Kaderle keder arasındaki tek harflik fark, cinayetler, katliamlar, kaçınılmaz hatalar ve Roboskîliler’in dediği gibi çocuklara yapılan hakaretlerle ilgilidir.[i] Bu farkın muhatabı devlet olduğu sürece kaderi keder, kederi de kader diye okuyabiliriz aslında. Devlet kaçınılmaz bir “kader” yaratır çünkü devlet, zamanda ve mekânda kaderini tayin ettikleriyle yatıp kalkarken, hayatta kalmak için mazeretler üretir. Bu mazeretler ve dolayısıyla başımıza gelenler devletin hususi el yazısıyla yazılmış kadere; doğrudan değil de dolaylı olarak başımıza gelenler yani başkalarının başına gelenler ise kederimize dönüşür.
Roboskî’nin 4.yılında, içimde 34 yüzü olan Roboskî var. Kişisel ve toplumsal varoluşumda büyük bir kedere dönüşen Roboskî. Belleğimde sızlayan bir yer olarak Roboskî var ve Roboskî’den sonra duyduğum her “yeni” ama faili eski ölümle de, belleğimde tanıdık bir yer sızlıyor.
İnsan olmayı acının tesirine açık olmaya denk tuttuğumdan olsa gerek, acının tesiriyle ne yaptığımı, sorumluluk hissedip hissetmediğimi sorguladığım, ve böylece adaletin insanlıkla ilişkili olduğunu söylediğim çok olmuştur. Adaleti konuştuğumda da (hepimiz gibi) devleti bu bağlamda konuştuğum çoktur. Büyük acılar yaratan birçok katliamı önceleyen ve elde hazır bulunan birçok tehditte olduğu gibi, Roboskî de aslında devletin (etkin) korkusunun (Cizre’de, Silopi’de, Sur’da, Nusaybin’de, Dargeçit’te, Silvan’da olduğu gibi) diğer adıdır.
Devlet tehditler üretir ve bunları önceki tehditlerin varlığıyla meşrulaştırır. Adaletini göstermek için de, olası tehditler ve “terör” işaretleri sayesinde, vatandaşlarını güvence altına alma gerekliliğini de meşrulaştırmış olur. Böylece, tehditlerin tarihi de bir sonuç olarak katliamların tarihi kadar eski-r. Yani, devlet ağzı, mevcut durumun güvenli olmadığını söyler ki durumu güvence altına alma zorunluluğu meşru olsun. Çünkü tehlikeye işaret eden tehditler, devletin hayatta kalması için de iş görür. İşte bu yüzden Roboskî, bir devletin, tehdit yaratma ve yaratılan tehditler vesilesiyle bekâsını güvence altına alma sarkacındaki bir “operasyon kazası”na (29 Aralık 2011, Hüseyin Çelik); güvenlik tedbirleri alınırken meydana gelen bu gibi kazalar (bombalama gibi) da “kasıt yok”lara (1 Mart 2012, Bülent Arınç) dönüşür. Devlet yine hayatta kalmıştır, güvenlik tedbirleri alınmış, gelişmeler (mazeretler diyelim) son derece dikkatle takip edilmiştir: “Uludere’de yapılması gerekenleri devlet de hükümet de misliyle yapmıştır. Gelişmeler son derece dikkatle takip ediliyor.” (29 Mayıs 2012, Recep Tayyip Erdoğan)
Acıyı medya-laştırma ya da göstere göstere unutturma
Kimse bir başkasının acısını hissedemeyeceğine göre, ancak bu acının nasıl hissettirdiğini anlamaya çalışır ve bu anlama çabasıyla (doğrudan ve dolaylı olarak) acının tesiri altında kalabiliriz. Acının tesiri altında kaldıkça da, yani başkasını, acısından ve yarasından doğru bildikçe, ancak o zaman başkasıyla var-oluruz. Ya da başkasına yönelerek, kendimizi başkasıyla birlikte var-ederiz. Bizim için bu coğrafyada başkasını bilmek, onu acısıyla tanımaya, acısının tesiri altında kalmaya açık olmaya denk düşer. Zamanda (28 Aralık 2011 21.39 – 22.24) ve mekânda (Roboskî-Ortasu; Bujeh-Gülyazı) başkasının başına gelen olay, kaçınılmaz bir acı yarattığında bu artık bir kader olmaktan da çıkar, politik bir cinayet ya da “bir hakaret” olarak belleklerimizde yer alır. Hatta bellekte de bir ayrım yaratır. Diğer bir deyişle, bir yer, bir mekân olarak Roboskî artık zamansal olarak bir öncelik ve sonralık durumu yaratır: “Roboskî’den önce” ve “Roboskî’den sonra”.
Acının medya-laştırılması, bir başka deyişle, resmi bir açıklama (örn. 12 saat sonra gelen açıklamalar) ile acının bilgisinin aktarılması, çerçevelenmesi ve bir sonuç olarak bir hikâyelemenin ortaya çıkması, katliamların yarattığı acının tesiri altında kalmaya açık olanlarda – insan olanlarda diyelim – bir (karşı) bellek yaratabilir. Yani medya ve bellek yaratma arasında olumsal bir bağ vardır ve bu bağ katliamın bilgisiyle ne yaptığımızla ilişkilidir.
Medya bilgi verir ve sözde hatırlatır. Bunu belli başlı yöntemlerle yapar. Medya insandışılaştırır, yani başına bir şey gelenlerin (bu coğrafya için, katledilenlerin diyelim) insana “özgü” olana sahip olma açısından yetersiz olduklarına işaret eder (örn. Roboskîliler için, "kaçakçıydılar" ya da “terörist” olma ihtimalleri vardı demek; diğer yandan katırları vurgulamak gibi). Medya bilgi kirliliğine alan yaratır (“Emri kim verdi?” sorusunda kaybolmamızı sağlaması gibi). Veyahut olay karmakarışıklaştırıldıkça (örn. WSJ’den gelen bilgilerle istihbarat skandalları, heron görüntüleri), acının sağaltılması bir o kadar güçleşir çünkü böylece sorumlular unut(tur)ulur. Medya-laştırmayla, uzak mesafenin (ve merkeze uzakta yaşananın bilgisinin aktarılmasındaki sorunların) üstesinden gelinir sanılır ancak insan olma hiyerarşisinin meşrulaştırılması gibi, yaşananın uzaktalığı da meşrulaştırır (“Uludere” Irak Sınırı’nda gibi). Yani medya-laştırma devletin korkularının azaltılmasının (sanki sağaltılması gereken devletin duygusuymuş gibi) oldukça etkin ve bir o kadar da meşru (çünkü geriye dönüp bakıldığında, iddiaların dayanağı olarak görülür) bir aracısına dönüşür. Böylece medya, acıya tanıklık etme seviyesini, kimlerin daha çok insan olduğuna, kimlerin çeperde kalacağına ve acıya nasıl tanıklık edileceğine işaret ederek, belirlemiş olur.
Medya ve bellek arasındaki olumsal bağ, bellek; bir duyum, bir his alanına dönüştüğünde etkin bir hatırlayışa sebep olabilir. Bu da ancak o hissi (bizim için acı hissini) politik eylem alanına getirmemizle mümkün olur. Roboskî’deki bombalama, 28 Aralık 2011 gecesi 22.24’te bitmedi; o zaman başladı çünkü o “an” için “aidiyeti bilinmeyen organ parçaları” artık hepimize aitti.
Cinayeti gördüm
Roboskî’nin yarattığı acı öyle birleştirici bir acıymış ki, sanki kimse bizi birbirimizden ayıramayacakmış gibi hissetmiştim. Ancak sonra bu acının bizi bir araya getiremeyeceğini de anladım çünkü cinayeti görüp, başkasının acısına tanık olurken, o acıyı onlar gibi yaşayamayacak oluşun imkânsızlığıyla bağlanıyoruz Roboskî’ye. Ancak Roboskî’den sonra yaşanan her katliama dair her imkânsızca bağlanış başka bir şeyi görmemize ihtimal yaratıyor: Halkların iradesi var ve bu iradeyi devlete teslim etmiyorlar. Devlet kendi dışında bir iradeyi gördükçe korkmaya ve dolayısıyla tehditler yaratmaya da devam ediyor. Halklar da bu tehditlere karşı mücadeleyi bırakmıyor.
Adalet birbirimizle nasıl bir etkileşime geçtiğimizle ilgili, göstere göstere unutturmaya karşı, nasıl (hissi) bir bellek yarattığımızla ilgili çünkü politik mücadele her şeye dair bir mücadele. Bellek yitimine, hissizleşmeye, tehditlerin meşrulaştırmasına kadar her şeye karşı olan bir mücadele. Adaleti duygulara ya da keder politikasına indirgemeden o yüzlerle yüzleşmemiz gerekir ki insanlığa karşı işlenen suçlarda katledilenler, kaç kişinin katledildiğinin bilgisiyle değil, yüzleriyle, isimleriyle, yaşlarıyla var-olsunlar ve biz de (geriye kalanlarımız) işlemediğimiz ama gördüğümüz cinayetlerin sorumluluğunu, kişisel mücadelemizi toplumsal bir mücadeleye dönüştürürek taşıyabilelim.(SA/HK)
[i] Ümit Kıvanç’ın Roboskî belgeseli, Ağlama Anne Güzel Yerdeyim’de aileler tarafından sürekli tekrarlanan cümle: “Bu bir cinayettir, hakarettir. Bu çocuklarımıza yapılan hakarettir”