Sonbahar sayısını çıkaran Amargi Feminist Dergi'nin dosya konusu; cinsel şiddet. Aksu Bora'nın Nazik Işık'la yaptığı söyleşiyi alıntılıyoruz.
Sevgili Nazik, sen uzun yıllardır kadına yönelik şiddet alanında çalışıyorsun, hem Türkiye'dekini hem de Dünya deneyimini yakından izliyorsun. Türkiye'de kadın hareketinin en yoğun çalıştığı konulardan biri şiddet. Peki, özellikle cinsel şiddete ilişkin kadın hareketinin deneyimini şöyle bir hatırlayabilir miyiz, hangi önemli noktalar, hangi çalışmalar vardı?
Cinsel taciz ve tecavüzle mücadeleyi bu genel tablonun içinde düşünmek, ele almak iyi olur. Bu nedenle kadına yönelik şiddetle mücadele açısından durumun ana hatlarına bir göz atalım.
Dediğin gibi, kadına yönelik şiddet, özellikle de aile içi şiddetle ilgili olarak artık 20 yılı geçmiş bir mücadele deneyimimiz var. 1980'lerde tabuyu kırıp konuşmaya başladık, ilk örgütlenmelerimizi gerçekleştirmeye başladığımız zaman, 1968 kuşağı kadınların kadına yönelik aile içi şiddet, kadına yönelik eş şiddeti, kadına yönelik erkek şiddeti gibi adlar altında başlattıkları mücadele 15 yaşını geride bırakmıştı. Yani biz, Avrupa'nın en azından kıyısında, ama kadına yönelik şiddetle mücadele açısından epey bir gerisindeydik. Şimdi artık bunun bir önemi kalmadı. Çünkü artık önemli bir birikim oluşturduk; bir yandan kendimizi ve yapabildiklerimizi artırdık, diğer yandan başta yasal düzenlemeler olmak üzere önemli bir değişimin itekleyici gücü olduk. Örneğin, Medeni Kanun, Ceza Kanunu bu dönemde değişti, Aile Mahkemeleri Kanunu, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun gibi çok önemli yeni düzenlemeler çıktı. Hayatlarımız yasalarla değil uygulamayla değişiyor. Bu nedenle yasalarla uygulamalar arasındaki kopukluklar hâlâ çok önemli bir sorun. Yine de yasalardaki olumlu gelişmeleri küçümseyemeyiz.
1990'ların ilk yarısında her örgütlenmemiz şehrimizin kadına yönelik şiddetle mücadele alanındaki" biricik" kadın örgütü, grubu falandı. Şimdi hâlâ 81 ilin en az 40'ında keşke bir " biricik"imiz olsa... Yani hâlâ geniş bir örgütlenme açığımız var. Öte yandan mevcut örgütlerimiz hem dayanışma hem de baskı grubu ve takipçi olma anlamında çok önemli. Türkiye'de hatırı sayılır bir gücüz. Ayrıca, artık kadına yönelik şiddetin farklı boyutlarıyla ilgili örgütlenmeler de var. Örneğin insan ticaretiyle, cinsel taciz ve tecavüzle ilgili çalışmalar...
1990'da İstanbul'da Mor Çatı ilk kadın danışma merkezini açtığında, bu hepimiz için bir ilkti. Şimdi Türkiye'de yaklaşık 100 kadar kadın başvuru merkezimiz var. Bu çok önemli bir güç, önemli bir başarı. 1990'lardan itibaren kadın örgütü sayısında önemli artışlar oldu; kız çocukların eğitimde desteklenmesinden, ana-çocuk sağlığı alanına kadar birçok alanda kadın çalışmaları arttı. Üniversitelerde kadın merkezlerinin oluşması, yürütülen program ve çalışmalar, akademik araştırmalar olumlu etkiledi. Tüm bunlar genel bir güçlenme ve kadına yönelik şiddetle mücadele alanında kadınları güçlendiren etkiler demek. Önemli bir sorunumuz, bize ait kadın sığınma evlerini açmakta ve açık tutmaktaki başarımızın sınırlılığı. Cinsel taciz ve tecavüzle mücadele, kadına yönelik şiddetle mücadelenin bir parçası. Geçmişi 1970'lere kadar gidiyor. Kadın hareketi şiddete uğramış kadınlar için danışma merkezlerinin ilkini 1971'de Londra'da açmıştı. Tecavüz sonrası başvuru merkezlerinin ilkleri de 1976'da Avustralya'da, 1977'dede İngiltere'de açıldı. Türkiye'de hâlâ böyle bir "tecavüz kriz merkezi" miz yok. Devletin açtığı cinsel taciz başvuru merkezleri e yok. Oysa bu merkezler tecavüze uğrayan kadınların desteklenmesinde önemli bir işleve sahipler, merkezlerimiz yok ama 1980'lerden bu yana kadına yönelik şiddetle mücadele içinde cinsel taciz ve tecavüzle ilgili bazı gelişmeler mevcut. Örneğin, Ceza Kanunu çalışmalarımız sırasında "evlilik içi tecavüz" kanuna girdi. Bu bizim çabamızın, dikkatimizin bir sonucu. Keza tecavüzün tanımı değişti; bugün artık tecavüz sadece penisle anal ya da vajinal giriş (penetration) değil. "Tecavüzcünle evlen, ailen lekeden tecavüzcün cezadan kurtulsun, sen de her gün tecavüze uğra" anlamına gelen Ceza Kanunu maddesi de değişti. Tecavüzün cezası kadının medeni hali ve bakire olup olmadığına göre farklılaşmıyor.
Kadın hareketimizin cinsel taciz ve tecavüzle ilgili eylemlerini amaçlarına göre iki ana başlık altında toplayabiliriz: (1) Kendi aramızda, örneğin bilinç yükseltme gruplarında dayanışma veya farkındalık oluşturanlar; (2) Kamuoyunda tepkimizi gösterme amaçlı veya farkındalık oluşturanlar.
Bilinç yükseltme gruplarında, kadın örgütleri içinde cinsellik, ensest, taciz ve tecavüz hakkında konuştuğumuz oturumlar az da olsa oldu. Tecavüze uğramış kadınların tanıklıkları, onların duruşmalarında yanlarında olmak, kadın danışma merkezine gelen tecavüz ve ensest vakalarıyla ilgili tanıklıklarımız, paylaşımlarımız, kadın gruplarının hazırladığı iç bültenlerde yer alan tecavüzle, daha çok savaşta tecavüzle ilgili yazılar... Sınırlı sayıda etkinlikler bunlar, ama önemliler.
Kamuoyuna yönelik eylem ve etkinliklerden de örnekler verebilirim: Mesela, (Temmuz 2009'da İstanbul'da yapılan olan Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Kampanya'nın atölye çalışmasında yapacağım bir sunum için sana sormuştum, sen bana anımsatmıştın) 1988-89 yıllarında Ankara'da senin de üyesi olduğun Perşembe Grubu'nun gerçekleştirdiği Sanık filminin özel gösterimi ve izleyicilerle tartışılması. Sanık, Judy Foster'in oynadığı, benim bildiğim kadarıyla, tecavüzle ilgili genel geçer yalanları en iyi şekilde ele almış olan bir filmdir. Yaklaşık 250 kişinin katıldığı bu etkinlik Ankara'nın bayağı meşhur ve büyük sinemalarından birinde, Kızılırmak sinemasında yapılmıştı. Bu, Ankara'da, benim de anımsayabildiğim tecavüzle ilgili ve kamuya açık ilk etkinliktir.
1980'lerde İstanbul'da başlayan Mor İğne Kampanyası, sokaktaki cinsel tacizle doğrudan ilişkili ve çok ses getirmiş bir kampanyamızdı. Bu kampanyayı 2007'yi 2008'e bağlayan gece Taksim'de yaşanan cinsel taciz olayları sonrasında anımsadık ve yeniden başlattık. Bu yüzden "mor iğne" genç kuşak feministlerin de bildiği ve kullandığı, cinsel tacize karşı gerçekten önemli bir simge. Keşke yaygınlaştırabilsek, bir kadınlık ritüeliyle süsleyebilsek. Örneğin, kız çocuk doğduğunda mı, kızımız âdet görmeye başladığında mı takarız, nasıl yaparız bilemiyorum ama, keşke her kızın bir mor iğne takma töreni olsa. Her kadın mor iğnesini kullanma eğitimi alsa... Çok simgesel ama etkili olabilecek bir araç çünkü çok önemli bir çalışma, Anayasa Mahkemesi'nin bir kararıyla başlayıp 438. maddenin yürürlükten kalkmasıyla sonuçlandı. 438. maddeye göre tecavüzcü, kadının evli ya da bekâr olması ve bakire olup olmamasına göre farklı cezalar alıyordu; bakireye tecavüzün cezası 3, evli kadına tecavüzün cezası 7 yıldı. Fahişeye ya da hâkimin "düzgün(l) hayat sürmediği kanaati" edindiği durumda ceza 1 yıla düşüyordu. Antalya'da bir kadına dört erkeğin tecavüz ettiği bir olayda, kadının avukatı 438. maddeyi Anayasa'nın "eşitlik" ilkesine aykırılıktan iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne götürmeyi talep etmiş, yerel mahkeme de bu talebi kabul etmişti. Anayasa Mahkemesi talebi reddetti. Gerekçe, "Her kadın iffetli değildir, iffetsiz kadınlar da vardır. Tecavüz, iffetsiz kadını daha az etkiler. O halde cezası da daha az olabilir. Evli kadına tecavüz sadece kadını değil kocasını ve aile ilişkilerini de etkiler. Bu nedenle ceza da daha çok olabilir" gibi bir şeydi. Biz de Ankara'daki feminist kadınlar, kadın grup ve örgütleri olarak "Babayasa Mahkemesi iffetli Kadın Vesikası" diye bir belge hazırlayıp bastırdık, 438. maddeyi yürürlükten kaldıran iki maddelik bir kanun teklifi hazırladık, Anayasa Mahkemesi önünde bir basın açıklaması yaparak kampanyaya başladık. Bir yandan mecliste grubu bulunan tüm siyasi partilerle görüştük, diğer yandan sokak gösterileri yaptık. Kanun teklifimiz kanunlaştı, eylem bitti. 438.madde CEDAVV'ın (Kadınlara Karşı her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) kadınlara medeni hallerine göre farklı uygulamalar yapmanın da ayrımcılık olduğunu belirten 2.maddesine aykırılıkta ders kitabı örneği olacak kadar açık bir hükümdü. Hem de tecavüz gibi çok ağır bir şiddet söz konusuyken.
2000'lerdeki manken Gamze davası gibi, 1990'larda da Güneş K. davasının üstüne gitmiştik. Her iki olayda da kadınları suçlayan, yargılayan, uğradıkları tecavüzden sorumlu tutan her şey vardı: Gamze tecavüzcüsüyle kısa bir süre öncesine kadar nişanlıymış, üstelik de adamla daha önce de yatmış... Güneş, ona tecavüz eden adamlardan biriyle birlikte içki içmiş, gece geç vakitte onun evine gitmiş vs. Sokak protestoları, imza kampanyaları yapıldı. Örneğin Gamze olayı patladığında Ankaralı Feministler bir imza kampanyası başlattı. Belki benim anımsayamadığım, çeşitli illerde yaşanmış tecavüz olayları ve kadın örgütlerinin verdiği tepkiler şeklindeki eylemler de vardır.
Gözaltında cinsel taciz ve tecavüz, işkencenin bir türü ve 12 Eylül darbesinden sonra yaşanmış çok olay oldu. İstanbul'da mağdurlara hukuksal ve psikolojik danışmanlık desteği veren bir çalışmada, başvurulara ve dava dosyalarına dayanan bir rapor hazırlanmış, avukat Eren Keskin, bu raporu Almanya'da bir toplantıda sunmuş, aynı toplantıda konuşmacı olan Prof.Dr. Necla Arat, döner dönmez, Keskin'i "Türkiye'yi küçük düşürmekle" suçlayıp ihbar etmişti. Gazeteci Fatih Altaylı, Keskin için "tecavüzü hak ediyor" diye yazdı. Biz de sokak gösterilerinde "Tecavüzü hak eden kadın yoktur!" dedik.
Son sokak gösterilerimizi herkes biliyor: Hüseyin Üzmez'in taciz ve tecavüzüne uğrayan 14 yaşındaki kızın "zarar görmedi" raporuyla Beyoğlu'nda bir barda yaşanan tecavüz üzerine başladılar. Nasıl devam edeceklerini ise henüz bilmiyoruz.
Özetlemek gerekirse, Türkiye kadın hareketinin cinsel taciz ve tecavüzle ilgili bir birikimi var. Ama bu birikim cinsel taciz ve tecavüz odağından süzülmüş ve bir eylem planına bağlanmış değil. Dağınık ve unutulmaya yüz tutmuş eylemler halinde duruyor. Bu nedenle de, bu birikimi, bizi güçlendirici şekilde kullanabildiğimizden söz etmek güç.
Peki, şiddetle mücadele alanında kadın hareketinin dışında hangi bileşenler olmalı sence? Devletin bu konudaki sorumlulukları neler ve bu sorumluluğu üstlenmek üzere şimdiye kadar neler yaptı?
Bizim açımızdan bileşenleri belirleyecek kritik sorular şunlar: Şiddete uğrayan kadının ihtiyaçları neler? Bu ihtiyaçlara cevap vermesi gereken kurum ve kuruluşlar, taraflar kimler? Kadınların şiddete uğramadığı bir yeryüzü yaratmak için yapılması gerekenler neler? Bunları yapması gerekenler kimler, hangi kurum v e kuruluşlar?
Türkiye'de kadına yönelik şiddetle mücadele eden kadın örgütlerinin talepleri -her zaman açıkça dile getirilmese de-tam da bu şekilde, yani kadın merkezli, kadının ihtiyaçlarını esas alan, kadından yana bakılarak oluşmuş taleplerdir. Çünkü bilinç yükseltme grupları, güçlendirme çalışmaları ve kadın danışma merkezi çalışmalarında kadınların yaşamları ve ihtiyaçları ile iç içeyiz. Bu nedenle, şiddete uğradığımızda hangi durumda ne gibi müdahalelere ve desteklere, hangi ihtiyaçlarımızın hangi sırayla karşılanması gerektiğine ilişkin geniş bir bilgi birikimimiz var.
Biraz önce sıraladığım sorular, aslında kadına yönelik şiddetle mücadelenin kadın hareketi dışındaki bileşenlerini ortaya koyuyor ve mücadelenin kalıcı sonuçlar üretilebilmesi için ortaklık kurmak, işbirliği yapmak, en azından ilişki içinde olmak gerekenleri de gösteriyor. Örneğin, aile içi şiddet veya tecavüz nedeniyle polise ya da savcılığa başvurmadan adli işlem başlatmak mümkün değil. O halde, bir kadın örgütü isek, bu suçu işleyenlerin cezalandırılması için polisle ve savcılıkla ilişki içinde olmamız kaçınılmaz. Yani bir yandan polisin ve savcılığın kadına yönelik şiddet olaylarında hak kaybına yol açmadan ve en insani şekilde hizmet vermesini talep etmemiz, bunu sağlayacak işlemler ve davranışlar hakkındaki görüş ve düşüncelerini dile getirmemiz, diğer yandan da kadın örgütüne başvuran kadınlarla dayanışma içinde polisle ve savcılıkla işbirliği içinde çalışmamız gerekir.
Dünyanın birçok yerinde kadına yönelik şiddetle mücadelede pek çok kuruluşun üstüne düşenleri yapmak üzere işbirliği ve koordinasyon içinde çalışması yaklaşımına "çok taraflı yaklaşım", "çok taraflı mücadele anlayışı" deniyor. Bileşenlerin uygulamada birlikte çalışmasını esas alan programlar da genellikle eylem planları olarak oluşturulup uygulanıyor. Meclis Araştırması Komisyonu Raporu'nda ortaya konan, 2006/17 sayılı Başbakanlık Genelgesi'ne yansıyan, 2007/8 sayılı içişleri
Bakanlığı (Emniyet Genel Müdürlüğü) Genelgesi'nde benimsenmiş olan yaklaşım da bu. Bu Genelgelerin il ve ilçelerde kurulmasını öngördüğü Koordinasyon Kurulları da, kadın örgütleri de dahil olmak üzere işbirliği ve koordinasyon içinde çalışmayı öngörüyor. Hem de sadece merkezde, Ankara'da değil, aynı zamanda yerel düzeyde işbirliği ve koordinasyon içinde. 2007-2011 Kadına Yönelik Aile içi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı da aynı yaklaşımla hazırlandı. 2007-2008 yıllarında gerçekleştirilen polis merkezleri eğitimleri sırasında, yerel düzeyde işbirliği için bir temel atmak üzere, programın bir bölümü "çok taraflı yaklaşım"a ayrılmıştı. Bu çalışmalar tam ve eksiksiz olmasalar da önemli adımlar. Doğru yönde ilerlemeleri de ancak kadın hareketinin olumlu katkılarıyla mümkün. Mesela, polis eğitimlerinde eğitimci olarak yetiştirilen amir sınıf personelle değerlendirme toplantılarında onların kendi şehirlerinde kadın örgütleriyle kurduğu ilişkileri dinlemek beni özel olarak çok etkilemişti.
Kadına yönelik şiddetle mücadelede en önemli iki bileşen, elbette devlet ve kadın hareketidir. Kadın hareketi bir anlamda kadınların örgütlü temsilci gücü. Kadın hareketinin şiddetle mücadele amaçlı parçası ise, uzmanlaşmış bir deneyim ve birikimi bu mücadeleye katan güç. Devlet de, bu ülkede yaşayan hepimize özgür, adil ve eşit şartlarda insanca bir yaşam sağlamakla görevli en önemli aygıt. Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAVV), devletin ayrımcılığın önlenmesindeki sorumluluğunu üç boyutta tanımlar: Devlet yasalarda ayrımcılık olmamasını garanti etmeli, çalışanları eliyle gerçekleştirilen tüm uygulamalarında ayrımcılık olmamasını sağlamalı, üçüncü kişilerin ayrımcılık yapmasını önlemeli. Üçüncü kişilerden kasıt, koca, aile vb de dahil her türlü kişi ve kurum. Önlemeden kasıt, ayrımcığı önlemek. Cezalandırma, kurallara uymayı garanti eden ana sistemin bir parçası olarak önlemenin de bir aracı. Tazmin yani zararı gidermek ise, önlemenin yetersiz kalması sonucu ortaya çıkan olumsuzlukların giderilmesi için yapılması gereken her şeyi kapsar. Böyle baktığımızda, devletin pek çok kurum ve kuruluşu kadına yönelik şiddetin sona erdirilmesinde görevi olan kurum ve kuruluş haline geliyor.
Buraya kadar söylediklerimi bir arada düşünüp, kadının ihtiyaçlarını esas alarak ve devletin sorumluluğunu böyle tanımlayarak bakarsak, güvenlik-kolluk ve adalet hizmetleri, sağlık hizmetleri, sosyal hizmetler başta olmak üzere pek çok alanda şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmetleri geliştirmek gerektiği net hale gelir. Belediyelerin sağlık ve sosyal hizmet alanlarındaki görevlerini düşündüğümüzde, mesela sığınma evleri açmak, sosyal yardım ve konut üretmek gibi görevleri nedeniyle bu çalışmanın bir parçası olmaları gerekir. Kadının çocukları için ya da mesela kendi istihdamı için ihtiyaç duyması halinde eğitim ve istihdam hizmetleri alanındaki kurum ve kuruluşlar da mücadelenin tarafları haline gelir. Sadece mevcut hizmetlerin kalitesi, hizmet veren personelin bilinçli ve bilgili olması değil, aynı zamanda ihtiyaç duyulan hizmetlerin oluşturulması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması da önemli. Bir de önleyici çatışmalar söz konusu ise, her kuruluşa başka görevler de eklenir. Önleyicilik, aynı zamanda mesela Diyanet işleri Başkanlığı gibi kuruluşları da görevliler alanına dahil eder. Çünkü önleyicilik, kurum ve kuruluşlara, farkındalık ve duyarlılık yaratmak, toplumsal zihniyet değişiminde rol almak ve kadından yana olmak gibi hedefler, bu hedefleri gerçekleştirecek görevler getirir.
Şimdi bunları söylemekle her kadın kuruluşunun bütün bu kurum ve kuruluşlarla işbirliği içinde olması gerektiğini söylemiyorum tabii... Herkes yapmak istedikleriyle katkısını sunabilir elbette. Ama büyük resmi görebilirsek ve ortaklaştırabilirsek, ortak bir strateji oluşturmamız, kendi aramızdaki bilgi akışlarını ve tercihleri anlamak ve birbirimizden yararlanmak kolaylaşır diye düşünüyorum.
Biz feministler, aile içi şiddeti politikleştirmekle övünürüz ve tabii ki bunda haklıyızdır. Ancak senin de çeşitli yerlerde tartıştığın gibi, bu iş pek de sorunsuz olmadı. Hem devletin hem de özel kuruluşların bu alanda söyledikleri sözlere bakınca, bu sorunları yeniden tartışmanın gereği ortaya çıkıyor. Sen bu konuda neler söyleyebilirsin?
Evet, kadın hareketi olarak şiddeti politikleştirmekte önemli başarılar kaydettik. Konjonktür de elverişliydi tabii... Örneğin Avrupa Birliği'ne uyum çalışmaları bize sesimizi duyurmamız, taleplerimizi gerçekleştirmemiz açısından elverişli bir zemin verdi. Ceza Kanunu ve Medeni Kanun değişikliklerinde bundan yararlandık. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Teşkilat Kanunu bile bu sayede çıkabildi. Ayrıca, son 4-5 yılda AB uyum projeleri kapsamında kadına yönelik şiddetle mücadele projelerine önemli miktarlarda destekler verildi.
Olumlu gelişmelere rağmen, sorunsuz bir gelişmeden söz edemeyiz. Ne gibi sorunlar yaşandı veya var? Birkaç önemli başlığı özetleyebilirim. Mesela, devletin sivil topluma bakış tarzı önemli bir sorun. Sivil toplumu tehlikeli örgütlenmeler olarak görme alışkanlığı henüz ortadan kalkmış değil. "Bir şey yapılacaksa bir yaparız, o küçücük kadın örgütleri ne yapabilir?"den demokrasiyi ve katılımcılığı, yerelleşmeyi sindirememişliğe kadar birçok zihinsel ve kültürel engel mevcut. Yeterli katılımlı mekanizmalar oluşmadı. Oluşturulan mekanizmaların iş ve işlevlerini yerine getirmeye uygun yapılar olup olmadıkları, kurumsallaşma düzeyleri, kurumsal kültürlerinin ne durumda olduğu... Bunların hepsi sorun. Mevcut mekanizmaların düzenli çalışmasını sağlayan ve gelişmelerini öngören bir politik irade var mı? Bence sadece iktidar partisi açısından değil, siyasetin bütününde bu bakış ve birikim ya yok ya da çok zayıf.
Devletin kadın örgütlerine bakışı, katılımcılığı engelleyici olabildiği gibi "ücretsiz hizmetçilik" şeklinde de olabiliyor. Sanırım gelişmekte olan tehlike daha çok bu yönde. Devletin küçülmesi gibi hedefler bu yaklaşımı tetikliyor. Avrupa örneklerinde kadınlar ve kadın örgütleri birçok alanda kamu adına hizmet veriyorlar. Oralarda, devletin o alanları boşalttığı, kadın örgütlerinin de bu hizmetleri üstlendiği bir süreç yaşandı sanılıyor. Bu doğru değil. Hizmetlerin hemen tamamı kamu kaynaklarından finanse ediliyor mesela.
İşin devlet tarafındaki eksikler ve yetersizliklerle ilgili kısmını görece daha iyi biliyoruz. Çünkü bu bir süredir üzerine konuştuğumuz bir alan. Buna karşılık kadın hareketi tarafındaki sorunları yeterince konuştuğumuzu söylemek zor. Mesela, kadın hareketi olarak devletle ilişkiler hakkında net ve ortak bir görüş ve hat oluşturabilmiş değiliz. Devlete ihtiyacımız nerde var, nerde yok? Bunu netleştirmiş değiliz. Buna karşılık kendi içimizde hem az hem de birçok başka değişkenden etkilenerek konuşuyoruz. Cinsiyetimizin bize getirdiği ortaklıkları etnik kimlik, politik görüş, ait olduğumuz sosyal kesim gibi başka özelliklerimizin getirdiği farlılıklarla birleştirmek elbette pek kolay değil. Kadına yönelik şiddet çok ortaklaştırıcı bir tehdit, bunun farkına varmak kolay ama her an farkında kalmak hiç kolay değil.
Önemli bir eksiğimiz, ilişkiler ve işbirlikleriyle elde edilen
deneyimlerimizi paylaşmaktaki sınırlılıklarımız. Hadi açıkça söyleyelim: Kadınlar yargılanmadan dinlenmeli diye çabalıyoruz, ama birbirimizi yargılamakta zorluk çekmiyoruz. Anlamak için dinlemek bile her zaman yapabildiğimiz bir şey değil.
Özetlersem, değiştirmek de değişmek de kolay değil. Sabır, emek, sürekli hareket ve açık değerlendirmeler gerektiriyor. Kendimizi bu anlamda geliştirmek gerek. Biz gelişmeliyiz ki, başkalarını geliştirmek için yol açabilelim, değişimin gücü, dinamiği, motoru olabilelim. (AB/EZÖ)