Sekiz gün boyunca bomboş ve bomba sesleri ile inleyen sokaklar, saat 11 olduğunda artık mahşeri kalabalığa ev sahipliği yapıyor. Nur mahallesindeki HDP ilçe binasından Nusaybin caddesine akan insan seli Herna pêş, Çarxa şoreşe marşları eşliğinde yürüyor. Gözyaşları, gurur, burukluk ama en çok da başarmak duygusu kalabalığa eşlik ediyor…
Selamlaştığım pek çok kişinin Cizreye Kürdistanın diğer illerinden geldiğini öğreniyorum. Cizreliler nerede diye etrafıma bakıyorum; telaşla koşturan, tedirgin ve gururla dolaşan insanlarla karşılaşıyorum. 8 gün boyunca ne yaşadıklarını, şimdi ne hissettiklerini ölesiye merak ediyorum. Üzerinden kara çarşafı uzanan kadına yaklaşıp; “Geçmiş olsun… Nasılsınız” diyorum.
"Cudi'ye, Yasef'e git"
Yüzüme bakıyor; “Günlerdir sizin yerinize de direndik ve başardık. Böyle direnmeseydik, sıra size gelecekti...” diyor. Ne hissettiğini soruyorum; “gururlu ama buruk… Çok öldük, çok acı gördük ama başardık, boyun eğmedik” diyor... Ben “Sizin yerinize de direndik…” sözünü düşünüyorum. Elinde su ve ekmek olan genç bir kız; “ne yaşandığını görmek istiyorsan Nur mahallesine, Cudi’ye, Yafes’e git diyor…” Yüzünde mutluluktan çok buruk bir gurur var.
Dediğini yapıyorum. Nur mahallesinde önce HDP ilçe binasına uğruyorum. HDP Milletvekili Faysal Sarıyıldız’ı bir grup partili arkadaşıyla planlama yaparken buluyorum; Nerede ne kadar yaralı var? cenazelerin otopsisi ne zaman bitecek, definler nereye olacak? Halkın ihtiyaçlarını tespiti için yapılacaklar neler var gibi konular üzerine konuşuyorlar. O konuşmalardan tespit edebildikleri kadarıyla 15 kişinin polis kurşunuyla, yedi kişinin ise kalp, tansiyon gibi hastalıklar nedeniyle yaşamını yitirdiğini, bunların hiçbirine tıbbi müdahale olanağı olmadığı için ölümlerin yaşandığını öğreniyorum. Daha da trajik olan tartışma ise yaşamlarını yitiren 23 kişinin nereye defnolacakları meselesi. Zira kentte mezarlık problemi varmış. Bir de hastaneye gönderdikleri ağır yaralıların polis tarafından infaz edildiğine dair bir duyumdan bahsediyorlar.
Sarıyıldız: Buruk ama onurlu...
“Cizreliler nasıl şimdi” diyorum. Faysal Sarıyıldız “Buruk, onurlu ve zafer kazanmış olarak kendilerini hissediyorlar” diyor. Onu doğrulayan bir Cizreli; “Direndik ve kazandık, o kadar… Kimse geldiği veya tepki gösterdiği için direndiğimiz için çekildiler…” diyor. Orada duyduğum bu sözü mahalleleri gezerken halktan da duyuyorum: “Biz Direndik ve biz kazandık… Berxwedan Jiyane…”
Mahalleleri dolaşırken aldığım bir diğer ortak his ve düşünce ise insanların Kürt sorununda bir çözüm ve barış sürecinin olacağına dönük inanç kırılması. Bu kırılmayı isimlerini kullanmamı istemeyen genç kadın şöyle tarifliyor: “Şu tepedeki askerler olduğu sürece, her an bize dönecek silahları tuttukları sürece barış yalan… 35 yıldır ölüyoruz ve korkarım ki daha da ölmeye devam edeceğiz…”
Konuşmalarda kırılan şeyin sadece barış sürecine ilişkin olmadığını da çok geçmeden öğreniyorum. Konuştuklarımın büyük kısmı “Sekiz gün boyunca neredeydiniz…”, “Türkler neredeydi?..”, “Batı ne yapıyordu?..” “Bizim kardeş olduğumuz sözü yalan…”, “Kimse kardeşi böyle ölüyorken yerinde duramaz!..”, “80 vekilimiz vardı, ilk günden gelselerdi, kıyamet koparsalardı biz bu kadar ağır yaşamazdık…”, “Diyarbakır, Batman, Mardin, Siirt, Dersim, Van… İlk günden çıkıp gelseydi, biz bu kadar ağır yaşamazdık…”.
"Sizin yerinize direndik"
Bu sitemler bana ilk konuştuğum kadının “Sizin yerinize de direndik” sözünü hatırlatıyor, utanıyorum… Daldığım sokaklarda roket atarlarla, toplarla, kurşunlarla delik deşik, yıkık dökük binalara, Kurşunlanarak parçalanan dallara, ağaçlara, öldürülmüş kuşlara, ineklere bakıyorum, utanıyorum.
Kendimi açık hava savaş müzesinde gezer gibi hissediyorum; evler, işyerleri, dükkanlar, okullar delik deşik, yıkık ve kimi yanık vaziyette. Yerde şarapnel parçaları, kurşunlar, çöpler, hayvan cesetleri; havada çöp, leş ve barut kokuları… Bir de sokak aralarında mayın olduğunu düşündükleri taşlarla, ağaçlarla çerçevelenmiş toprak parçaları… Herkes sabah saatlerinde patlayan bir bomba yüzünden kolunu kaybeden küçük bir çocuğu anlatıyor, herkes birbirini bastığı yer, eline aldığı şey konusunda gözlüyor ve uyarıyor. Gözlerde belirgin bir korku yansıyor, gelen en küçük bir sese irkilerek karşılık verenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok…
"Ekmeğimizi, suyumuzu paylaştık"
“Nasıl yaşadınız” diyorum. Bir anne “Su yiyecek sıkıntısı çoktu... Çocuklarımız hastalanmaya başladı artık… Bir odada üç aile kaldığımız oldu… Ekmeğimizi, suyumuzu paylaşıyorduk...”
Genç bir kadın; “Komşular birbirlerine yemek ulaştırsın diye evler arasındaki duvarlar delindi...” diyor ve birkaç evi de kanıt olarak gösteriyor. Bir başkası “yiyecek yok, ama birkaç elmamız var, acıkmışsınızdır getireyim mi diyor?” Gittiğimiz pek çok evden gelen ikram davetini kabul etmeden devam ediyoruz. Ara sokaklardakiler sokak dar olduğu için panzerin, zırhlı araçların içeriye giremediğini, bu yüzden daha az yıkıntı yaşadıklarını anlatırken kente hakim tepeyi işaret ediyorlar; “Aşk tepesinde belediyenin yaptırdığı Kültür merkezi iflahımızı söktü, oraya yerleşen timler, askerler kenti bomba yağmuruna tuttular… Ön caddedeki evlerin içine zırhlı araçlar sürdüler, kapılar ö yüzden kırıldı…” Bir amca önceki gün kapısının önünde nasıl kurşunlandığını anlatıyor. Bir başkası ölen, yaralanan komşularından bahsediyor. Oldukça genç bir kadın; “kaç gündür Türkçe, Kürtçe, Arapça anonslar yapıyorlardı, küfürler ediyorlar ve kadınsanız-erkekseniz gelin teslim olun, diyorlardı… Ama tabi kimse gidip teslim olmadı, hem niye teslim olacaktık ki?” diyor...
Cizrelilerin her gelene yaşadıklarını, duygularını anlatma isteğine aslında seviniyorum. Çünkü anlatma çabasını iyileşme isteğinin en güçlü dışa vurumu olarak kabul ediyorum. Cizre’yi yıkık, dökük, umutları ve ruhları yaralı bırakıp döndüğümde en büyük tesellim işte bu oluyor. Yarın defnedecekleri cenazeleri için hazırlanan Cizre viran evini ve fakir sofrasını her gelene açarken ruhunu da açma cömertliği ile aslında tüm Türkiye’ye anlaşılmak kadar birlikte iyileşmeyi öneriyor…(YG/HK)
* Fotoğraflar: Yüksel Genç