Yerel seçime doğru bodoslama giderken maruz kaldığım testosterondan içim şişti benim. Bu yazıyı yazmaktan tek muradım biraz östrojen. Geçen hafta kadınlar gününde gazetelere göz gezdirirken aklıma her 8 Mart günü bakanlıkta çalışan kadınlara karanfil vermekle görevlendirilen üç hizmetli geldi. Melül mahzun bakışlarla her sene bizi beklerlerdi girişte. Karanfilleri alelacele elimize tutuştururlardı. Emekli olunca bu sıkıcı farstan kurtulsam da kadınların aslında çiçek, kelebek, sevgi, saksı, gül, avize, robdöşambr… vesaire olduğuna dair sahte ve samimiyetsiz köşe yazılarından kaçamadım ne yazık ki.
19. yüzyıl kadın hareketini başlangıç kabul edersek, dalga dalga, kabaca 200 yıldır erkeklerle eşit olmak için mücadele ediyoruz. Geçen hafta kadınlar gününde, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, kadınların dünya genelinde ayrımcılık ve ihlallere maruz kalmaya devam ettiğini söyleyip "Mevcut durumda kadınlara tam yasal eşitlik sağlanmasından 300 yıl uzaktayız" dedi. Ezeli ve ebedi olmayan, asıl olarak sadece tarihsel olan kadınlık serüvenimizde eşitliği sağlamak için “nerden baksan tutarsız, nerden baksan ahmakça” bir yavaşlık içinde değil miyiz sizce de.
“Bakın burası çokomelli” diyerek başlayayım. Bence sinemada, televizyonda ya da medyada sunulan temsillerimizden çok daha ilerdeyiz. Öyle olmadığımızı düşünenlerin kafa karışıklığı, ekranlarda erkeklerin bizi gördüğü biçimde canlandırılmaya devam edildiğimizden olmalı. Gerçek hayat filmleri beslese de o filmler gerçek hayata dair bir sürü şeyi atlıyor maalesef. Ne izliyoruz biz peki! Aynanın önünde kırmızı bir ruj sürünce “kadınlığının” farkına varan; işkolik, duygusuz biri iken anca bir erkeğe aşık olunca ruhu kurtulan; duygusal, zayıf, kaprisli; birbirinin kuyusunu kazan kadınları izleyip duruyoruz.
Erkekler tarafından yaratılan bu sahte kadınlar aracığıyla kadınlığı öğrenmekten gına geldi. Başrolde olduğunda bile neredeyse her durumda yardıma ihtiyaç duyan, en iyi ihtimalle tatlış bir iş bilmezlik, sevimli bir şaşkınlık içinde olan kadınlardan; pür iffetli ya da pür iç gıcıklayıcı kadınlardan; evli olmamanın ya da kötü bir ilişki içinde olmanın tek nedeni olarak kadının bugüne dek ‘esaslı’ bir erkeğe rastlamamış olmasının gösterildiği kadınlardan içimiz şişti. Filmler, yaratıcılarının algısını, fantezisini ve bilinçaltını yansıtır. Sıkıldık annem biz! Size zahmet bir süpürüverin oraları, her yer toz içinde çünkü…
Kültürün cinsiyet davranışlarımız üzerinde biyolojiden daha çok etkisi olduğunu düşünenlerdenim. Gündelik hayat kültürümüz elbette bu türden içerikleri etkiliyor ama bu içerikler de kültürü etkiliyor haliyle. Bu yüzden, bize izlettirdiğiniz tüm saçma klişeler, ayakları yere basmayan temsiller karşısında zaman zaman köşeye sıkıştırılmış hissettiğimizi itiraf etmek lazım.
Bizi bağımsız gördüğünüz an evcilleştirmeye çalışmanızdan; ‘kutsal anne’ ve ‘femme fatale’ rolleri arasında bizi sürekli sömürmenizden; en büyük derdimizin kuru ve yıpranmış saçlarımız olduğunu düşünmenizden; kadınlar olarak birbirimizi gördüğümüz an birbirimizin saçını başını yolmak için karşı konulamaz bir arzu duyduğumuza sahiden inanmanızdan sıkıldık.
İzlediğimiz saçmalıklarda kadınlar arası ilişkiler hep rekabet ve kıskançlığa dayandırılıyor ya, en iyisi oradan başlayayım. Size belki yeni bir haber gibi gelecek ama çevrenizdeki kadınlara jenerikte ismini gördüğünüz o hayali kadınlar gibi yaklaştığınızda en çok birbirimize sığınıyoruz biz. Hayatı güzelleştirmek için illa ki hemcinslerimize ihtiyaç duyuyor, bir araya geldiğimizde birbirimize iltifatlar ediyor, birbirimizin yanında nefesleniyoruz.
Geçenlerde Buket Uzuner’i izledim, “Sadece kızlarda olan bir şeydir kız neşesi ve coşkusu. Hiç kimsenin, ne oğlunuzun ne kocanızın ne babanızın ne de sevgilinizin hiçbir şekilde onu öldürmesine izin verin” diyordu. Ne güzel demiş diye düşündüm, hakikaten iki ya da daha fazla kadın yan yana geldiğinde ortamdaki kadınlardan bağımsız bir cisim haline dönüşen, neredeyse ete kemiğe bürünen bir neşe açığa çıkıyor.
İzninizle bu yazıda hemen her gün yenilerini haber aldığımız kadın cinayetlerinden ya da öldürülen kadınların çoğunu eşi, sevgilisi ya oğlunun öldürdüğünden söz etmek istemiyorum. Oraya girersem vakitlice çıkamayacağımı bildiğimden başka bir şiddet tanımından ilerlemek istiyorum.
Galtung, insanın zihinsel ve bedensel olarak mevcut potansiyelinin altında olduğu her durumda şiddetten söz edilebileceğini ifade eder. Bir başka deyişle, şiddeti insanın “mevcut/aktüel” ve “potansiyel” durumu arasındaki fark olarak tanımlar.
Kişisel şiddet görünürdür. Fark edilir. Oysa yapısal şiddet sessizdir. Görünmezdir. Kişisel şiddet büyük dalgalanmalar gösterirken yapısal şiddet daha istikrarlı bir görünüm çizer. Eğer bir insanın potansiyel olarak kendini gerçekleştirebileceği kaynaklar başka bir grup tarafından başka amaçlar için kullanılırsa aktüel durum her zaman potansiyel durumun altında seyreder.
İşte tam olarak bununla, yani “olabilecek” ile “olan” arasındaki şiddetle nasıl başa çıktığımızdan söz etmek istiyorum izninizle. En kısa yanıt şu; çoğu zaman gülüşerek ve sırt sırta vererek direniyoruz. Mesela mutfak köşelerinde kıkırdayarak “en kötü koca” hikayeleri anlatıyoruz birbirimize. Arkana bakmadan uzaklaşılması gereken sevgililer listesi hazırlıyoruz. Birimizin bir derdi olsa iki elimiz kanda olsa yanında oluyoruz.
Erkeklerin aklımızın almayacağı düşüncesiyle sürekli bize bir şeyler öğretmeye çalışmasına belki ses etmiyor gibi görünüyoruz ama ne yalan diyeyim siz ortalıkta yokken kendi aramızda sizinle feci dalga geçiyoruz. Bize eşiti gibi davranan her erkeğe saygı duyuyor, onları kaybetmemek için elimizden geleni yapıyoruz. Ama erkekliklerini aşağılanmış kadınlık üzerinden kuranlara fena diş biliyoruz.
Okuldan erken gelen komşu çocuğunu annesi işteyken karşılayıp yemeğini yediriyoruz. Akıtan musluk, bozulan sifon, yanmayan ocak veya çalışmayan şofbenler için eve girip çıkan tüm ustaların anlamadığımız bir dildeki sözcükleri arka arkaya sıralayıp hem kafamızı hem de cüzdanımızı aynı hızda boşaltmalarını olabildiğince dert etmiyoruz ama işyerinde amirimizin cinsiyetçi sözlerine tahammül etmekte gün geçtikçe zorlanıyoruz.
Eğer hiç eğitim şansına sahip olamadıysa, eli ekmek tutamadıysa taşrada yaşayan hemcinsimizin bazen evlenmekten başka bir çare bulamamasını anlıyoruz. Arzu Çur’un “Kadınlar: Taşranın Yurtsuzları” yazısında dediği gibi taşrada yabancı bir kadının bir erkeğin korumasını reddetmesinin bedelinin tüm erkeklerin düşmanlığı ile boğuşmak olduğunu biliyoruz. Büyük şehirlerde yaşayanlar olarak şehrin anonimliği içinde özgürlüğün sınırlarını genişletmek için canımızı dişimize takıyoruz. Birbirimizi anlıyor ve sahip çıkıyoruz.
Hülasası, sandığınız gibi hemcinslerimizin irili ufaklı her başarısında ufka doğru sinirli sinirli bakmıyor, koşarak gidip arkadaşımıza sımsıkı sarılıyoruz. “Aferin, iyiydin” diyoruz. Başımız sıkışınca birbirimize “Korkma, ben varım” diyoruz. İşyerinde birbirimizi kolluyor ve destekliyoruz.
Kadınlar gününün mütemmim cüzü karanfil ile başladım bir başka kadınlar günü etkinliği ile bitireyim. Birkaç gün önce DPI (Democratic Progress Institute) sivil toplum kuruluşunun “Barış İnşasında Kadınlar: Kadınların Çatışma Çözümüne Aktif Katılımı” isimli bir etkinliğe katıldım. (Demokratik Gelişim Enstitüsü etkin bir kamu diyaloğu ve katılımı yoluyla demokrasiyi güçlendirmeyi amaçlayan bağımsız bir sivil toplum kuruluşu.)
İzninizle etkinliğin içeriğinden başka bir yazıda söz edeyim, bu kez vereceğim haberler etkinlik aralarından, çay/kahve molalarından olsun. Katılımcı listesini ilk gördüğümde şaşkınlığımı gizleyemedim, bu kadar birbirinden ayrı mahallelerde yaşayan, bu kadar farklı çerçevelerden gelen kadını en son ne zaman bir arada gördüğümü hatırlayamadım bile.
Yukarıda anlattığım ne varsa sadece o oldu aslında. İlk arada usul usul yanaştık birbirimize. İlgiyle birbirimizi tanımaya çalıştık. Bize uzak gelen kim varsa yanına gidip halini hatırını sorduk. Kadınlar sözcüklerle hayat kurmayı bilir. Biz de öyle yaptık.
İkinci aradan itibaren sözünü ettiğim o neşe yavaş yavaş yayıldı ortalığa. İltifatlar ettik birbirimizin yaptığı işlere. Gülümsemeler arttı, iletişim bilgileri paylaşıldı. Sadece aklım değil ruhum da zenginleşti gün boyu. Son ara geldiğinde biz kadınların mahir olduğu şeylerin en başında köprü kurmak olduğunu düşündüm. İyi ki sözcüklerimizle ya da ellerimizle birbirimize bağlanmanın en güzel yolunu bir şekilde buluyoruz dedim.
Sözün özü; bizi karikatürleştirdiğiniz gibi değiliz biz. Evin içine gömmeye çalıştığınız ya da bizi görmezden gelmeyi iş edindiğiniz kadınlar değiliz. Çiçek, kelebek, sevgi, saksı, gül, avize veya robdöşambr hiç değiliz!
Bilirsiniz, “Bütün kuğular beyazdır” önermesinin çöpe gitmesi için sadece tek bir siyah kuğu yeter. Haberiniz olsun, biz siyah kuğular buradayız!
Bilinçaltını temizleyen kadın, erkek herkesi yoldaş bellediğimizi arz eder, Siyah Kuğu hareketinin engellenemeyeceğini kamuoyu ile saygıyla paylaşırız. Daha yapacak bir sürü işimiz var o yüzden hızlıca ve reverans yapa yapa, neşe içinde huzurdan ayrılırız.
(AA/AS)