Yolun düşerse kıyıya bir gün
Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan
Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla
Selamla, yüreğin sevgi dolu
Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar
Eşit olmayan bir savaşta
Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden önce,
Sana liman gösterdiler uzakta.
Pierre Jeanne de Beranger (1780 - 1857)
31 Mayıs 1971 Türkiye devrimci hareketinin tarihinde karanlık bir gün. O gün, Nurhak'ta Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan'ın vuruldukları, İstanbul Maltepe'de Hüseyin Cevahir'in öldürülüp Mahir Çayan'ın yaralı olarak yakalandığı, Tekirdağ'da ise Cihan Alptekin'in bir sürek avı sonunda yakalandığı tarih.
Hepsi aynı gün içinde oluyor. Tekirdağ'da tüm şehrin ve koca bir jandarma alayının saatlerce sürdürdüğü bir sürek avı sonunda yakalandığımızda bekçisinden askerine, trafik polisinden jandarmasına şehirdeki tüm kolluk kuvvetlerinin elinde linç edilmekten kıl payı kurtulmuştuk.
Vahşi hayvan avcıları misali etrafımızda fotoğraf çektirenler arasındaki bir generalin müstehzi bir edayla, "Halk için savaştığınızı söylüyorsunuz; dışarıda sizi yuhalayan şu halka bakın" demesi üzerine, kanlar içinde yerde yatan Cihan'ın, "Şu sabahtan beri yayın yapan belediye hoparlörlerini yarım saatliğine bize verin de görün o zaman o halkın kimi yuhalayacağını" demesiyle birlikte küplere binen paşanın, elindeki general asası ile üzerimize yürüyüp vurmaya başlamasını hiç unutmuyorum.
O geceki linçten sonra, sabaha karşı İstanbul Sirkeci'deki Sansaryan Hanı'na götürülüyoruz. Burası adını Ermeni bir tüccardan alan, kasvetli bir ondokuzuncu yüzyıl işhanı. Cumhuriyet döneminde Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılmaya başlanmış.
Bugüne kadar yapılan bütün siyasi tevkifatların yolu buradan geçmiş. Kimler geçmemiş ki Sansaryan Hanının hücrelerinden? Nazım Hikmet'ten Ruhi Su'ya, Şefik Hüsnü'den Mihri Belli'ye, binlerce sosyalist Sansaryan Hanı'nın işkencehanelerinden geçmişler.
Bizleri doğruca çatı katındaki "Telefonlu Hücre"lere götürdüler. Burası namını, hücrelerin arasındaki holde bulunan, ve artık çalışmayan antika bir telefondan almış. Ancak bu hücreler daha önce tutuklanmış devrimcilerle doldurulmuş olduğundan hiç yer kalmamıştı burada.
Bunun üzerine bizi hücrelerin hemen yakınındaki tabutluklardan birine koydular. Hani şu '51 tevkifatının meşhur tabutluklarından birine. Burası ismiyle münasip tam bir tabut. Yaklaşık olarak eni 80, boyu 150, yüksekliği ise 150 cm. Bir kişinin bile içinde ne yatması ne de ayakta durabilmesi mümkün değil.
İşte bu tabuta Cihan'la ikimiz üstelik de bileklerimizden birbirimize kelepçeli olarak tıkıldık. Bu durumda yatmak veya ayakta durmak bir yana, ayaklarımızı uzatarak oturmamız bile mümkün değil. Üstelik içerisi havasız mı havasız. Öyle ki boğulup kalacağız neredeyse.
Nöbetçi polislere kapıyı açmaları için bağırıyoruz ama umurlarında bile değil. Biz de bunun üzerine elimizdeki kelepçeyi kontraplaktan yapılmış kapıya vurmaya başlıyoruz. Bir müddet sonra ince kontraplak üzerinde bir delik açılıyor.
Polisler ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Kendileri yalnızca bizim gardiyanımız bu yüzden inisiyatif kullanamıyorlar. Ve Sansaryan'daki ilk gecemizi böyle geçiriyoruz.
Ertesi gün tabutluğumuzu biraz daha inceleme fırsatı buluyoruz. Yıllardır boyanmamış kirli duvarlar yılların aynası sanki. Kim bilsin kimlerin acılarına, işkencelerine tanık olmuşlar. Her yanda tırnakla, kalemle, kanla artık ele ne geçtiyse onunla çiziktirilmiş yazılar var.
Sırtımızı duvara yaslayıp başımızı yukarı kaldırdığımızda tavana kurşunkalemle yazılmış, solmuş, belli belirsiz bir yazı görüyoruz:
"Şerefinle girdin, şerefinle çık...
İhtilalci namusuna halel getirme..."
Bu yazıyı kim bilir hangi devrimci, hangi ihtilalci yazmış buraya. '46 ve '51 tevkifatlarında buraların dolup taştığını okumuştuk. Onlardan kalan bir anı olmalıydı bu, tabutluğa atılanları ilk karşılayan. Belli ki bugüne kadar hiçbir polis görmemişti bunu.
Tavanla duvarın birleştiği köşeye sıkışmış bu yazıyı, tabutluğun solgun ışığında görebilmek pek de kolay değildi aslında. Okunduğunda sağlam bir yumruk gibi insanı silkeleyen bir etkisi vardı bu iki satır yazının. Ve o günden sonra Sansaryan Hanında geçireceğimiz 43 günün bir özetiydi sanki.
Tabutluğumuzun kapısı gürültüyle açıldığında karşımızda tepeden tırnağa silahlı, çelik yelek kuşanmş bir özel kuvvet polis timiyle birlikte Siyasi Şube müdürü Ilgız Aykutlu'yu gördük.
Bu benim Aykutlu'yu ilk görüşümdü, oysa Cihan daha önceki anti-emperyalist kitle hareketlerinden alındığı gözaltılardan çok iyi tanıyordu bu inanmış faşist polis şefini.
Özel timdeki polislerden biri üzerimize eğilerek elini yüzümüze sürdü. İlk önce ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştık. Ancak sırıtkan bir ifadeyle konuşmaya başlayınca işin gerçeğini anladık :
"Bakın" diyordu polis şefi, "iyi bakın; bu elimdeki kan arkadaşınızın kanı, Mahir'in kanı"
O zaman adamın eline dikkatlice baktığımızda, elinin dirseğine kadar kana bulanmış olduğunu fark ettik.
Hüseyin Cevahir'in öldürülmesi ve Mahir Çayan'ın yaralı olarak yakalanmasının üzerinden neredeyse bir gün geçmiş ama bu adam, elinin kanını yıkamak şöyle dursun, onu bir hatıra gibi saklıyordu.
Bu bize nasıl bir yerde olduğumuzu, karşımızdakilerin nasıl hastalıklı birer beyne sahip olduklarını gösteriyordu. Daha sonra öğrendik ki, o ilk gün polisler hala, Maltepe'de öldürdükleri kişinin Mahir Çayan olduğunu zannediyorlarmış.
Çoktan kurumuş olan kanlı elini öyle bir gururla taşıyordu ki, onu herkese övünerek gösteriyordu bu hastalıklı beynin sahibi. Ilgız Aykutlu da bu gösteriyi kendince çok "yaratıcı" bulmuş olmalı ki, adamı ve ekibini aldığı gibi bizim tabutluğa getirmişti.
Amacı "eski dostu" Cihan'a güç gösterisi yapmak ve morallerimizi sıfırlamaktı aklınca.
Aykutlu, "Görüyorsunuz işte, artık hepiniz yenildiniz; sizin gibi anarşistlerin sonu budur işte" gibilerinden bir söz etti.
O zamana kadar sessiz duran Cihan, başını kaldırarak ve gözlerini Aykutlu'nun gözlerinin içine dikerek şu sözleri söyledi:
"Evet bu kez yenildik, ama temelli değil! Demir ökçeniz şimdi eziyor bizi. Fakat davamız daha da güçlenmiş olarak yeniden ayağa kalkacaktır."
Böyle bir karşılığı hiç beklemeyen Aykutlu önce şaşırmış sonra da hırsla tekme tokat girişmişti bize, "Bu gece sorguda görüşürüz seninle, bakalım o zaman da bu kadar kahraman olabilecek misin orada" diye tehditler savurarak.
Yeniden yalnız kaldığımızda Cihan'a sormuştum, nereden aklına geldi böyle bir cevap vermek diye. O da her zamanki muzip gülümsemesiyle bunu, Jack London'un Demir Ökçe kitabından hatırladığını ve okuduğu bu cümlenin kendisinde iz bıraktığını söylemişti.
Telefonlu hücrelerde THKP-C davasından Necmi Demir, karısı İlkay Demir, İrfan Uçar, Kamil Dede ve Ziya Yılmaz ve Necati Sağır kalıyorlardı o sırada.
Birkaç gün tabutlukta kaldıktan sonra, bizi de telefonlu hücrelere transfer ettiler. Hücremiz 150 x 250 cm ebatlarında bomboş bir oda. İçeride hiçbir şey yok.
Gene Cihan'la aynı hücredeyiz. Ama en azından burada yatabiliyoruz, beton zeminin üzerine gazete kağıdı sererek.
Tabutlukta olduğu gibi burada da bir sürü şeyler karalanmış duvarlara. Çatı katında olduğumuz için yağmur yağdığında sesini duyabiliyorduk. Bu da bize, dışarıda hayatın sürmekte olduğunu hatırlatıyor ve direnme gücü veriyordu.
Bu nedenle olsa gerek, duvardaki karalamalardan birini hala anımsıyorum hayal meyal. Hafızam beni yanıltmıyorsa şöyle birşeydi :
Şimdi dışarıda yağmur yağıyor
Saydam ve temiz...
Ne olur uzatsak da ıslansa ellerimiz...
..........
Bir kapanın içindeyiz Sansaryan Hanında
İstanbul'da 1945 baharında
Hücrelerde hepimizin durumu perişandı. Falaka ve elektrikten hiçbirimizde takat kalmamıştı. Özellikle Cihan'ın, Necmi'nin, Ziya'nın ve İrfan'ın durumu yürek parçalıyordu. Ayakları tamamen parçalanmış, etleri sarkıyordu. Kangren olma tehlikesiyle karşı karşıyaydılar.
Akşamları mesai bitiminden sonra ortalık önce biraz sakinleşiyordu. Daha sonra birden hareketleniyordu. İşkenceye götürülecekler gece yarısından sonra alınıyorlardı hücrelerinden. İşkence tezgahlarından yükselen çığlıkların Emniyet Müdürlüğüne gündüz dışarıdan gelenlerce duyulmaması için böyle bir yol izliyorlardı.
Hava karardığı zaman herkes sırasını bekliyordu. Kimin ne zaman sorguya götürüleceği belli değildi. Bazı geceler sabaha kadar çığlıklar devam ediyordu. Sesler binanın havalandırma boşluklarından her tarafa yayılıyor, kulaklarımızı tırmalıyordu. Bu çığlıkları dinleyerek sıranın gelmesini beklemek de işkence senaryosunun bir parçasıydı zaten.
Sorgularımız işkencede uzmanlaşmamış olan 2. Şubede yapılıyordu. Ne de olsa her türlü asayiş vukuatında falakaya, daha da yetmedi mi elektriğe başvurmaya alışmışlardı.
Bizden birkaç hafta önce Sarp Kuray geçmişti tezgahlarından. Onun işkencede çekilmiş fotoğraflarını gösteriyorlardı bize.
Telefonlu hücre sakinlerinden en ağır işkenceyi görenlerlerden biri de Cihan'dı. İnatla eylem arkadaşlarından o güne kadar deşifre olmamış olanların ismini vermemekte direniyordu.
Ayak tabanlarında deri namına birşey kalmamıştı. Kangrene doğru giden bu durumda işkenceyi sürdürebilmek için işkencecilerin önlem alması gerekiyordu. Birgün baktık ki bir doktor yanında bir hemşireyle çıkageldi. Yaralarımızın pansumanını yapacaklardı.
Hücre komşumuz, İlkay Demir tıpöğrencisiydi. Doktora sordu : "Hipokrat yeminini bunun için mi ettin sen?"
Böyle bir soruyu hiç beklemeyen doktor şaşırdı : "Ben görevimi yapıyorum, yaralarınızı tedavi etmeye geldim"
İlkay bu sefer daha sert çıktı: "Tabii ya, tedavi etmeye... İşkenceye devam edilebilmesi için. Yaptığınız bizleri işkenceye hazırlamaktan başka bir şey değil. Bırakın yaralarımız kurtlansın."
Ertesi günden itibaren bu doktoru bir daha görmedik ama hemşire her gün gelmeye devam etti. Bir sabah bir de akşam üzeri geliyor, son derece doğal bir iş yaparmış gibi falakadan kabarmış tabanların derilerini elindeki makasla kesiyor, içindeki kanı boşaltıyor, çıplak etin üzerine merhem sürüp penisilin tozu serpiyor, sargı beziyle sarıyordu.
Ancak yapılan pansuman ertesi gün 2. Şubenin işkence odalarında paramparça oluyor, aynı senaryo ertesi gün yeniden tekrarlanıyordu.
Yiyeceklerimizi paramızla dışarıdan getirtiyoruz. Yiyecekler sıradan bir bakkaldan alındığı için, birkaç gün öncesinin gazete kağıtlarına sarılmış oluyordu. Birgün gelen yiyeceklerin sarılı olduğu gazete parçası üzerinde yüreğimizi kavuran bir fotoğraf gördük.
Sinan, Alpaslan ve Kadir, kurşunlarla delik deşik olmuş gövdeleriyle öylece yatıyorlardı toprağın üzerinde kolları açık, kocaman yürekleriyle tüm dünyayı kucaklayacaklarmış gibi.
Bu kara haber işte böylece düşmüştü yüreklerimize. Yüreğimizin yangısı işkencelerimizi bile unutturmuştu bize. Daha birkaç ay önce ona son defa sarılıp veda etmeden önce, o dağ gibi Sinan'ın gür erkek sesiyle okuduğu Ahmet Arif'in şiiri kulaklarımda çınlıyordu.
"Vurulmuşum dağların kuytuluk bir boğazında...
Vakitlerden bir sabah namazında...
Yatarım kanlı, upuzun...
Vurulmuşum, düşüm gecelerden kara...
Bir hayra yoranım çıkmaz,
Sığdıramam kitaplara...
Şifre buyurmuş bir paşa,
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız...
......
Kirvem hallarımı aynı böyle yaz...
Rivayet sanılır belki...
Gül memeler değil,
Domdom kurşunudur paramparça ağzımdaki....."
İşte bu Otuzüç Kurşun'u, Sansaryan'da kaldığımız süre boyunca, akşamları el ayak çekilince Cihan'la birlikte defalarca okuduğumuzu ve bunun tüm hücre arkadaşlarımız arasında nasıl bir moral rüzgarı estirdiğini hatırlıyorum. Zaten bu ortamda insanın ekmekten sudan daha çok, morale ihtiyacı yok mudur?
Nöbetçilerimiz önceleri bu işe çok şaşırdılar. Onca işkenceden sonra bu morali, bu enerjiyi nereden bulabildiğimize akılları ermiyordu. Birkaç kez üstümüze gelmiş, susmamız için copla kafa göz demeden girişmişlerdi.
Ancak bu coplamalar sorgu odalarındaki işkencelerin yanında çok hafif kalıyordu. Bir süre sonra onlar da bıktılar bizleri susturmaya çalışmaktan ve alıştılar Ahmet Arif'in şiirlerini dinlemeye.
Cihan'ın en sevdiği şiir ise "Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin" şiiriydi.
"Haberin var mı taş duvar,
Demir kapı,
Kör pencere...
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim...
Haberin var mı?
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..."
Cihan sık sık bu şiiri ağzını doldura doldura tok bir sesle bağırarak okuyor bazen diğer hücrelerden de kendisine katılanlar oluyordu.
...................................
Tam kırküç gün süren Sansaryan faslından sonra hepimizi toparlayıp önce Selimiye Kışlasına sonra da Maltepe Askeri Cezaevine sevk ettiler bizi. Cihan daha cezaevine konulduğumuzun ilk gününde şu soruyu sormuştu bize :
"Bir devrimcinin faşizmin zindanlarındaki asli görevi nedir?"
Ve cevabını da kendisi vermişti duraksamadan : "Firar etmektir".
Devrime olan sarsılmaz inancı ve azmiyle Cihan Alptekin, cezaevine konulduktan sadece dört ay sonra bu asli görevini yerine getiriyor ve faşizmin zindanlarına şerefiyle girip, şerefiyle çıkarak ihtilalci namusuna halel getirmiyordu.
Yazımıza Fransız ihtilalinin şairi Belanger'in bir şiiriyle başladık, yine bir şiirle bitirelim onu. Birbuçuk yıl önce kaybettiğimiz, ödüllü ancak okulsuz mimar Nail Çakırhan'ın 1941'de yazdığı bir şiiriyle:
Daha Çok Onlar Yaşamalıydı
Onları hep birer birer
Tanıyorum,
Onlarla yan yana,
Boyanamadım diye kana
Kendi kendimden utanıyorum.
Daha çok onlar yaşamalıydı,
Daha çok onlar haketmişlerdi bunu.
Daha çok onlar bilirlerdi
Yaşamanın ne olduğunu.
Ben onlardan öğrendim
Sevmeyi sevilmeği,
Bana onlar öğrettiler
Dostu dost, düşmanı düşman bilmeyi
Kafamı onlar yoğurdular.
Orada yepyeni
Taptaze
Gıcır gıcır bir alemi
İlk önce onlar kurdular.
O topraklarda ayrı gayrı bilinmez.
O topraklarda hep el ele tutulmuştur,
O topraklarda dert unutulmuştur;
Burcu burcu ekmek kokan baharda,
Ağız dolusu gülünür o topraklarda.
Daha çok onlar yaşamalıydı,
Daha çok onlar haketmişlerdi bunu;
Daha çok onlar bilirlerdi
Yaşamanın ne olduğunu.
Kavgam onların adıyla anılır.
Onlar öyle aç,
Öyle çıplak
sanılır
Ama;
İlk önce onlar
altettiler yokluğu,
Onlar tattılar,
İlk önce asıl tokluğu.
Daha çok onlar yaşamalıydı.
Daha çok onlar haketmişlerdi bunu;
Daha çok onlar bilirlerdi
Yaşamanın ne olduğunu.
Nail Çakırhan (1910 - 2008) (TC/NM)