Birçok farklı şekilde karşımıza çıkan cinsiyet-temelli sansür, Hindistan televizyonunda Taslima Nesrin’in dizisinin yasaklanmasından Amerikalı feministlerin bloglarına gönderilen ölüm ve tecavüz tehditlerine, kadınların toplum içerisindeki seslerini bastırma çabalarında da açıkça görülüyor.
Kendine Ait Bir Oda kitabında Virginia Woolf, edebiyat dünyasının ve entelektüel ortamın (1929’da ezici bir çoğunluğu erkekti) kadınların yazdıkları eserlere karşı neden bu kadar soğuk olduğunu sorguluyor. Woolf’un vardığı sonuç, erkeklerin, toplum üzerindeki kontrollerini meşrulaştırmak için, kadınların kendilerini üstün gördüklerine inanmaya ihtiyaçları olduğudur; dolayısıyla da, kadınların gerçek görüşlerinin ne olduğuyla ilgili deliller hoş karşılanmamaktadır.
Kadın yazarların seslerini bastırmak, ataerkil toplumlar için esastır. Hindistan’da Taslima Nesrin’in dizisinin yasaklanmasından Amerika’daki feminist blogculara kadar, cinsiyet-temelli sansür örnekleri Woolf’un analizinin hala geçerli olduğunu göstermektedir.
Peki cinsiyet-temelli sansür nedir? Haklar, Edebiyat ve Gelişim için Dünya Kadın Örgütü (Women's WORLD), bunu 1995’te bendeniz taslağını yazdıktan sonra, Kelimenin Gücü: Kültür, Sansür ve Ses’te tanımladı:
"Devlet politikaları ile ilgili yazan kadınlar, muhalif erkekleri susturmak için kullanılan araçlar ile susturuluyor, ancak, pratikte, bu tür sansürler bile cinsiyetten etkileniyor. Ancak bizim gördüğümüz şekliyle, cinsiyet-temelli sansür, bu resmi, örgütlü sindirmeden çok daha geniş ve daha yaygındır. Kadınların sesini kısan, tecrübelerinin meşruiyetini reddeden ve onları siyasi konuların dışında tutan bir dizi sosyal mekanizmanın içerisinde yerleşik haldedir. Amacı kadınların hayatlarının gerçek koşullarını ve ataerkil cinsiyet ilişkilerindeki adaletsizliği gizlemek, ve diğerlerinin gözünü korkutmak amacıyla kendini bilmeyen kadınları hedef alarak kadın yazarların sessizliği bozmasını engellemektir.”
Bugünlerde cinsiyet-temelli sansür çoğunlukla din adına yapılsa da, kökleri kadın düşmanlığı ve cinsel panikte yatmaktadır.
Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’ni ele alalım. Bu ayın en önemli yazılarından biri, feminist gazeteci Amanda Hess’in yazdığı, "Kadınlar İnternette neden Hoş Karşılanmıyor?"dur. Hess yazısında kendisini seks, Hollywood, ergenler ve teknoloji üzerine yazılar yazan serbest bir yazar olarak tanımlıyor. Blogunun adı ise ‘Sex with Amanda Hess’ (Amanda Hess ile Seks). Diğer örneklerin yanı sıra, Bank of England’ın banknotlarda daha fazla kadın resmi kullanması talebiyle bir web sitesi açan Caroline Criado-Perez’e internet üzerinden yağdırılan tecavüz tehditlerinden bahsediyor. Hess aynı zamanda internet üzerinden yapılan ölüm ve tecavüz tehditleri konusunda hiçbir tedbir alınmamasına ve kolluk kuvvetleri ile internet şirketlerinin bu konuda sürekli olarak sorumluluğu birbirlerine atmalarına dikkat çekiyor. Örneğin, geçtiğimiz yıl, ABD’deki ateist blogcu “skepchick” Rebecca Watson, kendisine gönderilen ölüm ve tecavüz tehditleri ile ilgili polise gittiğinde, polis, birisi ona gerçekten saldırmadığı sürece – ki “saldırının gerçekleşmesi durumunda ellerinde oldukça iyi bir ipucu” olacakmış - bu konuda hiçbir şey yapamayacaklarını söyledi.
Tüm bunların, kadınların ifade özgürlüğü üzerinde oldukça olumsuz bir etkisi olabilir. Hess’in de ortaya koyduğu gibi, “Tecavüz, ölüm ve sapık takip tehditleri duygu dünyamızı ele geçirebilir, zamanımızı alır, yasal işlemler, internet üzerinden korunma hizmetleri ve kaybettiğimiz maaşlar nedeniyle de bize büyük bir maliyet getirir.” Conor Friedersdorf böylesi, “internet üzerinden cinsiyetçi tacizlerin” aynı zamanda neden erkeklere göre çok az sayıda kadın blogcu olduğunu açıklayabileceğini öne sürüyor; sürekli tehdit mesajları ve ağır hakaretler nedeniyle çoğu kadın arkadaşı “ya kişisel bloglarını kapattılar ve halka açık bir şekilde yazmaktan vazgeçtiler, veya gazetecilik çabalarını kişisel blog formatından çıkararak daha geleneksel formatları benimsediler.”
İnternet, sansürün erkek ve kadınlara farklı şekillerde uygulandığı bir alandır. Yazmak için yeteri kadar güvende hissetmeye ihtiyacı olan kadınların çıkarları ile kadınları istedikleri kadar taciz etme hakkını kendilerinde gören internet zorbalarının çıkarları ile çatışıyor.
Feminist hareket telefon tehditlerini suç kapsamına alan ABD Kadınlara Karşı Şiddet Kanunu gibi yasal korumaların geliştirilmesi için yıllarca mücadele etti ve yakın geçmişte internet üzerinden yapılan tehditleri de yasal korumalara dahil etme önerisinde bulundu. Gözlemci bir kurum olan Elektronik Sınır Vakfı gizlilik hakkı ile ilgili endişeleri öne sürerek bu fikre karşı çıktı. Ama gizlilik hakkı ölüm tehditlerinden önemli olmalı mı? Snowden devrinde kimse İnternet üzerinden iletişime hükümetin daha da fazla müdahale etmesini istemez, ancak, din özgürlüğü gibi, erkeklerin kendilerini ifade etme tarzları da, kadınların da haklarının olduğunun ve kadınların seslerinin – özellikle de başkalarının uğraşmak istemediği konuları ele aldıkları zaman – demokrasi, eşitlik ve kamu yararı için asli olduğunun kabulü ile sınırlandırılmalıdır.
Aynı kaygı, Bangladeşli yazar Taslima Nesrin için de geçerlidir. Nesrin’in sansürcüleri, onu susturmak için köktencilik, siyasi fırsatçılık ve cinsel ses kısma yöntemlerinin ölümcül bir karışımını kullandılar. Nesrin 1994 yılında “dini duyguları rencide ettiği” gerekçesi ile hakkında çıkarılan İslami fetva ve hükümet ithamnamesi ile Bangladeş’ten kovulmuştu. İslamcılar onun dini eleştirme tarzından nefret ediyorlardı ve hükümet de kendisinden, Müslümanların Hinduları tabi tuttuğu şiddeti ortaya koyan bir kitap yazdığı için nefret ediyordu. Bangladeş Ulusal Parti hükümeti böyle bir şiddetin yaşanmadığını iddia ediyordu. Ölüm tehditleri aldı, yeraltına girdi ve Kuzey medyasının İslamın kadınlara nasıl kötü davrandığı ile ilgili olarak kullandığı ilk poster kızlarından biri haline geldi. O dönemde onun adına bir kampanyanın organize edilmesine yardımcı oldum ve 2002’de seksin, din ve politika kadar ona yapılan zulmün önde gelen nedenlerinden biri olduğunu yazdım:
"Nesrin sadece Bangladeş’in Hindu azınlığının uğradığı zulüm ile ilgili bir roman yazdığı veya Hindistanlı bir gazeteciye Şeriatın (…) çağdışı olduğunu ve artık geçmişte kalması gerektiğini söylediği için ülkeden kaçmak zorunda kalmadı. Erkek veya kadın, böyle şeyler söyleyen başka Bangladeşli yazarlar oldu; kimileri köktenciler tarafından tehdit aldılar; ancak çoğu hala orada. Nesrin bu tabuları yıkmayı, daha da cüretkar bir ihlal ile birleştirdi: çoğu küfürlü olan ve kesinlikle tartışma konusu olamayacak gizli cinsel tecrübe ve hislerin dünyasının kapılarını açtı. Hem seks, hem din, hem devlet politikaları ile ilgili yazdı, ve bunu, köktenciliğin tırmanışta olduğu kötü bir zamanda yaptı. İşte bu kombinasyon onun sonu oldu.”
Nesrin sonunda 2004’ten 2007’te kadar mutlu bir şekilde yaşadığı Kolkata’ya yerleşti. 2007’de İslamcılar onun oradaki varlığını protesto etmeye başladı. Nandigram’da, fakir ve büyük oranda Müslüman olan çiftçilerin zorla sanayileşme ve arazilerine el koyulmasına karşı başlattıkları hareket, siyasi manipülasyon yoluyla saptırılarak Nesrin ile ilgili bir ayaklanmaya dönüştürüldü Batı Bengal’da o dönemde hükümette olan sol CPI(M) partisi, ondan kurtulmayı, arazi konularını çözmekten daha kolay buldu. Ertesi yıl, Nesrin’i New York’ta gördüğümde bana, kendisine eşyalarını toplamak için zaman bile vermeden onu Delhi’ye gönderdiklerini söyledi. Delhi’de federal hükümet, bunu kendisini korumak için yaptıklarını söyleyerek, onu aylarca ev hapsinde tutu. Bu arada da onu Hindistan’dan gitmesi için ikna etmeye çalıştı.
CPI(M) gibi solcu laikçi bir partinin ve onun federal müttefiki Congress Partisi’nin neden ifade özgürlüğünü bastırmak için Müslüman köktenciler ile birlikte hareket ettiğini sorabilirsiniz. Nesrin’in dediği gibi, bu tamamen seçime yönelik bir politika. “Kim Müslümanların oyunu almak istemez? Nüfusun yüzde 25’ini oluşturuyorlar.”
Birkaç yıl uzakta kaldıktan sonra yeniden Hindistan’a döndü ve Kolkata’da yasaklı olduğundan, Delhi’ye yerleşti. Burada bir Bengal kanalı için hazırlanmakta olan bir televizyon dizi üzerinde çalışmaya başladı. Zor Birlikte-Yaşamalar gibi bir anlam taşıyan Doohshahobash adındaki dizi, üç kız kardeşi de içeren bir Hindistanlı ailenin maruz kaldığı farklı cinsiyetçi baskıları ele alıyordu. Televizyon kanalı dizi ile ilgili çok büyük bir reklam kampanyası yaptı ve Taslima’nın yüzünü Kolkata’daki reklam panolarına yapıştırdı. Dizi Aralık ayında yayınlanmaya başlayacaktı.
Ancak 20 Aralık’ta, aniden 22 İslamcı gruptan oluşan bir koalisyon tarafından Batı Bengal’deki Trinamool Congress partisi hükümetine gittiği anda her şey durdu. Diziyi izlememelerine rağmen, dizinin Müslümanları rencide edeceğinden çok emindiler ve yasaklanması konusunda ısrarcı oldular; aksi taktirde insanlar ayaklanabilirdi. Kendisinden önceki CPI(M) gibi, Trinamool Congress partisi de boyun eğdi. Televizyon kanalının sözcüsü The Hindu’ya yaptığı açıklamada, "dış baskılar nedeniyle bu dizinin yayınını süresiz olarak erteledik" dedi.
Nesrin’in blogunda yazdığı gibi, bu sansür, Kolkata’nın edebiyat dünyası tarafından hayret verici şekilde kesinlikle protesto edilmedi. Garga Chatterjee Hindistan haftalık yayını Outlook’ta benzer bir yorum yaptı: “Kolkata’nın şu anki ve eski yöneticileri, Trinamool Congress ve CPI(M), dünya görüşlerinde ifade özgürlüğüne yer olmayan grupların kışkırtmalarıyla, özgür ifadeyi susturma rekoru kırma konusunda birbirleri ile yarışıyorlar gibi görünüyor. Bu duruşun kısa-vadeli seçim kazançları olsa da, dibe doğru yapılan bu yarışın kazananı olmaz.”
Kolkata’nın edebiyat dünyasının sessizliği ise, parti politikasından çok erkek seksüel dayanışması ile ilgili olabilir. Nesrin hiçbir zaman uyumlu olmamıştı ve tecavüz, çocuk istismarı ve cinsel taciz konularında sözünü esirgemedi. Anılarının ikinci cildi, Dwikhandito, Müslümanların duygularını ihlal ettiği iddiasıyla Kolkata’da yasaklandı. Ancak Nesrin 2005’te bana gerçek nedenin kitapta, edebiyat dünyasının elitleriyle ilgili isim vererek cinsel taciz ve cinsel ilişkiler içeren olayları anlatması olduğunu söylemişti. Yakın geçmişte ise, Delhi’de ünlü bir aydın olan Sunil Gangopadhyay’ı, konumundan faydalanarak genç kadın yazarları taciz etmekle suçladı. Bu tarz şeylerin açık şekilde tartışılması Hindistan için nispeten yeni bir gelişme. İşyerinde cinsel taciz ile ilgili bir yasa daha Nisan 2013’te geçti. Kurum veya işletmelerdeki yolsuzlukları ifşa etmeyi hedefleyen bir yayın politikası güden Tehelka gazetesinde çalışan genç bir gazetecinin editörü tarafından asansörde taciz edilmesi ise Kasım ayında tüm manşetlerde yer almıştı.
Bir demokrasinin ifade özgürlüğüne bağlılığı iki grup insana nasıl davrandığı ile ölçülür: sesleri çıkamayacak kadar düşük statüde olanlar ve kabul edilebilir ifade sınırlarını zorlayanlar. Güçlü olanları ve hiçbir zaman rencide etmeyenleri korumaya gerek yoktur. Cinsiyet-temelli sansürü protesto etmek, tecavüz ve cinsel tacize karşı mobilize olmanın bir parçasıdır. Çünkü kadınların ifade özgürlüğü ve kadın hareketleri ilişkilidir ve ikisinden birinin rencide etmeyenle sınırlandırılması durumunda, yok hükmündedir.
İnternetteki ve sokaktaki, uluslararası alandaki ve televizyondaki laik alan, sivil toplumun sağlığı için aslidir. Bu alanın, erkeklerin ve dindarların erişiminde olduğu kadar kadınların ve ateistlerin de erişiminde olması gerekmektedir. Bu da, Kolkata aydınları ve Amerikalı blogcular da dahil, erkeklerin, kadınların toplumda sesini yükseltme hakkını savunması gerektiği demektir.
Ve kadınlar da şiddete maruz kalmaktan korkmadan konuşabilmelidirler. Eğer bu kadınlar, erkek izzeti-nefsini rencide ederse, ne yapalım, Virginia Woolf’un 1929’da dediği gibi, bu da ifade özgürlüğünün bir parçası.
* Open Democracy web sitesinde yayınlanan bu yazıyı Esra Aygın bianet için Türkçleştirdi.