Gezi Direnişi süresince polisin uyguladığı şiddet ve orantısız güç dolayımıyla şiddet kavramı üzerine hep beraber konuşmaya başladığımız şu zamanda, kavramın bir başka boyutu olan cinsel şiddet meselesini de tekrar gündemimize almamız gerekir.
Konuyla ilgili farklı bakış açıları, mücadele olanakları geliştirmemiz ve hem kadınlar hem erkekler olarak üzerine konuşmamız her zamankinden daha çok mümkün olabilir. Böyle bir olanağın yaratılması için Alev Özkazanç’ın mayıs ayında yayınlanan “Cinsellik, Şiddet ve Hukuk” kitabının yol gösterici olduğunu düşünüyorum.
Kitap, Alev Özkazanç’ın kendi deyimiyle “doğrudan feminist politikayı ya da teoriyi kendi başına bir şeylermiş gibi değil, cinsellik, şiddet ve hukuk bağlantısına dair bir mesele üzerine düşünmeye çağıran yazılar”dan oluşuyor.
Kitapta derlenmiş yazılar ve söyleşiler bizleri, özellikle cinsellik bağlamında şiddetin tanımlamaya ve kaynağı üzerine düşünmeye yönlendirirken, Türkiye’deki mevcut feminist hareketin sorunun çözümünde oynadığı role dair de bir sorgulama yapmaya teşvik ediyor. Mevcut ve hakim feminist politik tarzlara karşı geliştirdiği bir politik eleştiri olarak tanımladığı duruşunda Özkazanç, ataerkillik ve şiddet arasındaki bağlantıya tek yönlü olarak işaret etmenin yetersiz olduğunu, mevzuya dair üretilen (ve yeniden üretilen) normlar üzerine düşünmek için tam tersi bir ilişkiye de eğilmek gerektiğini söylüyor.
Şiddetin (özellikle ataerkillik bağlamında) ‘dışarıdan gelen’, ontolojik bir olgu olduğu düşüncesinin aksine, tarihsel ve somut olarak ele alınması gereken bir sorun olduğuna işaret ediyor; ilişkiselliğini ve karmaşıklığını anlayabilmek amacıyla hem şiddeti uygulayan ‘ötekini’ ve ‘dışarıdakini’, hem de kendimizi dönüştürmemiz gereken bir düşünce biçimi öneriyor.
Özkazanç’ın özellikle üniversitelerde son dönemde düzenlenmeye başlayan cinsel tacize karşı önemler ve destek birimleri bağlamında yaptığı tartışmalarda işaret ettiklerinin, hukuk, cinsellik, şiddet ve şiddetle mücadele biçimleri arasındaki ilişkileri kurma biçimlerimiz ve konuya dair toplumsal hareketlilik yaratmamız açısından farklı bir yol açtığı kanısındayım.
Kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkileri düzenlerken, ya da genel olarak taciz üzerine konuşurken, tartışmanın hukuki çerçeveye hapsedilmesinin kadınları mağdurlaştırdığını ve dolayısıyla feminist hareketin esas amacı olan “kadını güçlendirmenin” önünde engel olduğunu söyleyen Özkazanç, bizleri feminist hareketin cinsel şiddet konusundaki argümanlarını hem söylemsel düzlemde hem de eylemler bağlamında tekrar düşünmeye cesaretlendiriyor.
Sadece kadınlara ve özel olarak şiddet mağduriyetine odaklı bir bakış açısının sorunun çözümü için yetersiz kaldığını, hukuk odaklı bir feminist bakışının bürokratik mantık, muhafazakarlık, sekterlik, otoriterlik gibi başka düzlemlere evrilebileceğine dair bizi uyarıyor. Şiddetin sadece ataerkilliğe dayanan, kadını mağdurlaştırıcı soyut bir tanımı ve tahlilini yapmaktan ziyade, feminist hareketin herkes için eşitlik, özgürlük ve adalet vaat eden bir kurucu güç olarak kendini var etmesi için, kadın ve erkeklerin bir arada düşünmelerine, her ortamda yakınlaşmalarına açık olmaları gerektiğini ve özellikle kadınların insiyatif aldığı bir siyaset izlemelerini öneriyor.
Mevcut taciz düzenlemelerini ve konuya dair tartışma biçimlerini kurumsal, bürokratik, disiplinci bir mantıktan çıkarıp toplumsal cinsiyet rollerini toptan sorgulayan, normatif kabulleri reddeden bir anlayışla kurulması gerektiğini söylüyor.
Kitabın bizlere üzerinde en çok düşünmemiz gereken nokta olarak sunduğu şeyin, şiddet tanımımızı ve çözüm önerilerimizi sadece kadınlara dair bir mesele olarak tartışmaktan vazgeçmek olduğunu düşünüyorum. Meseleyi sadece kadına karşı şiddet ya da cinsel şiddet meselesi olmaktan çıkarıp, bir parçası olduğu daha genel bir sorunu, yani cinsiyetçiliği ele alan politik müdahaleler yapılması ve ortaklıklar kurulması gerekmektedir.
Özkazanç’ın da belirttiği gibi, cinsiyetçi kültürü aşmak için onun çok ötesinde bir toplumsal sorgulama, işbirliği içeren diyaloglara girmek, kolektif eylem üretmek, yeni toplumsal pratikler yaratmak gerekiyor.
Erkeklerin ve kadınların birbirlerine bakış açılarını dönüştürmek, kadını ikincilleştiren, güçsüzleştiren mekanizmaları ve toplumsal cinsiyet rollerini altüst etmek, bu pratikler ve eylemler içinde birlikte özgürleşerek mümkün olabilir. Bütün bunları yaparken dikkate alınması gereken toplumsal cinsiyet, ırk, sınıf ilişkilerini bir arada değerlendiren ve şiddetle ilişkili olan ve olmayan tüm tahakküm ilişkileri arasındaki dolayımlardan sözeden bir analiz yapmak gerekiyor.
Özkazanç feministlerin konuyu ele almaktan vazgeçmelerini kesinlikle söylemiyor, fakat meseleyi hukuki mücadeleye ya da “erkeklere karşı bir savaşa” indirgememeleri; şiddete karşı mücadele verirken kolektif eylemlere, diyaloğa açık olmalarını öneriyor.
Türkiye’de her yıl yüzlerce kadın erkekler tarafından öldürülüyor, taciz ediliyor, tecavüze uğruyor. Çözüm sadece cinayetleri, tacizleri ve tecavüzleri engellemekten değil, erkeklerin neden bunu yaptıklarını ve toplumun bunu kabullendiğini anlayabilmekten de geçiyor. Bunu anlayabilmek için şiddet kavramının tarihselliğinin ve başka alanlarla ilişkiselliğinin kurulması gerekiyor.
Şiddetin toplumsal olduğunun, tüm bireylerin sembolik ya da fiziksel olarak günlük hayatlarında farklı alanlarda, farklı tahakküm biçimleri altında karşı karşıya kaldıkları bir sorun olduğunun inkar edilmemesi ve sadece kadınların uğradığı bir mağduriyet olarak tanımlanmaması gerekiyor.
Çözüm arayışlarında ise kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkileri kısıtlayan, disiplinci ve muhafazakar bir mantıkla düzenleyen eğilimlere yol vermemek için cinselliğin (ve şiddetin) başka toplumsal düzlemlerle ilişkisini kurarak tartışmak gerekiyor. Konu üzerine beraber tartışabilmek ve alternatif bir bakış açısı getirebilmek adına Özkazanç’ın kitabı bir yol gösterici, umuyoruz devamı da gelecektir. (GÇ/HK)