Fotoğraf:
80’li yılların ortasında köyden kente göç, kırma bir kültür oluşturdu. Bu melez kültürü “tenekeli mahallesinde” yaşayan yeni bir tipolojiye karşılık geliyordu. Şehir burjuvazisine öykünmeden, neonlu vitrinlerin sağladığı görsel doyumdan, kısa yoldan zenginleşme masalından, arabeskten ve varoştan oluşan bir sosyallikti bu. Siyaseten karşılığı Özal’dı o zamanlar.
Şehrin merkezine bu kadar yakın ve bu kadar kanunsuz tenekeli mahallesinde evlerin damları, çinkoyla, teneke demiriyle ya da araba lastiğiyle kaplı olurdu.
Tenekeli mahallesi, kâğıt toplayıcıları ve ayı oynatanların bir arada yaşadığı, gecenin birinde sabahçı kahvesinde kelle paça içilebilen, göz göze geldiğinizde "bişey lazım mı abi" demek için bekleyen on iki on üç yaşlarındaki çocukların neredeyse hiç uyumadığı, kısa yoldan zenginleşme masalına inananların mahallesiydi.
Bu mahalle kapitalist rüyadan bir dışlanma hikayesiydi biraz da.
İnsan denilen derin bir kuyudur ki çoğunlukla kendisi de bu kuyunun dibini göremez. Kimi görmek istemez, kimi bakmayı bilmez, kimi bir kuyusu olduğunun bile farkına varmadan ölür gider. Bu kuyudan sanat da çıkabilir cinayet de. Hacettepe felsefeden arkadaşımdı Mahir. Tenekeli mahallesinde doğup büyümüş, işte bu derin kuyudan cinayet yerine sanat çıkarmayı başarmış biriydi.
Son kitabı, doğup büyüdüğü tenekeli mahallesine bir karşısav olarak yazılmış masalımsı öykülerden oluşuyor.
“Şehrin en güzel köprüsünün üstünde caz çalıyordu, sokak müzisyenleri, tramvayların zil sesi de geliyordu arada ve sıkça gidip bir marketten, bira alıp, susuyorduk birlikte. Semra da nehir kıyılarını ve köprü altlarını öylesine çok severdi. Deli nehirlerin yüzünde gerinir, sularda kulaç atar, kıyısında yatardı sere serpe. Yaşamak demek, yazsa nehir kıyısında pikniğe gitmek, kışsa sobanın etrafında kestane kokuları nehir kıyılarını beklemekti ona göre.”
Bu da öyküsünden bir alıntı. Arabesk tutumları sevdasının çaresizliğine yerdiği, karşı konmaz bir yıkımın kurbanı olmayı seçmek türünden bir katlanış acılığından kendine bir büyüklenme payı çıkarttığı öykülerini, verdiği yanlış ileti açısından eleştiririm. Masallara yeniden inanmamı sağlayan büyüleyici diline diyecek yok ama.
Masal demişken, masallar olağanın dışında bir akışı betimler. Alışılagelmiş bir düzen içinde akıp giden yaşamın bir yerinde, bu düzenin, bu alışılmışlık dokusunun yırtılmasından ortaya çıkarlar.
Çoğunlukla uyumadan önce çocuklara anlatılır ve hepsi "ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar" cümlesiyle biter.
Yetişkinlerin de masallara ihtiyacı vardır. Çirkin gerçekliği dayanılabilir kılmanın başkaca bir yoludur masal. Hadi çocukları geçtim, yetişkinler de masal dinlerken prensin kurbağayı neden öptüğünü sorgulamazlar, çünkü sorgulamaya başladıkları anda tansık kaybolur, anlatı tılsımını yitirir, akıl, prensin maazallah deli olduğuna karar verebilir. Cindirella’nın ayakkabısının neden ayağından çıktığı sorgulanmaya görsün bunun kalitesiz bir ayakkabı olduğunda karar kılınabilir, Kırmızı Başlıklı Kız’ın kurtla diyaloğundan halüsinasyonlar, Peter Pan ve Harry Potter’dan bir yanılsamalar ve delilik anlatısı çıkarılabilir.
Sayın İbrahim Kalın “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır.” demiş.
Bir kere, Kalın’ın güzellemesini yaptığı masalların, din ve milliyetçilik üzerinden tahkim edilen sömürü ve soygun düzeninin kutsanması anlamına geldiğini belirtelim.
Kalın’ın güzellemesini yaptığı masal, aç insanların pencerelere seslendiği, kadınlar vahşice öldürülüp şiddet görürken “tarikatlara paye olsun diye” İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açıldığı, engellenmeye çalışılan internet üzerinden “vatan-millet-sakarya" edebiyatı pazarlandığı, hukukun yerle yeksan edilip, baro başkanlarının dövdürüldüğü, Cumartesi Annelerinin çocuklarının ölüsünü kırk yıldan beri sorduğu bir distopyaya karşılık geliyor.
Bu gerçeklikten masal çıkar mı sayın Kalın? Kapitalizm canavarının dişleri arasından sarkan varoluşun kanlı ölüsünden masal çıkarabilir mi?
Cumartesi Anneleri çocuklarının öldürüldüğü gerçeğiyle yaşıyorlar. İstedikleri şey çocuklarının kemikleri, mezarları, çünkü biliyorlar ki çocuklarının gövdesinin dağılmış parçalarını yeniden bir araya getirebilirlerse, tazelenip yeniden doğmuş gibi yeryüzüne dönerek, insan arasına karışabilirler ve o tezahürleriyle hakikatin tanığı olup saklanan her şeyi açığa çıkarırlar.
Garip değil mi yaşamımızı nasıl kurduğumuz? Bir iplik parçası, bir çivi, bir mantar, bir kâğıt, bir paçavra, biraz toz, çocukların gövdelerinin dağılmış parçaları, şehrin rögarına bırakılmış bir Ali İsmail çığlığı, tenekeli mahallesinde işlenen meçhul bir kadın cinayeti, vitrinlerde neon ışıkları, bizi terk etmiş kediler mezarlığı; kısacası birkaç hiçbir araya gelir, adı yaşam olur.
Kalın’ın nostaljisi bir kaçışa bir inkâra da işaret ediyor. Çünkü bu tür insanlar, kaçış insanlarıdır.
Hacettepe felsefeden değerli hocam Bilge Karasu “Göçmüş Kediler Bahçesi” adlı öyküsünde, “burası, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe baktıkları yeriydi herhalde bu kentin.” der.
Göçmüş Kediler Bahçesi’nin coğrafyası, bozkırın, rüzgârın ve suyun yontup bir başyapıta çevirdiği taşın, yağmur kokulu toprağın, kısacası Anadolu'nun coğrafyasıdır. Deniz aylarını bekleyerek uzun kışlarda ısınan insanların ülkesidir Anadolu. Gerçeklikle hayalin, büyülü anlatımla kurmacanın iç içe geçtiği bir masal coğrafyasıdır. Bu ülkede devrimci, yağmurlu kentten umut savaşçısı güneşçi bir adamdır.
Göçmüş Kediler Bahçesi, kedilerin terk ettiği bir bahçedir; bir zaman önce bizi seçen, dizimizin dibinden ayrılmayan kedilerin terk ettiği bir bahçe. Bahçe siz olmalısınız. Eğer değilseniz, o vakit ya kedileriniz hiç olmadı ya da bahçe yok.
Doğru biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Kedilerin bahçeyi terk etmesi gibi Anadolu denen coğrafyayı masalların tümden terk etmesi tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Bırakın kendi hikayemizi yazmayı masallar ve kediler terk edecek bizi.
Olmayacak bir gerçeklikten masal çıkarmaya çalışırsanız, acı bir masal olur çıkarsınız sayın Kalın.
Ama yazarın dediği gibi, «gece yarısına ulaşıldığında karanlığın içine yeni bir günün umudu sızabilir» belki. (JHK/RT)