Güzide memleketimizin tarihi biraz da yargılamalar tarihidir. Kuvvetler ayrılmış gibi yaptığından beri biz topluca bir kuvvete abanırız, onu çalıştırırız.
Bu nedenle yargımızın bir kanadı daimi teyakkuzda, diğer yanı atalet içindedir. İnsanlarımız birbirini “seni adliyelerde sürüm sürüm süründürürüm” diyerek tehdit eder. Sonra ceza hukuku kürsüleri bu lafın gerçekten tehdit olup olmadığını araştırır. Hadi küçük bir güzellik olsun; tehdit değildir.
Yargılamalar, sorgulamalar tarihimiz anılara konu olur. Savunmalar dilden dile dolaşır. Sanıklar, kürsüde oturana değil de onu da aşarak daha büyük bir güce derdini anlatmak ister. Tarihe not düşülür, savunmalar bastırılır, kitap olur elden ele dolaşır.
Peki, yargılama kası son derece gelişmiş bir topluluk olarak bir davanın siyasi olup olmadığını nasıl anlarız? Benim bulduğum ölçü şu: Üzerinden yeterince zaman geçtiğinde davaya konu edileni saçma buluyorsak o dava siyasidir.
Mesela Şevket Süreyya Aydemir’in "Suyu Arayan Adam" kitabında, tarlada çalışırken kafasına hasır şapka takan kişinin, kanundan önce kafasını örttü diye, kanundan sonra örtmedi diye yargılandığını anlatır. Adam merdivenlerden inerken “Bir karar verin. Örtüyor muyuz, örtmüyor muyuz” diye bağırır. Saçma değil mi? Demek ki o dava da siyasi idi. Başka neler vardı, hemen aklınıza gelen ilk beşi sayın desem, beş yetmez on beş olsun dersiniz değil mi?
Siyasi davalara düşünce suçu davaları alt başlığı da eklenir tabii. Bu tür davaların efsane avukatlarından biri Gülçin Çaylıgil’dir. Türkiye’nin Avrupa Birliği vizyonu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yolu falan olmadığı zamanlarda bu davalarda savunmalar yapmıştır. Bilenler bilir daha Handyside-Birleşik Krallık kararı yok! Ki o karar da porno dergiyle ilgilidir ama olsun. Bizde sağdan sola her hukukçu o karara en az bir kere atıf yapar. Hani şu “sadece alışılmış, bilindik olanların değil şoke edici fikirlerin de serbestçe tartışılması gerekir” cümlesi nedeniyle pek sevilir, sıkça kullanılır.
İşte bunlar hiç yokken, hukukçunun daha yaratıcı olması gereken zamanlarda ancak Gülçin Çaylıgil gibi bir avukatın yapabileceği işler var elbette.
Davalardan birinde müvekkili olan gazeteci yazısını “civcivin yumurtanın kabuğunu kırdığı gibi gelecektir hürriyet” diyerek bitiriyor. Külyutmaz mekanizma şıp diye tehlikeyi yakalıyor ve komünizm propagandası yapmak suçundan dava açılıyor. Gülçin Çaylıgil savunmasında bilimsel sosyalizmin kendiliğinden hareketi tanımadığını, dolayısıyla yazının da komünizm propagandası yapmaya elverişli olmadığını hem de Lenin’e atıfla açıklıyor. Müvekkili beraat ediyor. Aynı dönemlerde ünlü yazarlarımızdan biri hakkında “yok öyle tek başına yemek, koy ortaya beraber yiyelim” demek suretiyle komünizm propagandası yapmak suçundan dava açılıyor.
Dosyada bir ihbarcı var. Aranıyor taranıyor adam bulunuyor. Hâkim soruyor, “Ne duydun, nerede duydun anlat”. Muhbir vatandaş anlatıyor. “Bir gün köfteciye gittim.
Önümde kalabalık bir masa vardı. Sanık da oradaydı. Köfteler gelince sanık ihbarımda söylediklerimi söyledi”. Hâkim tekrar soruyor. “Sanık bu sözleri köfteler hakkında mı söyledi?”. Cevap “evet” olunca, köfteyi ortadan yeme derdindeki yazar hakkında beraat kararı veriliyor.
Aradan yıllar geçiyor, daktilonun yerini bilgisayar alıyor. Yargıçlar ve savcılar kürsüde, sanıklar ve avukatlar yerlerinde, yargılamalar sürüyor.
Barış İçin Akademisyenler (BAK) veya “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi olarak bilinen tutum açıklamasına imza atan akademisyenlerin yargılamalarında sanık savunmasını “Emile Zola’nın da dediği gibi asıl biz itham ediyoruz” diye bitiriyor. Zabıt kâtibi tutanağa “Emine Solan’ın da dediği gibi…” diye yazıyor.
Ağır ceza heyetinin hakimleri ve duruşma savcısı tutanağı önlerindeki ekrandan görüyor, ama yanlışı düzelten olmuyor. Salondan itiraz geliyor, “efendim tutanağa yanlış geçti” deniliyor. Bakıyorlar, ama göremiyorlar bir türlü. Salondakiler “Emine değil Emil” diyor. Bizde harfler yazıldığı gibi okunduğundan bu defa sondaki -e harfinin boynu bükük kalıyor.
Nihayet tutanak düzeliyor düzelmesine ama yargıladıkları bir salon dolusu akademisyenin karşısında heyeti bir sıcak basıyor tabii.
Ama salondakiler akademisyen olunca, kimin neyi bilmediğini, hatta bilmeyenin neyi neden bilmediğini bilip anlamak da onlara düşüyor.
(ÖZ/EMK)







