Ablukalar ilk başladığında Silopi’de katledilen Fatma Nayır ve kimi Cizrelilerin; “…Harekete geçmezseniz, bizi şimdi duymazsanız yarın çok geç olacak, o zamanda gelmeyin… Hikayelerimizi dinlemeyin… Fotoğraf çekmeyin” deyişini unutamasam da kendimi tutamıyorum, yasağın kalktığı ama ablukanın sürdüğü 5 Mart Cumartesi günü Cizre yollarında kendimi buluyorum…
Cizre’ye girmek hiç kolay olmuyor… Girişte bizi onlarca özel tim üyelerinin de olduğu polisler ve zırhlı araçlar karşılıyor. Kente girişlere kimlik kontrolü ve aramalar eşliğinde izin veren polisin uygulamalarındaki keyfilik yüzünden oluşan uzunca kuyruk, özellikle tır ve kamyon geçişlerini zorlaştıran tutumlar insanları epey germiş görünüyor.
Güç bela bu gergin ortamdan çıkıp kent merkezine doğru ilerlerken en çok da neyle karşılaşacağımızı tahayyül etmeye çalışıyorum. Kentin medyaya yansıyan görüntülerini hatırladıkça da yüreğim sıkışıyor… Önce belediye binasına geçiyoruz. Belediye eşbaşkanları, GAP belediyeler birliği üyelerini, DBP eşbaşakanı ve HDP’li vekilleri kentin durumu, ihtiyaç tespiti ve planlamalar yaparken buluyoruz.
Gıda
Kentte Hukukçulardan danışmanlardan ve teknik ekipten oluşan grupların hasar tespit çalışmaları, delil toplama, yaşananı raporlama girişimleri olduğunu öğreniyoruz. Bir kısmı hiç bir biçimde kullanılamayacak, binlerce evin tahrip olduğunu, yasağın yarım günlük kalkmasının ardından kente dönen Cizrelilerin ilk olarak evlerinin ne durumda olduğunu görmeye gittiğini, gördükleri manzara karşısında büyük şaşkınlıklar yaşadıklarını, yıkıntıların ve moloz yığınlarının içinde bir kısım ailenin kalacak yer açmaya çalıştığını, bir kısım ailenin kentin nispeten daha sağlam evlerine dağıtılmaya başlandığını, yaşayacakları barınacakları bir ev oluşana kadar bu insanları ikame edecek alternatifleri tartışan belediyenin epey çok desteğe olduğunu vs. öğreniyoruz.
DBP-HDP ilçe binalarının tümden tahribi nedeniyle yaşanan kıyametin mağduru olan halk belediyeye başvuruyor. Kimi ihtiyacını kimi bulduğu delili, kimi acısını, kimi kaybını kayda geçirmeye çalışıyor. Belediye eşbaşkanları hasarların tespitinden, yapılacak yardımların toparlanıp dağıtımına ve kentin yeniden inşasına kadar bir dizi çalışmada yer alacak personele ihtiyaç duyduklarını, kendi personellerinin büyük kısmının aile ve yakınları katledildiği için taziye halinde olduğunu söylüyor. Bunun üzerine bir koordinasyonun acilen oluşturulması, başta GAP belediyeler birliği olmak üzere DBP’li belediyelerin maddi, manevi, insan desteğinde bulunabileceği bir planlama hızla çıkarılıyor. Günlerdir doğru dürüst gıda temininde bulunamayan halka yemek yapmak üzere Diyarbakır’dan gelen bir yemek Tırının bugünden itibaren binlerce kişiyi doyurabilecek bir kapasiteyle çalışacağı, ancak kentlerden gelen gıda tırlarının arama adı altında kente girişinin engellendiği söyleniyor. Kentin acil gıdaya ihtiyacı var…
Su
Cizre Belediye eşbaşkanlarının ise ısrarla istediği bir yardım ise yürek burkuyor: Su!
“Güvenlik güçlerinin” kenti bombalarken su depolarını hedef aldığı ve kentin üçte ikisine su verilemediği söyleniyor. Aklıma bodrumda katledilmeden önce yaralıların sosyal medyaya da düşen “Su heval su…” çığlıkları düşüyor. Tüm Cizre bodrum olmuş da susuzluktan kavruluyor gibi geliyor bana… Cizre de yaşanan için; felaket, soykırım, kıyım, katliam, cehennem gibi yapılan tariflere bu nedenle bir de “kerbala”yı ekliyorum…
Bodrum
Belediye’den sonraki durağımız bu kıyamın, cehennemin en çok yaşatıldığı mahallelerden en büyüğüne Cudi’ye geçiyoruz. Top, tank, roket katyuşalarla yıkılmış, paramparça edilmiş, delik deşik binaların yanından geçiyoruz. İlk durağımız Bostan sokaktaki birinci bodrum! Bodrumun omuzlayıp kaldırdığı binadan geriye kalan yıkıntıya, moloz yığınına bakıyoruz. İçinden geçip tahrip olmuş bodruma giriyoruz.
İçerisi önce zifiri karanlık, bir şey seçemiyoruz. Sonra telefon lambaları ile aydınlanan ortamda gördüğümüz felaket, suratımıza tüm insanlığın utancını çarpıveriyor. Yanmış duvarlar, duvar kenarlarına yapışmış parçalar, yanmış insan kemikleri, muhtemelen yaralıları tedavide kullandıkları pamuk parçaları, bir bölmede yine yanmış biçimde küçük bir elektrikli soba… Arkadan bir ses “hepsini burada yakarak katlettiler, parçaladılar…24 cenaze çıkardık… Kimi tabutlara 3-4 cenaze koyduk, çünkü yanmışlardı, bir şey kalmamıştı…” diyor, kulağıma çığlıklar üşüşüyor…
Günlerce bu bodrumda yaşadıklarına ses arayanları çaresizce nasıl dinlediğimizi, bu insanlık suçunu engelleyecek gücü gösteremeyerek nasıl ortak kılındığımızı anımsıyorum. Mehmet Tunç’un telefonda katliamı haber veren, yardım isteyen çığlığı kulaklarıma gelip yerleşiyor. Karanlık bodrumda kızaran yüzümü saklayamıyorum… Bodrumdan çıktığımızda Cizreli bir ana Kürtçe “Allah bunu yapanların yanına bırakmasın...” diyor. Yan tarafta yıkıntılar içinde duran biri geliyor, elinde katyuşaya ve topa benzeyen parçaları gösteriyor, Kürtçe haykırıyor; “…Benim evimin müjdesidir, döndüğümde bana verilen müjdedir bu!..” diyor…
Teşhir
Birinci bodrumdan sola dönüp ancak on metre gidiyoruz ki Faysal Sarıyıldız parkeli kaldırıma işaret ediyor: “Kadın arkadaşın bedeninin çırılçıplak teşhir edildiği yer burası!”
Sarsılarak duruyoruz. Teşhirin yapıldığı ve bodrum katliamının henüz yaşanmadığı vakitlerde, asker buraya kadar geldiği halde devletin ısrarla bodrumdaki yaralılar için; “saldırı var ambulansı yaklaştıramıyoruz… Bodrumdaki yaralıları Nusaybin caddesine gelsin” diyerek kamuoyunu nasıl da yanılttığına dair bu tanıklık içimi bulandırıyor… Sarıyıldız devam ediyor; “Yetkililer burada kimse sağ çıkmayacak diyordu ve öyle yaptılar” Durduğumuz yerden harap bir yapıya daha işaret ediyor: “Yasak kalktığı ilk gün halk buraya geliyor, kapının önünde kan gölü ve birde kadın pantolonu görüyor. Fotoğrafı da var bu anın… Anlatımlara göre genç bir kadın sokağa çıkınca yaralanıyor, korunmak için bu binaya doğru koşuyor, orada infaz ediliyor, cenaze nerde bilmiyoruz…”
Biraz yürüdükten sonra Narin sokakta, yerle yeksan olmuş bir yıkıntının yanında duruyoruz. Sarıyıldız anlatıyor; “Burası 5 katlı bir binaydı altıda ikinci vahşet bodrumu… Üçüncü bodrumda hemen bu yakınında… Burada 62 insan katledildi…”
Kokuların geldiği yıkıntılara doğru bakıyoruz “hala cenazeler olduğunu sanıyoruz altında… 16 yaşında Abdullah Gün çağrılar üzerine dışarı çıkmış… Kapıda vurup öldürmüşler, bunun üzerine bodrumdan kimse çıkamamış…” Faysal bir evin duvarına işaret ediyor, üstünde “barış” yazıyor, yerde ise işlemeli siyah bir minder gösteriyor; “yasağın kalktığı gün, bunun üzerinde kopmuş bir kol parçası gördük… Koldaki elbisenin aynısının bulunduğu diğer insan uzvunu da Dicle nehrinin kıyısında bulduk… Devlet yasak kalkmadan önce delil karartmak için, dereye yıkıntıların hafriyatını taşıyıp dökmüş, cenaze parçalarını da… Bir kısım cenazede bu nedenle kayıp…”
Bu arada biri güvenlik güçlerinin 150 kişi ile yakın zamanda mahallelere gireceği ve kalan delilleri karartacağı duyumunu paylaşıyor…
İnkar
Az sonra DBP Eşbaşkanı Kamuran Yüksek, beraberindeki heyetle ikinci bodrumun yanında, bir bina yıkıntısının içinde açıklama yapıyor. Söyledikleri acı yüklü: “…Böyle bir inkarcılık tarihte yoktur… 175 insanımız burada yakılarak, parçalanarak çıkarıldı ama Davutoğlu’na göre hiçbir şey yok!.. Ellerinden gelse yıkıntı da yok diyecekler… Kamuoyuna çağrımdır gelin kendiniz görün… Burada AKP’nin icraatlarına tanıklık ediyoruz: Yıkım! Tek kelimeyle yıkım politikası… Türkiye’de darbe yapılmıştır… Faşist rejim ülkeyi yönetiyor… Hiçbir insanımızı başına bunu getirenlere muhtaç etmeyeceğiz… Cizre için herkes elini taşın altına koysun…”
Birkaç taziye evini de ziyaret için yürümeye başladığımızda yol boyunca bizimle dolaşan gençlerden biri anlatıyor: “Kuzenim Hacı Özdal ayağından hafif yaralıydı. Onu da hastanede katlettiler. Refakatinde olan kardeşi askerden izne yeni gelmişti… Önceki yasakta da Hacı’nın bir kardeşi infaz edilmişti, şimdi kendi… Dayımların evlerine asker-polis yerleşmiş. Yasak kalkınca evlerine gittiler… Her yer berbat! Yerde de iki üç tane kimlik -pasaport var; yabancı yazıyormuş, Arapça falan, yabancı uyruklu!.. Kimi getirmiş bunlar Cizre’ye?”
Dikkatimi çekiyor; mahalleleri ziyaretimiz boyunca Cizreliler oldukça vakur biçimde bizimle dolaşıyor, yaşadıklarını, tanıklıklarını anlatmaya çalışıyor. Anlıyorum ki Cizreliler iyileşmeye çalışıyor! Bizlerle konuşma, anlatma çabası buna işaret ediyor...
Bekes**
İlk gittiğimiz taziye gencecik iki kardeş; Mehmet ve Sahip Edin için açılmış. Evin kapısında Mersin'den gelmiş orta yaşlı bir kadın karşılıyor: “Allah hain Kürdü düzeltsin” anlamına gelen bir Kürtçe deyim söylüyor. Ağıtların, bağırış çağırışların olmadığı sakin taziye bizleri şaşırtıyor. İnsanlar adeta hayatlarının rutinini yaşar gibi duruyor. Az sonra evin terasından bir kadın kirlice bir gömlek sallıyor; “Oğlum Mehmet’in tek bu gömleği kalmış, daha teri üzerinde… Sahip’ten hiçbir şey bırakmamışlar…” ses acılı, ses gururlu… Bir anne için ne zor iki evladın böyle yitimi! Orda öğreniyoruz, evin kaynana ve gelininin de ilk 9 günlük abluka sırasında katledildiğini, şimdi de oğulları…
Çıkıyoruz oradan, geçiyoruz yıkıntılardan… Son taziye evi Dicle’nin kıyısında; Mehmet ve Orhan Tunç kardeşler için açılmış. Şallı-şepiki üzerinde babası ve akrabaları karşılıyor bizi. Sessiz, suskun baba uzaklara dalar gibi bakıyor yüzümüze. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor… Kalkıyoruz, annelerini ve Orhan’ın yaşamını yitirdiği gün doğan oğlu Bekes’i görmek için yan eve geçiyoruz. Babaya “oğlun bu halkın kahramanıdır” denir demez o dağ gibi adam koyuveriyor kendini, uzak bakışları taşıyan gözler akıyor ama hep suskun!
Her iki kardeşin gencecik eşlerinin yüzündeki şaşkınlık ve acıya dalıyoruz. İçerde 25 günlük Bekes’in çığlıkları geliyor… O sıra aklıma düşüyor Bekes’in doğduğu gün annesinin söyledikleri: “Bêkes büyüyecek ve babasını soracak. Ben ona baban tüm dünyanın gözü önünde ölüme terk edildi diye anlatacağım” (YG/HK)
*Cizir Mala Me Ye: Cizre evimizdir.
**Kimsesiz
Fotoğraf: Vecdi Erbay - Cizre