“Yoğun, ağır ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da doğrusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır… Her şey geçip gitti, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok...” (Julia Kristeva, Kara Güneş)
Otuzlu yaşlarının başında bir kadını dinliyor ve içinde korkunun yarattığı dehşetle saklanmış ortaya çıkmak istemeyen kız çocuğunu görmeye çalışıyordum. Uzunca bir zaman geçti ve kız çocuğu konuşmaya başladı:
“Üç yaşındaydım, çok sonradan öğrenecektim savaşın hiç dur durak bilmediği bir çoğrafyada dünyaya gelmişim. Üç yaşıma kadar altımdaki zemin savaşın pam pam sesleri ile sarsılmamış, o nedenle o gece yaşadığım şey benim için ilkti fakat sonrasında hiç son bulmadı. Nasıl başladığını bilmiyorum, annemin telaşından anladım bir şeylerin yolunda gitmediğini. Annem, nenem, ben ve bir yaşındaki erkek kardeşim karanlıktaydık. Babam yoktu. Sonra sesler gelmeye başladı, hiç duymadığım ama kulaklarımın zarını patlatan ve karnımda alev almış kelebeklerin kendinden geçmişçesine kanat çırpışlarıyla dolu bir kaosa yol açan sesler. Silahların sesiymiş. Annem küçük kardeşimi alıp babamın yanına gitmeye karar verdi, beni ardında bırakarak, tek bir çocuğunu koruyabileceğine karar vermiş, ben değildim. Ben nenemin sırtında ve karanlık bir yerde, zamanın kilidine kızgın demir dökülmüş geçmiyor da geçmiyor. Bir ara korkudan altımı ıslatmışım. O gün nasıl sabah oldu bilmiyorum, nenem ayakta, ben nenemin sırtında, nenemin sesi çıkmıyor, ben ise ağlamıyorum hiç.”
İnsan yavrusunun hissedişinin ilk anı, aslında yaşamının zirvesi, en uç noktası. Kilimanjaro’su. Oradayken hissettiğimiz ve bize hissettirilenler bir kar tanesi, bir öz. İnsan yavrusu büyüdükçe ve iki ayağı üzerine kalkıp yetişkinliğe doğru gittikçe bu öz duygular zirveden aşağıya bir çığa dönüşerek düşmeye başlıyor. Sonra ne mi oluyor dersiniz, kendiliğimiz bu bize ait olan çığın altında kalıyor, şanslıysak şayet o çığın altında kaldığımızı fark ediyoruz bir aydınlama anında, değilsek de bu dünyadan öylesine geçiyoruz. Bizi sıkışmış, çaresiz, yılgın, öfkeli hissettiren o büyük çığın aslında en derinde taşıdığı duygunun insan yavrusu olduğumuz o ilk yıllardan geldiğini görmek. Bu her insanda kuşkusuz farklılık gösterir. Kadının altında kaldığı çığı araladığımızda görünen; dehşet, endişe ve korku. Hissedişlerine vücut bulmuş duygular bunlardı.
O asılı kaldığımız anlar ve oradan üstümüze düşen duygular, altında can çekişlerimiz. Orasından burasından çekiştirdiğimiz, üstümüze olmayan sıyırıp atmak istediğimiz. Rengini mi soruyorsunuz, beyaz bir karanlık. Kokusu ise, sabah ayazı.
“Buz tutmuş her yanım, ısınmak mı istiyorum? Hayır. Bu duygunun beni dondurarak yakmasına sanırım biraz daha izin vereceğim. Merak ediyorum, orada başka hangi duygular var? O çığın kuytularına neler saklanmış olabilir bana dair.” (FS/AS)