Bu yazıyı yazarken kendime iki seçenek sundum. Birincisi, stajım şöyle güzel, böyle lokum geçti şeklinde bir yazı yazıp olan biteni özetlemekti. İkincisi de kalıpları boşverip kalbin sesini dinlemek. Bu yüzden birazdan okuyacak olduğunuz yazı, bir zaman dilimi ve insanları hakkında olup, ağızlarda denememsi bir tad bırakabilecek cinstendir.
Yaşlı ve acılı kadın İstanbul’un yıllanmış güzelliğinin zahir olduğu nadir bir yer, Çukurcuma. Yokuşlar boyu kıvrıldıkça kıvrılan, S çizen sokakçıklar, köşelerde kah bakakalmış yakaladığım veya gazete okuyan, kah göz ucuyla ‘günaydın’ demek isteyen, gündüzün içsel insanları. Kol kola girmiş, omuz omuza duran apartmanların gölgelerini düşürdüğü dar yollarda yüzüme esen çiğ sabah rüzgarı. Zaten böyle yollardan geçerek ulaşılan bir yer nasıl sıradan olabilir ki?
İçeri girerken “Acaba Faik Paşa kimdi?” diye düşündüğüm, eşiğinde koca gözlü tonton pamuk kedinin sol gözünü kırparak bana selam verdiği apartman. Bir sonraki düşünce: “Asansör fazla sıcak. Burada kalsam ben ölürüm ki...”
Ofise ilk adım attığımda duyduğum tahta gıcırdama sesi bianet’in kalbimi ilk çalış anı oldu. Sonrasında kahve kokusunu alan burnum, “Evet evet işte bu!” dedi. Ben enerji ve elektirik akışı işlerine pek inanmam, hatta çok komik gelir; ama bulunduğum yerde ‘sıcak’ bir şeyler olduğunu hissetmemek imkansızdı. Günler geçtikçe de bu hissin oluşumuna dair içimde her şey yavaş yavaş oturdu.
Benim için her şeyden önemlisi, ‘korkmayan’ insanlar görmekti. Bazen “Duydunuz muuu!”, “İnanmıyorumm”, “Of ya...”, “İşte bu!” ile başlayan cümleler, bazen de çok şey anlatan salt kahkahalar duymak kalp ve ruh sağlığıma çok iyi geldi. Bu yüzden şu an beni izleyen herkese burdan tekrar minnetlerimi göndermek istiyorum! Benim için bunlar, çok önemliydi...
Her soruya, her düşünceye açık, her ilgiyi mantık ve etik süzgeçinden geçiren insanlar görmek; bu zamanlarda ne büyük şans! Var böyle insanlar.
Mesela, “işe yüreğini koymak” deyimini hep duyardım fakat daha önce bu denli deneyim etmemiştim. Mutlu, mutsuz, aç, tok, yorgun, enerjik, durgun veya uykusuz, hiç bir durum işe yürek koymaktan alıkoymuyor kişiyi burada. Çünkü işin dokusu böyle, çağırıyor. Belki bu ‘ancak yaşanarak hissedilebilecek’ duyguyu, derdi tasası bol olan ama delicesine aşk duyulan güzel sevgili ile yaşanan duruma benzetebiliriz. –Mübala olarak görülebilir, ama vallahi içimden geleni yazıyorum.-
Gazeteci olmak için yeterli bilgi, vizyon ve etik anlayışı dışında çok daha gerekli bir şey varmış; yürek. Türkiyeli bir çok gazeteci şartlar gereği mide tokluğu için –isteyerek veya istemeyerek- yüreklerini aç bırakıyorlar. Fakat, göbek adı tüm güzelliklerin adlarından bir derleme olabilecek bu bianet’te, yürekler öyle doyuyor ki, tatlıya yer kalmıyor. Tatlıya yer kalmaması pek normal bir durum değil, siz öyle düşünün.
Ben, hayatta şu ana kadar yaptığı hiç bir şeyden pişmanlık duymamış biri olarak, bianet’de olmak ‘en pişman olmadığım’ şeylerden biriydi. İçine her adımımı attığımda kalbimin gülümsediği yer ve insanları; bana bilerek veya bilmeyerek kattığınız her şey için teşekkür ederim. Bu deneyimi, içinde bu coşkuyu olası olarak hisseden herkesin tatması dileğiyle...
Bir de, işten her çıkışımda, aklıma Cemal Süreya’nın bu dedikleri gelirdi:
Ne varsa yarım kalmış, geleceğindir
Bir kez girilmiş sokaklar
Açılmamış kapılar
Bilir misin iki kökeni var hüznüniyetmin:
Çiçek durumu aşklar,
Yaprak düzeni siyasalar. (İŞ/HK)