Zor zamanlardan geçiyoruz. Bir kez daha. Bir yandan adaletin ve demokrasinin işleyişine yönelik kritik müdahaleler gerçekleşirken, diğer yandan milyonlarca insanın barışçıl ve şiddetsiz protesto hakları baskılanıyor.
Ekrem İmamoğlu’nun diploma iptali ve sonrasında yaşanan gözaltı ve tutuklamaların ardından demokrasinin olmazsa olmazı barışçıl protesto hakkının engellenmesi, tepkilerini şiddetsiz bir biçimde göstermek isteyen vatandaşların çıktığı sokakların siyasi mesajlarla kriminalize edilmeye çalışılması ve ardından, özellikle öğrencilere yönelik peşi sıra yaşanan gözaltı ve tutuklama kararları toplumsal tansiyonu giderek yükseltiyor.
Tansiyonun düşmesi için demokratik ilkelere ve adalet anlayışına uymayan karar ve uygulamalardan geri dönülmesi gerekiyor. Toplumsal muhalefet ise, bu gidişatı değiştirmek için elinde olan etkili bir gücü kullanıyor, boykot. Üniversitelerdeki dersler, medyadaki kuruluşlar, çeşitli marka ve gruplar boykottan nasibini alıyor.
Tarihsel perspektiften bakıldığında elbette boykotun farklı biçimlerinden söz etmek mümkün. En yaygın haliyle bir ekonomik tutum olarak tezahür edebileceği gibi, sözgelimi otobüs ulaşımına1 ya da eğitim-öğretim gibi bir kamusal hizmete katılmama yoluyla da gerçekleştirilebilir. Benim burada üzerinde durmak istediğim boykot davranışı, ekonomik açıdan sıklıkla, bir marka ya da grubun yarattığı ya da desteklediği ekolojik, sosyal ya da ekonomik zararlara ve yıkımlara karşı verilen bir tepkiden kaynaklanıyor.
Uluslararası örneklerini de sıklıkla gördüğümüz ekonomik boykot pratikleri Türkiye’ye yabancı bir durum değil. Türkiye’de yaşayan çok sayıda insanın uzun yıllardır yaşanan olaylara göre güncellediği bir boykot listesi zaten vardı. Kaldı ki boykot sadece belirli bir siyasi görüş tarafından kullanılan bir yöntem de değil. Arşivlerde farklı politik pozisyonlardaki kişi veya örgütlerin farklı amaçlarla başlattıkları boykot çağrılarını kolaylıkla bulabiliriz.2 İsrail’in Filistinlilere yönelik zulmüne karşı bir tavır almak amacıyla yapılan, Türkiye’de de karşılık bulan uluslararası boykot çağrılarını da güncel ve geçerli bir örnek olarak görebiliriz.
O halde boykotun, farklı kesimler tarafından sıklıkla başvurulan bir politik eylem biçimi olduğunu ve kendi başına bir suç teşkil etmediğini görmek gerekiyor. İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilen3 bu eylem biçimi, meşruiyetini sahip olduğu şiddetsiz tavırda ve kitlesel etki gücünde buluyor.
Ekonomik grev
Son günlerde yapılan ekonomik boykot çağrıları içerisinde, 2 Nisan tarihli genel tüketim boykotu çağrısını ise ayrı bir yerde, bir çeşit ekonomik grev olarak görmek anlamlı olacaktır. Zira burada söz konusu olan, sadece bir marka ya da gruba yönelik bir tepkiyi görünür kılmanın ötesinde, ‘tüketim’den doğan gücü göstermek adınal ekonomik faaliyete katılırken üstlenilen ‘tüketici’ rolünü askıya alma çağrısıdır.
İnsanların ‘tüketici’ rollerini askıya almalarına yönelik yapılan bu çağrı, mevcut politik-ekonomik paradigma içerisinde sahip olabileceği anlam ve potansiyel bakımından önemlidir.
Zira on yıllardır tüketici kimliği etrafında tarif edilen bireylere dönüştürülmüş insanların çağında yaşıyoruz. Salt ekonomik bir pratiğe karşılık gelmekten öte, kültürel bir anlama da sahip olan tüketimin kendisi mevcut sosyal, ekonomik ve ekolojik paradigmayı kuran ve belirleyen temel faaliyetlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Neoliberal kapitalizm içerisinde insanların tüketicilere dönüştüğü ve mevcut tüm ilişkilerin kâr-zarar hesabıyla yürütüldüğü yönündeki tespitleri yapan ve bunların etkilerini tartışan geniş bir külliyat bulunuyor.4 Dahası sıklıkla birbirleriyle tartışan modernite ve post-modernite kuramcıları bile tüketiminin modern kapitalizm ve çağdaş kültür içinde merkezi konuma sahip olduğu konusunda anlaşıyor.5
Mevcut sosyoekonomik paradigma ve politik iklim açısından bu denli merkezi olan tüketim pratiklerinden çekilme talebi, insanlara ‘tüketici’ olmayı reddederek sahip oldukları gücü hatırlatmak anlamına geliyor. Ve dahası potansiyel olarak sistematik bir dönüşüm talebine giden yolu açıyor.
2 Nisan’da yapılması öngörüldüğü türden bir tam çekilmeyi pratikte uzun süre gerçekleştirmek ne kadar mümkün ya da sürdürülebilir bunu öngörmek güç. Ancak talebin kendisi oldukça önemli sonuçlar ortaya çıkarma potansiyeline sahip ve arzu edilen dönüşüm için gidilmesi gereken bir alternatif yol daha var. Türkiye’de uzun yıllardır ekolojik ve sosyal açılardan adil bir ekonominin oluşması için çaba harcayan çok sayıda kişi ve kurumun açtığı, dayanışma ile örülü bir yol bu.
Ekonomiyi dönüştürmeye çalışmak
Uzun yıllardır tüm çeşitliliği ile yaşama, iklime ve insani ilişkilere zarar veren mevcut tüketim paradigmasını herkese ve her şeye iyi gelecek alternatifleri ile değiştirmek yönünde bir çaba var. Bu yazı dizisinde bu çabayı veren kişi ve kurumlarla görüşecek ve alternatif bir ekonomi yaklaşımının mevcut ekonomik, sosyal ve ekolojik krizlere nasıl bir çözüm sunduğunu araştıracağım.
Zira bugün yaşanan siyasi baskıya karşı gelişen tepkiyi sürdürmek ve mevcut ilişkileri onarmak için ekonomiyi dönüştürmeye çalışmak geleceğimiz için çok önemli bir fırsat sunuyor. Türkiye bu konuda hiç de azımsanmayacak bir zenginliğe sahip. Uzmanlar, akademisyenler, araştırmacılar ve uygulayıcılar yıllardır bu alanda söz ve eylem üretiyor. Ülkenin dört bir yanında ekolojik ve sosyal açılardan adil ürün ve hizmet üretmeye çalışan, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu topluluklar ve bireysel inisiyatifler var. Bunlar kimi zaman kendilerini sosyal girişimler olarak tarif eden işletmeler, kimi zaman kooperatifler ya da küçük üreticiler olarak karşımıza çıkıyor. Yaşadıkları bölgelerde istihdam yaratıyor, sosyal güçlenmeye katkı sağlıyor ve doğayı koruyorlar.
Bugün önümüzde inanılmaz bir dayanışma fırsatı duruyor. Sadece gıda değil, tekstilden ev temizliğine ya da kişisel bakıma, hatta oyuncaklara varana kadar, bir hanenin hemen hemen tüm ihtiyaçlarını bu sorumlu üreticilerden karşılamak mümkün. Bu tür üreticileri bir arada bulabileceğimiz çevrimiçi dayanışma ağları, topluluklar bile var. Yani belirli marka ve grupları boykot etmekle kalmayıp, bir adım öteye geçmek, doğaya ve insana zarar vermeyen; tam aksine insani ve doğal ilişkileri yeniden canlandıran ve onaran küçük yerel işletmeleri desteklemek mümkün.
Boykot mevcut gidişata dur demek isteyen haklı bir tepkinin tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. Zira bugün harcadığımız her bir lirayı nasıl harcadığımız gelecek açısından belirleyici olacak. Harcama pratiklerimizde yapacağımız gündelik değişiklikler ile sosyoekonomik düzlemde gerçekleşmesini istediğimiz dönüşüm için aktif çaba harcayan üreticileri, toplulukları desteklememiz ise mümkün ve dahası gerekli. Böylece daha adil ve demokratik ilişkilerin güçlenmesi için tabandan örgütlenen ekonomik ilişkileri güçlendirebilir; ekolojik ve sosyal adaletsizliklerin azalmasına ve daha ‘iyi’ bir geleceğin kurulmasına katkı verebiliriz.
Tüm bunların imkânını ve nasılını sonraki yazılarda uzmanlarla, araştırmacılarla ve uygulayıcılarla konuşacağız.
Dipnotlar:
[1] Bkz. 1955’te Rosa Parks öncülüğünde Montgomery’de otobüslerdeki ırkçı uygulamalara karşı başlayan otobüs boykotu
[2] https://bianet.org/haber/boykot-kimin-hakki-erdogan-cagirinca-milli-durus-muhalefet-yapinca-kriz-306052
[3] https://www.diken.com.tr/aym-kararini-hatirlayalim-boykota-cagri-suc-degil-ifade-ozgurlugudur/
[4] Bu konuda ayrıntılı bir okuma için David Harvey’den (Neoliberalizmin Kısa Tarihi) - Michel Foucault’ya (Biyopolitikanın Doğuşu) uzanan çeşitlilikte, farklı yaklaşımlara sahip kaynaklar bulmak mümkün.
[5] Frank Trentmann, “Beyond Consumerism: New Historical Perspectives on Consumption”, Journal of Contemporary History, Cilt 39, Sayı 3 (2004), ss. 373-401
(BB/TY)