*Görsel betimleme: Fotoğraf, 'Perfect Days' filminden bir kare. Görüntüde, bir kişi bir kitap okurken görülüyor. Kişi yerde uzanmış durumda, bir elini yüzüne yaslamış ve diğer eliyle kitabı tutuyor. Yanında bir masa lambası var ve bu lamba, kişiyi ve okuduğu kitabı aydınlatıyor. Arka planda, pencerenin dışındaki yağmur damlaları görülüyor, bu da gece veya akşam vakti olduğunu düşündürtüyor. Görüntünün sağ tarafında, William Faulkner'ın "Çılgın Palmiyeler" adlı kitabının kapağı yer almakta. Kitap kapağında, yazarın ismi ve kitabın ismi birçok kez tekrarlanarak bir grafik oluşturulmuş. Kapakta, "William Faulkner Çılgın Palmiyeler" yazıları kırmızı ve siyah renklerle yazılmış. Kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmış.
Farklı bir hayat sürmek mümkün olabilir mi? Bunun için ya çok mücadele etmek ya da kadere teslim olmak mı gerekir? Her ikisini de deneyimlemişizdir; bazen akıntıya karşı kürek çekmişizdir bazen de kendimizi akıntıya bırakmışızdır. Şimdi şöyle yaptığımızı düşünelim; kendimizi akıntıya bırakmışız ama kayığımızın kürekleri bizim ellerimizde. Tıpkı birazdan söz edeceğim Hirayama gibi, tıpkı Harry gibi, tıpkı isimsiz mahkum gibi… Onlar hiçbir şey ile keder arasında bir seçim yapmaları gerektiğinde kederi seçtiler.
Mükemmel Günler’in yarattığı etki
Bugün bir filmden aldığım ilhamla, çok önemli bir yazarın, çok değerli bir kitabından söz edeceğim. Edebiyat ile sinemada disiplinler arası geçişin nasıl yumuşacık yapılabildiğini çok iyi gösteren filmimiz, son zamanların gözdelerinden biri olan “Mükemmel Günler.” Orijinal adı “Perfect Days” olan film bir kitap uyarlaması değil, senaryosu oldukça özgün: Tokyo’da olimpiyatlar için yapılmış lüks tuvaletleri temizleyen ve günlük rutininin dışına çıkmayan, günümüzde yaşayan ama analog dönemde kalmış bir adamın hikâyesi.
Yönetmen Wim Wenders’in 2023 yapımı bu filmi kısa bir süre önce MUBI’de gösterime girince, övgüler, tavsiyeler derken izleyici kitlesini epeyce artırdı. Filmin kahramanı Hirayama’nın, her gün ve ama her gün hiç değişmeyen rutin işleri, tekdüze yaşamı, sadece sevdiği birkaç sanatçının müziklerini dinlemesi, işten arta kalan vaktini kitap okumak, fotoğraf çekmek, aynı restoranda yemek yemek gibi aktivitelere ayırması çoğu izleyicide “meditasyon” etkisi yarattı. Filmi beğenenler, aslında mutluluğun basitlikte olduğundan, yaptığın işi hakkıyla yapmanın erdemine kadar bir sürü mesaj çıkardılar. Bana göre pek öyle değil, tercih meselesi!..
Kitap okuyan biri sıradan olabilir mi?
Koji Yakusho’ya Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandıran Hirayama karakterinin dinginliği elbette bana da huzur verdi. Ancak bu yazı bir film analizi olsaydı; rutine ve sıradanlığa övgü yerine, sürgündeki bir prensin hikâyesi diye başlayıp, tercihlerimizin hayatımızı değiştirme gücünü anlatan, tamamen ters köşe yorumlar yapmayı tercih ederdim. Çünkü Hirayama, sadece mutlu ve mütevazı bir tuvalet temizleyicisi değil, bambaşka bir hayatı bırakıp asıl rutinine aykırı, farklı seçimler yapmış biri.
Adını Amerikalı müzisyen Lou Reed‘in “Perfect Day” şarkısından alan bir film izleyip bu sonuca nasıl mı vardım? Hem filmin sonlarına doğru ortaya çıkan kız kardeşten hem de Hirayama’nın okuduğu kitaplardan!
Hirayama film boyunca eline dört kitap alıyor: Aya Koda’dan “Tree”, ne yazık ki Türkçe’ye çevrilmedi. Patricia Highsmith’den “Eleven”, maalasef yine Türkçe çevirisi yok. Junichiro Tanizaki’nin “Gölgeye Övgü”sünü Jaguar Kitap’tan Didem Kizen çevirisi ile okumak mümkün. Ve bu yazının konusu olan kitap; William Faulkner’dan “Çılgın Palmiyeler”, Yapı Kredi Yayınları’ndan Necla Aytür ve Ünal Aytür çevirisi ile okunabilir.
Sizce bu kitapları okuyan adam (yaptığı işi sadece bir iş olarak düşünün lütfen) sıradan biri olabilir mi?
Hirayama bu kitapları boşuna mı okudu?
Bana bunları düşündürten Hirayama’nın gece yatmadan önce kitap okumasını takdir edip, sonra da ne okuduğunu merak etmem oldu. Diğer kitaplar hakkında bir fikrim yoktu, “Wild Palm” adını görünce de önce bağ kuramadım. Ancak filmi bitirip, geçen yıl okumuş olduğum “Çılgın Palmiyeler”i yeniden elime alınca düğüm çözüldü.
Yönetmen durduk yere Hirayama’ya bu kitapları okutmuş olamazdı. Wenders, ince ince metinlerarasılık kavramını işlemiş ve Faulkner’in kahramanlarına atıfta bulunmuştu. Diğer kitapları okumadığım için Hirayama ile onlar arasındaki tam bağlantıları bilemiyorum. Ancak yine de eminim; mutlaka bu kitaplarda anlatılanlarla “Mükemmel Günler” arasında bir bağlantı var!
İşte benim çıkış noktam burası oldu. Şimdi gelelim Wim Wenders’in seçtiği, benim de tavsiye listeme aldığım kitaba; “Çılgın Palmiyeler” ya da orijinal adıyla “The Wild Palms.”
Önce yazarımız hakkında birkaç kelam edelim: William Faulkner, 1897’de Amerika’da New Albany’de doğmuş, 1949’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış, Amerika’da modernist yazarların babası sayılan, Marquez gibi birçok edebiyatçının feyz aldığı bir isim. Bilinç akışı, iç monolog, farklı yazım teknikleri gibi yenilikçi tarzıyla dünya edebiyatının zirvesinde oturan yazarlardan biri. “Çılgın Palmiyeler” de “Ses ve Öfke”, “Döşeğimde Ölürken” romanları gibi onun en bilinen ve çok sevilen eserlerinden.
Ey Kudüs, seni unutursam…
Faulkner, 1939’da yayımlanan “Çılgın Palmiyeler”e aslında başka bir isim vermiş: “Seni Unutursam, Kudüs” (If I Forget Thee, Jerusalem) adıyla çıkarmak istemiş. Bu isim bir alıntı aslında.
“Seni unutursam, ey Kudüs, sağ elim hünerini unutsun! Eğer seni anmazsam, eğer Kudüs’ü baş sevincimden üstün tutmazsam, dilim damağıma yapışsın!”
Mezmur 137'deki bu dizelerin bir sürgün şarkısı olduğunu aklınızda tutun lütfen. Yazarımız böyle bir atıfta bulunmuş ancak yayıncısı, biraz da ticari kaygılarla olsa gerek ismin zorluğuna dikkat çekerek, bu adı değiştirmiş. Kitabın macerası bununla da bitmemiş; çünkü içinde alakasız iki öykü yer alması kafaları karıştırmış, bir dönem hikâyeler birbirinden ayrılmış, hatta bir dönem ayrı ayrı basılmış ama en sonunda orijinal haline dönmüş.
Aynı kitap, iki farklı hikâye
Faulkner’ın bu eseri; bir bölüm “Çılgın Palmiyeler”, bir bölüm “Irmak Baba”, sonra ilki, sonra diğeri şeklinde ilerliyor. Aslında yazar “Ses ve Öfke”, “Yatağımda Ölürken” romanlarında da farklı kişilerin anlatılarından bir roman oluşturmuş ama o romanlardaki kahramanlar aynı hikâyenin karakterleriydi. “Çılgın Palmiyeler”de ise hem bir bölünmüşlük söz konusu hem de bir eş zamanlılık.
Aynı anda iki roman okuyor gibi düşünebilirsiniz. Kitap, başta alakasız görünen ama sonunda tematik olarak birleşen iki anlatı arasında gidip geliyor. Deneyimlerin ve duyguların birbirine benzeşliğini gösterir gibi.
Yazar, yazarken de aynen bu sırada ilerlemiş ve iç içe geçen öykü anlatımını da müzikteki
kontrpuan (birbirlerine armonik açıdan bağlı ancak ritim ve gelişimi bağımsız olan seslerin ilişkisi) benzeri bir yöntem olarak nitelendirmiş. Çünkü birbiriyle çok alakasız görünün iki konu, birbirlerine hiç benzemeyen karakterler, farklı mekanlar arasında okurun keşfetmesi gereken gizli bir bağ var. İşte bu bağ; hiçbir şey yerine kederi seçmiş olmaları.
Aşk ölmez!.. Seni bırakır gider
Kitabın; “Çılgın Palmiyeler” bölümleri Harry ile Charlotte’un hikâyesini anlatıyor. Charlotte, Harry’e aşık olunca kocasını, çocuklarını terk etmiş, aşka aşık bir kadın. Harry de Charlotte’a aşık. Ancak terk edilmiş kocanın ve toplumun gölgesi bu “yasak aşk”ın hep üzerinde. Bundan kaçmak ve aşklarını hayal ettikleri gibi yaşayabilmek için zorlu bir yolculuğa çıkıyorlar. Yerleşik bir düzende mutlu bir çift olmayı isterken bu süreçte yaşananlar kahramanlarımızı epeyce hırpalıyor; bir kentten diğer kente giderken her türlü toplumsal baskıya direnmeye çalışıyorlar.
Bu ilişkiye yön veren Charlotte oluyor; ikisinden biri ölene kadar ya cennet ya da cehennem, arafın olmadığı aşk anlayışını Harry’e kabul ettirmiş görünüyor. Gerçi Harry, sevgilisinin kendisine değil de aşka aşık olduğunu fark ediyor, Charlotte da bunu inkar etmiyor, hatta duygularını şöyle ifade ediyor:
“İki insan arasındaki aşk ölür, derler. Bu doğru değil. Aşk ölmez. Eğer ona layık değilsen, seni bırakır gider. O ölmez; ölen sen olursun. Aşk deniz gibidir: Sen işe yaramaz biriysen, sularda kötü bir koku çıkarmaya başlarsın, o zaman deniz, dışarıda bir yerde ölmen için kusar atar seni.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi Charlotte aşksız, tutkusuz bir hayatı yaşanmaya değer bulmayan gözü kara bir kadın, Harry ise ilişki acemisi olduğu için kendini onun kollarına bırakmaya razı bir adam. Aşk konusunda Charlotte’a eşlik etmeye çabalayan Harry, zamanla para ve saygınlık gibi kavramlar yüzünden, türlü şüphelerin ve mutsuzlukların pençesine düşüyor. Diğerlerine benzememek için direnen bu iki sevgilinin aşk hikâyesi, trajik bir sona doğru ilerlerken; “Irmak Adam”ın öyküsü de aynı paralelde akıyor.
Kaçabilecekken kaçmamak…
Kitabı listesine alanların okuma keyfini kaçırmamak için fazla detaya girmeden ikinci öykümüz “Irmak Adam”a da değinmek istiyorum. Kahramanımızın bir adı yok; o Uzun Boylu Mahkum. Henüz on sekiz yaşındayken okuduğu yazarlardan etkilenmiş, bir tren soymaya kalkışmış ve daha ilk işinde yakalanmış. Bunu aslında sevdiği kız için yapmış. Kızın onu sadece bir kez ziyarete gelmesi ve altı ay sonra da evlenmesi gibi nedenlerden dolayı kadınlardan pek hazzetmiyor.
Romanda yirmi beş yaşlarında ve hâlâ cezasını çekmeye devam ediyor. Bir gün Mississippi Nehri taşıyor; selde mahsur kalanları kurtarmak için mahkumları çıkarıyorlar. Bizim isimsiz kahramana, hamile bir kadını kurtarmak gibi önemli bir görev ve bunun için de bir kayık veriliyor.
Uzun Boylu Mahkum da diğer hikâyedeki Harry Wilbourne gibi kendi güvenli alanından çıkıyor ve hiç bilmediği bir dünyaya adım atıyor. Üstelik bizim isimsiz mahkum, kaçmak yerine bu görevi yerine getirmek için canla başla çalışıyor. Harry’nin en zorlandığı durumlarda bile kaçıp gitmemesi gibi…
İlerleyen sayfalarda, isimsiz mahkumun kaçmaya teşebbüsten artı on yıl daha ceza alması, Harry’nin de cinayetten hapse düşmesi kaderin kötü cilvelerinden biri mi, seçimlerimizin bir bedeli olduğunu gösteriyor olabilir mi?
Düz bir okumayla romandaki bu iki erkek karakter arasındaki ortak noktalar oldukça sınırlı gelebilir. Aynı cezaevine gönderilmeleri, sonradan edinmiş olsalar da kadınlara karşı önyargıları, genelleme yapmaları gibi… Ancak hemen her romanda olduğu gibi alt metinler bize bundan çok daha fazlası olduğunu söylüyor. Aşk, fedakarlık, kimlik, şans, kader gibi olgular üzerine düşünürken; koku, sel, yağmur, yangın gibi tekrarlayan metaforlarla bambaşka hayatlara ortak oluyoruz.
Sen hangisini seçerdin?
Romanın benim okuduğum basımında Harry, “Acıyla yokluk arasında acıyı seçiyorum ben” diyordu. Başlığa taşıdığım cümle ise Yönetmen Jean-Luc Godard’ın “Serseri Aşıklar” (À bout de souffle / Breathless 1960) filminde Patricia karakterine söylettiği versiyon. Filmde Patricia eline “Çılgın Palmiyeler”i alıyor, Faulkner’in en favori yazarlarından biri olduğunu söyleyerek şu cümleyi okuyor:
“Keder ile hiçlik arasında seçim yapmam gerekirse kederi seçerim.”
Ve ekliyor. “Sen hangisini seçerdin?”
Harry, isimsiz mahkum ve Hirayama’yı birbirine bağlayan cümle de bu olabilir mi? Kitabın orijinal adını hatırlarsak, bu üç karakterin yaşadıklarına bir nevi sürgün denilemez mi? Kendilerini kendi sürgünlerinde yaşamaya mahkum eden insanlar… Bu bir kader mi? Seçim mi?
“Mükemmel Günler”i izlediyseniz, izlemeyi düşünüyorsanız, Wim Wenders filmlerini seviyorsanız Faulkner’in “Çılgın Palmiyeler”ini mutlaka okumalısınız. Filmi izlemeyecek olsanız da bu kitabı okumalısınız. Hiçlik ile keder arasında kederi seçen kahramanlarımız, kesinlikle size gösterilenden çok daha derin bir hikâye anlatacaklardır.
Sözlerimi “Çılgın Palmiyeler”den bir alıntı ile bitiriyorum. Sanırım son cümle olarak Hirayama da bu cümleyi seçerdi.
“Günaha inanmam ben. Tehlike, ayak uyduramamakta. İnsan, kendi zamanı ile kuşağından adsız milyonlarca başkalarıyla birlikte uygun adım bir yürüyüşün içine doğar; eğer bir kez adımınızı şaşırır, bir kez yanlış adım atarsanız, ayaklar altında ezilir, ölürsünüz.”(NK/AÖ)