Fotoğraf: Güliz Sağlam, 11 Aralık 2022 Pazar Kadıköy'deki eylemden.
Aslında yazımın başlığı şöyleydi: “#MeToo / 5.yılı geride bırakırken"
Yazıda 5 yılı değerlendirecek, dünya genelinde ve özellikle yaşadığım Hollanda hakkında bu sürecinin neler getirdiğini, neleri değiştirdiğinin analizini yapacaktım. Yazımı kadına karşı şiddetle mücadele haftası bitmeden yetiştirecektim.
Yazımı bitirip göndermek üzereyken önüme Türkiye’den bir haber düştü.
Hiranur Vakfı Onursal Başkanı Yusuf Ziya G.'nin, kızını çocuk yaşta evlendirdiği ortaya çıkmış ve olay medyada yayınlandıktan sonra sosyal medya ve aracılığıyla kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştı. Ortaya çıkan gelinlikli çocuk fotoğraf da herkes gibi benim de tüylerimi diken diken etti.
Her türlü kanaldan haberi takip etmeye başladım. Benim göndermek üzere olduğum yazım sanki tüm anlamını ve önemini yitirmişti. Gönderemedim yazımı. Kalakaldım bilgisayarımın başında.
Kadınların ve çocukların maruz kaldıkları her türlü fiziksel ve cinsel suç haberlerine maalesef artık “alışmış” olmama rağmen her defasında yeniden çok etkileniyor çok yararlanıyorum.
Kafamdan yüzlerce soru gelip geçti.
30 küsür yıldır içinde hem mesleki hem de bir aktivist olarak bu suçun önlenmesi ve suçlularının cezalandırılması için mücadele ediyordum ama durduramıyorduk bu korkunç şiddeti. Dünyada bölgesel olarak hala süren savaşlardan daha çok çok tehlikeli ve daha çok can yakıcı geliyordu bana çocuk istismarı.
Çocuklar belki ölmüyordu her tekil olayda ama bu şiddetin bıraktığı izler onun bütün hayatını belirliyor ve daha sonraki kuşaklara kadar uzanan derin izler bırakıyordu.
Sosyal medyada çocuk istismarı ve tacizlerini lanetlemek isteyenlerin “iyi niyetle” hazırladıkları görseller ise hızla yayılmaya başladı. İyi niyetle de olsa oldukça bilgisizce ve sorumsuzca hazırlanmış görsellerdi çoğu. Bir kız çocuğu “ben de onu sünnet ettim” diyordu kanlı bir görselde. Burdaki korkunçluğun farkında kimse varmamıştı FB, Instagram ve Twitter’da takip ettiklerim arasında.
Öfkemi nasıl kontrol edeceğimi bilemiyorum. Çoğumuz bu ruh halindeyiz anlıyordum bunu tabii ki. Facebook'da (FB) şu paylaşımı yaptım:
“Bu öfkeyi bilinçli örgütlü eylemlere dönüştürmek gerekli. Sosyal medya, hele de FB Türkiye'de anlamını ve gücünü çoktan yitirmiş durumda.
"Bence Diyanet ve Aile Bakanlığı denilen o işe yaramaz kurumların kapısına yığılmak hatta kendimizi o kapılara zincirlememiz gerekiyor.
“Bir keresinde yaşadığım Dalyan’da çıktım sokağa böylesi bir olayı protesto etmek için. FB dan duyuru yaptım yaklaşık 40 kadın toplandık. Türkiyede olsam yine çıkardım. Çok yazık halimize. Bir iki hafta sonra yine unutulacak çünkü. Etkisine inanmasam da bir umutla yazdım yine.”
Sanırım 6 veya 7 kişi beğendi ve tek bir yorum yapılmadı bu yazdıklarıma. Yani tahminim gibi bir farkındalık yaratamıyordum tek başıma sosyal medyada bile olsa.
Sorun varsa çözüm vardır!
Bu duygusal çıkışımın arkasında yatan neden Türkiye’de benim de aralarında olduğum bir çoğunluğun daha özgür, daha yaşanılır, daha demokrat bir Türkiye’den umudunu kesmiş olması gerçeği sanıyorum.
Oysa “sorun varsa çözüm de vardır” diyen çözüm odaklı biriydim. Hatta yakın çevrem zaman zaman sınırsız umutlarım ve iyimserliğimle alay bile ederlerdi. Şimdi ise oturmuş her gün sokağa çıksak bile faydası yok diye düşünüyorum. Ama bu ruh halim geçici biliyorum.
Yeri gelmişken bir kez daha bütün erkeklerin gözüne sokmak için söyleyelim. Sokağa çıkanlar genelde biz kadınlarız.
Kadınlar Türkiye’de neredeyse her gün sokakta hak hukuk adalet arıyor. Bu eylemlerini onlarca başka işlerinin, uzun ve ağır çalışma saatlerinin, ev kadınlığı ve annelik görevlerinin yanı sıra yapıyorlar.
Sonrasında şiddete karşı mücadele ederken devlet şiddetine maruz kalıyorlar. Karakol, polis hücrelerine atılıyor, yargılanıyor, tutuklanıyor hapishanelere dolduruluyor.
Zor çok zor ve dışardan bakıldığı gibi değil bu eylemleri örgütlemek ve sokağa çıkmak. Bedeli çok ağır olabiliyor. Ama yeter artık! Ey erkekler anlayın artık!
Peki İranlı kadınlar?
Şu anda ise bütün dünyanın gözü İran’da. İranlı kadınların mücadelesinde. İranlı kadınların saçlarını keserek başlattıkları protesto eylemleri bir yandan çok yaratıcı yeni eylem biçimlerine sahne olurken öte yandan çok sayıda kadının ve erkeğin yaralanmasına, ölümlere can kaybına yol açıyor.
Mollalar sarsılan iktidarlarını korumak için her türlü şiddete başvuruyor.
Hangimiz içimizden geçirmedik acaba “biz İranlı kadınlar ve onlara destek veren İranlı erkekler kadar cesaret sahibi değil miyiz?” sorusunu.
Her gün yeni idam haberi geliyor İran’dan ama hala mücadele devam ediyor. Alkışlıyorum onları ama özellikle kıskanıyorum.
Kadına şiddet politiktir
Bu çocuk istismarı haberinin arkasında yatan nedenlerden birinin tabii ki Türkiye’de son 25 yıldır izlenen politikaların dini cemaat tipi örgütleri güçlendirmesi ve cesaretlendirmesi olduğunu biliyoruz.
Kadınların her gün sokaklarda haykırdığı gibi kadına karşı şiddet politiktir. Evet bunu da biliyoruz. Ama bu çocuk istismarı haberinin iktidardaki partiye karşı yapılan muhalefete basit bir yardımcı araç gibi sansasyonel bir şekilde kullanılmasına izin veremeyiz.
İktidar partisi tarzı yöntemlerle iktidara karşı mücadele eden bir muhalefetin bilinçsizliğine karşı duydum öfke iktidara karşı duyduğum öfkenin önüne geçti bu son olayda.
Evet “Me Too”nun 5.yılı yazımı attım bir kenera. Medyada cinsel taciz, çocuğa ve kadına karşı şiddet haberleri nasıl yer alıyor ve nasıl yer almalı sorusuyla başladım yeni araştırmama.
Az sayıda bazı üniversitelerden yapılmış araştırmalar makaleler bulabildim. Bu araştırmalar daha çok kadına karşı şiddet konusunda yayınlanmış haberlerin incelenmesinden yola çıkılarak yola yapılmış.
Çocuklara karşı işlenen şiddet haberlerinin medyada verilmesi ile ilgili etik kurallar neler ve nasıl çiğneniyor bu kurallar sorumun yanıtını bulamadım. Bu konuda biz gazeteciler Hollanda da bir sürü kural ile bağımlıyız ve sürekli sendikalarımız aracılığıyla bu konuları politika yapanlar ile tartışıyoruz.
Bulabildiğim önemli araştırmalarından biri “Kurgu ile Gerçeklik Arasında” başlığını taşıyor ve Dr. Öğr. Üyesi Özlem Uluç Küçükcan’a ait.
Özlem Uluç şunları anlatıyor.
“Türkiye’de son yıllarda yüksek izlenme oranlarına sahip gündüz kuşağı programlarının en çok izlenini kuşkusuz “Müge Anlı İle Tatlı Sert” programı.
"Öyleki yine benzer nitelikteki programlar yayın saatlerini bu programa göre ayarlamaktadırlar. Kurgu olmayan reality showlar olarak ifade edilebileciğimiz bu programlarda evlilik vaadiyle dolandırma, kayıp arama, çocuk kaçırma, çocuk istismarı ve tecavüzü, çocuk cinayeti, kadın-erkek cinayetleri, alıkoyma-kaçırma vakaları işleniyor.
"Özellikle kadın ve çocuklara yönelik şiddet vakaları, bu duyarlılığı uyandıran ve harekete geçiren en etkili olaylardır. Örneğin Manisa’da 4 yaşındaki Irmak Kupal, Ağrı’da 4 yaşındaki Leyla Aydemir, Kars Kağızman’da 9 yaşındaki Sedanur Güzel, Samsun’da 1,5 yaşındaki Ecrin Kurnaz’ın kaybına ilişkin haberler, ilk günlerden itibaren medyada yer almıştı.
"Arama sürecinde çocukların aileleri ve yakınları televizyon programlarına çıkarak kızlarının bulunması için bilgisi olanlardan ve uzmanlıklarına güvenerek program yapımcılarından yardım talebinde bulunmuştu.
"Toplumun yoğun ilgisini çeken bu kayıp vakaları, çocukların cinsel istismara uğrayıp öldürüldüklerinin ve hatta faillerin ailelerle beraber televizyon programlarına katılmış olduğunun anlaşılmasının ardından yeni pek çok tartışmayı gündeme getirmişti”
“Medyada Kadına Yöneli̇K Şİddet Haberleri̇nin İçerik ve Sunum Açısından Analizi" başlıklı bir başka araştırma Aylin Görgün-Baran, Canettuba Sarıtaş, Birsen Şahin-Kütük'e ait.
“Bu makalede sözünü ettiğimiz araştırmalar bize göstermektedir ki; ister televizyon haberlerinde, ister gazete haberlerinde, isterse yeni medya olarak adlandırılan internet haberciliğinde olsun, kadına yönelik şiddet konusunun içerik olarak haberleştirilmesinde ve sunulmasında önemli bir farklılığın olmadığıdır.
"Medyanın kendine özgü eril bir dilinin olduğunu, bunu daha. Çok haberi okutturmak-izlettirmek adına sansasyonel hale getirerek verdiğini, suçu ve faili meşrulaştırarak kadın üzerinde bir korku yarattığını söylemek mümkündür.
"Bu çerçevede hangi tür medya olursa olsun, medyanın şiddet gören kadını sürekli mağdurlaştırma pozisyonunda göstermesi insanlarda bir yandan acıma duygusu yaratılmasına, diğer yandan ise sorunun çözümüne ilişkin her hangi bir katkı sunmamasına neden olmaktadır.
"Medyada kadına yönelik şiddetin haber yapılması ve kamuoyunun aydınlatılması amacıyla duyurulması ne yazık ki şiddeti önleme veya azaltmaktan çok, şiddetin normalleştirilmesine yol açmakta, hatta kadının durumunun nerede ise şiddeti hak ettiği biçimde yorumlanmasına neden olmaktadır.
"Medyada kadına yönelik şiddet haberlerinin sunumunda izleyici kitlesinin heterojenliği dikkate alınırsa, medyanın izlediği bu yol sorunun çözümlenemeyen ve erkeğin şiddetini meşrulaştıran bir boyuta dönüşmesine neden olmaktadır.
"Örneklerini bildiğimiz, Münevver Karabulut, Ayşe Paşalı, Özgecan Aslan ve daha sayamadığımız isimsiz kadınların cinayetleri halen zihinlerde olmakla birlikte, bu suçu işleyen faillerin aldıkları cezaların caydırıcı nitelikte olmaması şiddetin önlenmesinin önünde en büyük engel olarak görülmektedir.
"Bu nedenle kadına yönelik şiddetin önlenmesi için TBMM özel komisyonları, uluslararası kuruluşlar (BM, UNDP), Barolar başta olmak üzere kadın ve farklı cinsel yönelimli bireyleri temsil eden sivil toplum örgütleri, ilgili bakanlıklar, yerel yönetimler, özel sektör, medya kuruluşları ve üniversitelerin kadın çalışmaları merkezlerinin işbirliği gereklidir.”
(SM/EMK)