizdir: Tanımadığımız birinin ölüm haberi bile bizi kederlendirmeye yeter, ölen biri yakınınızsa akli dengenizi yitirebilirsiniz, mezarlıklar şehrin dışına itilmiştir, sadece içinden geçmek için bile yeterince tekinsizdirler. Azrail siyah cüppesi, elinde orağıyla köşe başında sinsince sizi ve sevdiklerinizi bekler.
Zavallı kargaların bile mezarlıklarda çok ciddi görevleri vardır. Ritüeller sebebiyle, ölmenize rağmen istediğiniz gibi bir tören düzenletemez ya da sevdiğiniz birinin tabutunu sırf çocuk, kadın ya da yaşlı olduğunuz (öteki) için omuzlayamazsınız. Gökkuşağının hiçbir rengini cenaze törenlerinde göremezsiniz, renkler bile kınanır, onun yerine hiçbir rengin ve ışığın geçitine izin vermeyen siyaha bürünür herkes. Bazı toplumlarda, özellikle Doğu kültürlerinde farklı renklerin, ritüellerin vs. görülmesi sizi yanıltmasın, sembolik anlam keder ve kayıptır. Kaldı ki artık mistik Doğu, Batı’nın zihnine yakınlaşmıştır. Ölüme uygun görülen tek tip kişilikler, suratlar, taziye kelimeleri çabucak takınılır. İnsanlar, hayatları boyunca göstermedikleri saygıyı ve paylaşımı göstermek için cenaze törenlerinde buluşurlar ve acı, denilenin aksine paylaştıkça azalmaz artar ve beslenir.
“Merhumu nasıl bilirdiniz” sorusuna, bir kişi de çıkıp, “bu saçmalıkları bırakıp, merhumun en sevdiği parçayı çalalım ve onun için dans edelim” ya da “berbat bir insandı” gibisinden dürüst bir cevap veremez çünkü; “merhumu nasıl bilirdiniz” bir soru bile değil, ezberlenmiş bir ritüelin parçasıdır. Bir çocuk kazara bir cenaze töreninde ise; onun bile içinden geldiği gibi davranması mümkün değildir. Oysaki dürüstlük, saygının temel koşulu değil miydi? Ölen kişiye saygısızlık olur mu bilinmez, ama güldür güldür yaşayan büyükler heyetinin egosunun saygısızlık kabul etmeyeceği kesin. İnsan, ölümü bile günah çıkartmanın aracı olarak kullanabilir. Ölüm döşeğindeki kişi için bir hakikat tüm gizemiyle yaklaşıyor… Yolculuğa hazırlığın, yolcu için mümkün olduğunca rahatlatıcı, umutlu ve mutlu geçmesi gerekmez mi? Bu süreçte yardımcı olmayı bırakın, zarar veririz, neden?
Ölüm anında bile sırf yol ve yolcuyu değil, kalanı düşünmekten kendimizi alıkoyamadığımız için. Bir canlıyı elleriyle öldürürken bayram ilan eden bir insanın, ölüm kendisini ya da sevdiklerini almaya geldiğinde kıyameti kopartması, varoluşun açıklayabileceği bir şey değilken, büyükler heyeti bunu da size rahatlıkla açıklar. İyi niyet, özlem ve yas tutma doğal sürece dahil olabilir, ama ben, bahsettiğim sebeplerden ötürü, ne zaman bir cenaze törenine katılmak zorunda kalsam, sekiz yaşındayken içimde beliren o kırgınlığı, çelişkiyi, sahtekarlığı, samimiyetsizliği hissederim. O çocuğa, ölüme, ölene, varoluşa saygısızlık etmenin verdiği ağırlık çöker üzerime. Büyükler heyetine dahil olduğum için hem utanır, hem üzülür, hem de affederim halimizi.
İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığının girişinde; “Her Canlı Ölümü Tadacaktır” yazar. Bir gün önünden geçerken, bir arkadaşım bana; “Bunu neden gözümüze sokup kocaman yazıyorlar ki, çok acımasız!” demişti. Susmuştum.
Şimdi ona cevap vermek isterim: Henüz tatmadığın bir şeyin tadının kötü olabileceğini düşünüyorsan, orada sadece zihnin var, yüreğin eksik. Alacağını düşündüğün tat, senin daha önceki beslenme alışkanlıklarına bağlı. Varoluştan beslenirsen alacağın tat acı ya da tatlının ötesinde varoluşun tadı olacaktır. Varoluş, hem doyurucu, hem sağlıklı, hem lezzetlidir. Ölüm de her şey gibi senin ona yansıttığındır. Yansımalarına değil, içindeki kalabalığı susturarak özüne ulaşırsan o zaman tüm varoluşu anlayacaksın. Kaçtığın, direndiğin, nefret ettiğin bir şeyi unutamazsın. Seni her yerde takip eder, gözüne girer, hatırlatır kendini. Onu olması gerektiği gibi doğal bir parçan olarak içerdiğinde, hakkını vererek ve hakkın ödenerek yaşarsın ve hiçbir şey yoluna çıkmaz, o zaman ölüm ışık olur, hayat olur.
Sevgili annem, değerli büyükler heyeti ve o gün hiç gelmeyen biricik şemsiyem; vesile olduğunuz yol için sonsuz teşekkürler. Canım dedem; biliyorum ki; “hiçbir şey yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz” ve sevgi tüm biçimleri aşar, o yüzden sen benim sadece dünüm değil, yarınımsın. Ölüm için de bir festivalin mümkün olduğu sonsuzlukta hep beraberiz. (AB/AS)