İstiklal Caddesi’ndeki sinemalara tek başıma gitmemin ebeveynim tarafından uygun görülmediği 70'li yıllarda Casa d'Italia (İtalya Evi), namıdiğer İtalyan Kültür Merkezindeki filmlerin içeriği nedense hiç sorgulanmaz, çarşamba akşamları ortaokuldan sınıf arkadaşlarımla salonun ön koltuklarını veya balkonu heyecanla doldururduk.
Dario Argento'nun kanlı Profondo rosso'sunun dehşetine böylece maruz kalıyor, Liliana Cavani'nin Al di là del bene e del male veya Luchino Visconti'nin La caduta degli dei adlı filmleriyle cinsellik konusunda fazlasıyla mesafe katediyordum.
Eh tabii, bir kültür merkezinin de işlevi buydu ve üç nesildir İstanbul'da doğmuş bir Levanten ailesinin ferdi olarak İtalyanlığımı cilalamak hakkımdı!
Perdede en çok Monica Vitti, Laura Antonelli, Eleonora Giorgi ve Stefania Sandrelli'ye hayran olduğumu, dönem daha çok süfli İtalyan komedileri dönemi olduğundan Ugo Tognazzi, Nino Manfredi, Giancarlo Giannini, Michele Placido ve Adriano Celentano'nun sululuklarına maruz kaldığımı hatırlıyorum.
Aslında Laura Betti'nin yüzü o senelerde daha çok önemsiz bir karakter oyuncusu olarak hafızama kazınmış, çünkü lanetli Pier Paolo Pasolini'nin o dönemde gezegenin herhangi bir yerindeki İtalyan Kültür Merkezinde arzıendam etmesi mevzubahis olamazdı. Sonradan itibarı iade edilmiş yönetmenin tüm filmografisini bir anda yutmam çok sonra, İstanbul Film Festivalinin ilk cömert seçkisi sayesinde oldu.
Beş ayrı dünya
Alfabetik sırayla Roberto Benigni, Bernardo Bertolucci, Gabriele Salvatores, Paolo Sorrentino ve Giuseppe Tornatore'nin nasıl sinemacı olduklarına dair anılarını aktardıkları Cinque Mondi (Beş Dünya) adlı belgeseli seyrederken geçmişe dönmemek mümkün değil.
Fellini, Antonioni, Rossellini, Bolognini, Lattuada, De Sica, Rosi, Risi, Germi, Comencini, Monicelli, Mattoli, Visconti, Leone, Wertmüller ve tabii ki Pasolini'nin yalnız meşhur sinemacıları değil, İtalya'yı, hatta tüm dünyayı nasıl etkiledikleri 66 dakikalık yapıma sıkıştırılmış.
Sinemasının günümüzde durduğu nokta sizi tatmin etmiyor olabilir, fakat en başta Yeni Gerçekçilik olmak üzere insanlık kültürüne önemli katkılarda bulunmuş olan İtalya'nın değerli eserlerini gözden geçirmek gerçekten zevkli.
Belgeselin yönetmeni Giancarlo Soldi röportaj yaptığı Oscar kazanmış beş sinemacıyı tatlı tatlı konuşturuyor, sinefilleri de yüksek ihtimalle daha önce görmedikleri, klasikleşmiş filmlerin kısa da olsa kamera arkası görüntüleriyle ihya ediyor.
Sinemacılar günah çıkarıyor
Bertolucci babası sinema eleştirmeni olduğundan çocukluğundan beri sık sık film seyrettiğini fakat o zamanlar sinemaya gitmenin biraz da Parma kırsalından şehre kavuşmanın heyecanıyla birleştiğini belirtiyor. Yönetmenin kariyeri boyunca başkasından duyduğu bir fikri zamanla özümseyip kendi fikriymiş gibi ortaya attığına dair günah çıkarması samimiyet işareti. Bir seyirci olarak eskiden bir film canavarı, çok da sağlıklı görünmediği günümüzde ise dizi müptelası olduğu itiraflarının arasında.
Tornatore eklektik duruşunun çocukluğunda İtalya taşrasındaki sinemada seyrettiği filmlerden kaynaklandığını söylerken, Salvatore Giuliano, La terra trema, Ladri di biciclette ve Roma città aperta'nın üzerinde bıraktığı etkiyi dile getiriyor.
Salvatores film çekilirken kahramanları gibi giyinmenin, filmde anlatılan dönemin müziklerini takıntılı biçimde dinlemenin tehlikeli olduğunu, çekim bittiğinde kendisini çıplak ve yalnız hissetme ihtimalinin gayet yüksek olduğunu doğruluyor.
Her zamanki abartılı teatral tavrıyla Benigni büyük yönetmenlerin bize "bakmayı" öğrettiğini dile getiriyor. Parasız geçen çocukluğunda ilk filmini bir açık hava sinemasında seyrettiğini, hasadın kaldırılmış olduğu bir buğday tarlasında perdeyi arkadan gördüğünden Ben-Hur'a yıllarca Ruh-Neb dediğini de.
Sorrentino annesiyle sık sık gittiği sinemada özellikle Hollywood komedilerine hayran olup sonradan onları başarısızca taklit etmeye çalıştığını ikrar ediyor. Onu en çok cezbeden, gündelik hayatta karşımıza çıkan çetrefilli durumlarda, insanın nasıl tepki vereceğini bilemediği ve kendini ifade etmekte zorlandığı anlarda mevzubahis film kahramanlarının hazırcevaplığı, zekice sarfedilen sözlerdeki cambazlıkları.
Bir parmak bal
Istituto Luce - Cinecitta imzalı belgesel insanı ister istemez nostaljiye sevk ediyor; sinemaseverlerin kaçırmaması gereken dingin yapımda ne de olsa arşiv görüntüleri önemli yer tutmuş. İtalya sinemasının önde gelen beş figürü narsist ve egosantrik duruşlarını sanki bir tarafa bırakmış, çocukluklarındaki saflıklarından yola çıkarak iyi huylu, mütevazi ve içten bir görüntü arz etmişler.
Tabii ki filmde Anna Magnani'den Sophia Loren'e, Marcello Mastroianni'den Totò'ya, gayet doyurucu bir oyuncu spektrumuyla da karşı karşıya kalıyoruz. Bu bağlamda gencecik Charlotte Rampling'le İtalya sinemasında o zamanlar parlamış Dominique Sanda'yı da unutmamak lazım; eşitlik aşkına, belgeselde esameleri okunmasa bile daha çok fizikleriyle parlayan Franco Nero ile Fabio Testi'yi de bu vesileyle hatırlatmak isterim.
Belgeselde Rossellini'nin Viaggio in Italia'sından ilk modern sinema eseri olarak bahsedilirken, diğer unsurların değişme ihtimali barındırdığı film çekiminde oyuncu seçimi ve senaryonun ilk andan itibaren belirleyici önem taşıdığı ifşa edilen meslek sırlarından.
Mafya kelimesinin telaffuz bile edilmesinin yasak olduğu dönemde, Rosi'nin Salvatore Giuliano'sunun vurucu etkisi, o ana kadar pasif kalmayı tercih eden siyasetçilerin harekete geçmek zorunda kalışları da sinemanın gücüne dair sağlam bir ispat.
Muhafazakâr İtalya'da Pasolini'ye karşı yıllar boyunca yürütülmüş karalama kampanyasında Accattone filmini çekmeye giriştiği zaman gerçekleştirilmiş bir ses kaydını pas geçmemek lazım. Varoş gençlerinin para karşılığında erkeklerle seks yapması ön plana çıkarılarak Pasolini'ye, sinema yönetmenliği yapacağına yazarlık yapmaya devam etmesi salık veriliyor.
Sinema salonuna girip film seyreden kişinin çıktığında başka bir insan olduğundan, günümüzdeki görüntü bombardımanı yüzünden büyülü, onirik, enigmatik bakışa yer kalmadığına kadar malum bilgiler de var sevimli belgeselde.
Oscar deyince akan sular duruyor
Beş sinemacının neredeyse hepsinin hemfikir olduğu husus ise İtalya sinemasındaki aksaklıklar yüzünden sürprizler ve emprovizasyonlar sayesinde çekim sürerken yaratıcılığın tetiklenmesi; yönetmenlere göre fazlasıyla organize olmuş ABD sinema endüstrisi bu açıdan epey steril kalabiliyor.
Tabii ki bu durum filmin sonunda peş peşe seyrettiğimiz sekanslarda, nihai muratlarına ermişçesine ellerindeki Oscar heykelciklerini sevinç ve gururla kavramalarına engel değil.
Fakat Mediterraneo ile ödül kazanan Salvatores'in İngilizce bilmediğini ifade ettikten sonra ilgili kişilere teşekkür edip mikrofonu eline geçirmişken savaş karşıtı bir çağrıda bulunması, genelde yaydığı enerjiden beklenmeyen, takdir edilesi, cesur ve ne yazık ki günümüzde iyimser sayılabilecek bir davranış.
Ben de fırsatı yakalamışken bazıları filmde yer alsalar da adlarını işbu yazıda şimdiye kadar kullanmadığım Alberto Sordi ve Vittorio Gassman'ı, Claudia Cardinale, Mariangela Melato, Virna Lisi, Milena Vukotic ve Silvana Mangano'yu, kurmaca odaklı gençliğime duyduğum özlemden yola çıkarak anmayı bir borç biliyor, saygılarımı yineliyorum efenim… (RL/EKN)