Dünyaya demokrasi dersi vermeye kalkışan bir güç, "terörizmle mücadele" adına demokrasinin ve hukuk devletinin temel kurallarını fütursuzca ihlal ederse, terör eylemlerini benimseyenlerden daha ağır bir suç işlemiş olmaz mı? Söz konusu olan, bir değil, iki suçtur. Birinci suç, devlet yetki ve olanaklarını kullanarak işlenen bir devlet terörü olmasıyla ilişkilidir. Devlet güvenlik güçleri ve devletin istihbarat elemanları aracılığıyla uygulanan bu yasadışı karşı-şiddet politikasının adı, devlet terörüdür. Olağan demokratik rejimlerde, bu suçu işleyenler çok ağır biçimde cezalandırılır. Daha doğrusu cezalandırılmaları gerekir. Suçun ikinci boyutu hukuki değil, siyasidir. Demokrasinin savunulması adına, temel insan haklarını ve demokratik hukuk devleti ilkelerini ayaklar altına almayı mazur gördüğü için, bu siyasal olarak da bir suçtur. Demokrasi idealinin köküne kibrit suyu dökme, demokrasi düşmanlarının fikri ve ahlâki planda kendilerini meşru görme ve gösterme çabalarını kolaylaştırdığı için suçtur.
Bu suç tariflerini Şemdinli'de olanları betimlemek için hatırlatmıyoruz. Şemdinli'de olanlar da, hiyerarşinin en üst kademesine kadar sorumlular silsilesini itham altında bırakan böyle bir ağır ve örgütlü suç kapsamına girer elbette. Ama burada bahsetmek istediğimiz, demokratik hukuk devleti olmaktaki eksikleri ve zaafları halen devam eden Türkiye değil, kendini "liberal demokrasinin beşiği" olarak tanımlayan bir ülkenin devleti, ABD'dir.
Bu ülkenin devletinin uluslararası terörizmle mücadele altında yürüttüğü kirli savaşın yeni perdeleri gün yüzüne çıktı. Önce New Yorker ve Newsweek'te, ardından geçtiğimiz günlerde Washington Post'da, CIA'nın iki veya dört uçağının dünyanın birçok ülkesine gizli inip kalktığı, içinde terör zanlılarını taşıdığı, aynı zamanda sorgu ve işkence odası işlevi gördükleri hakkında haberler çıktı. N313P, N85VM gibi uçuş kodlarıyla, İspanya'ya ait Balear adalarında Palma de Mallorca, Bükreş, Üsküp, Amman havaalanlarıyla, Fas, Mısır ve ABD havaalanları arasında, CIA tarafından afrete edilmiş bir Boeing 737 ve bir Gulfstream'in dolaştığı, bazen uzun bir dönem buralarda kaldığı tanıklıklar aracılığıyla kanıtlandı. İrlanda'nın Shannon havaalanının da bu amaçla kullanıldığı iddiaları dile getirildi. En azından 2003'e kadar, ülkesine bu amaçla bir uçak indiğini Tayland Başbakanı, -diğer iddiaları yalanlarken-, kabul etti. Bu ülkede, Guantanamo benzeri bir hapishane olduğu da söyleniyor. Yukarıdaki ülkelere ilaveten, CIA'nın Norveç, Bulgaristan, Groenland, Çek Cumhuriyeti havaalanları veya hava sahalarını kullandığı iddia ediliyor.
N313P nolu beyaz Boeing 737
Bu "hapishane-uçaklar" haberlerinin ortaya çıkması üzerine, Fas'ta yayımlanan muhalif bir haftalık gazete, haberin Fas'la ilgili ayağını, Fas istihbarat teşkilatından bir görevlinin ağzından etraflı biçimde anlattı: "N313P numaralı beyaz bir Boeing 737, Sale hava üssüne 2004 Ocak ayında indi. İçinden gözleri bantlı, elleri kelepçeli dört kişi ve onlara eşlik eden koyu elbiseli ve İngilizce konuşan sekiz kişi indi. Hemen bir Renault arabaya binip, bilmediğim bir yöne gittiler". Gazete, aynı senaryonun başka görgü tanıkları aracılığıyla, 2002'den beri en az on kere Gulfsteram tipi bir uçakla tekrarlandığını iddia ediyor. 11 Eylül'den beri takriben yüz zanlının Fas'taki gizli hapishanelere yollandığını ve halen 30 civarında zanlının tamamen yasadışı koşullarda burada tutulmaya devam ettiğini belirtiyor. Guantanamo ve Afganistan'daki adresi belli ama uluslararası hukuka bütünüyle aykırı tutukevlerinin yanında, masraflarını CIA'nın karşıladığı ve resmen yok gözüken tutukevlerinin varlığına somut bir örnek bu. Pek bir işe yaramasa da, Guantanamo'yu hiç olmazsa Kızılhaç örgütü temsilcileri ziyaret ediyor ve tutukluların listesini tutup, aileleriyle çok sınırlı bir haberleşme sağlıyorlar. Gizli tutukevlerinde, doğal olarak kimin tutuklu olduğu da meçhul.
Doğu Avrupa suça ortak
Fas veya Mısır'la ilgili bu haberlerin bu ülkelerde ciddi bir tepki uyandırdığını söylemeyiz, Avrupa'da ise, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Terry Davis, "İddiaların son derece ciddi olmasını dikkate alarak, Avrupa'nın buna yanıtının siyasal demeçler ve üye ülkelerin araştırmalarından daha ileriye gitmesi gerektiğini" belirterek, "Bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 52. maddesi uyarınca, Konsey üyesi 45 devlete resmi olarak bu konuda bilgi vermeleri çağrısında bulunduğunu" açıkladı. Üye devletlerin 21 Şubat 2006'ya kadar Konsey'i, kendi görevlilerinin söz konusu iddialara karışıp karışmadığı konusunda bilgilendirmeleri gerekiyor. Amerikan İnsan Hakları Örgütü'nün, başta Polonya ve Romanya olmak üzere, esas olarak Doğu Avrupa ülkelerinin bu suça ortak oldukları veya suç işlenmesine göz yumdukları iddiasını, bu ülke hükümetleri şimdilik yalanlamış olsalar da, araştırmanın derinleşmesi ve farklı ülkelerden gelen bilgilerin kesişmesiyle, suça ortaklığın vahim boyutları belki önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak.
Bunun yanında, Vietnam gazisi Arizona senatörü Mc Vain'in girişimiyle açılan soruşturma komisyonu ve Donald Rumsfeld'in emriyle Pentagon bünyesinde kurulan ve bütün bu gizli operasyonları düzenleyen "Special Access Program" ve onun bağlantılarının ortaya çıkarılmasıyla ilgili girişimleri, Senato'da ilk sonuçlarını vermeye başladı. Bunun, Bush ve ekibi açısından sonuçları çok vahim olabilecek bir süreci, 2006 Kongre seçimlerinden sonrası hızlandırması mümkün.
Bush ve ekibinin, Blair gibi işbirlikçileriyle teröre karşı mücadele adı altında sürdürdükleri hukuk dışı girişimler, olmayan kitle imha silahlarının yok edilmesi için Irak'a saldırılması, ardından bu ülkede uygulanan ağır suçlar, sadece bir dünya egemenliği tasarımını yansıtmıyor. Aynı zamanda, kendi ülkelerinde de demokratik hukuk devletini ayaklar altına alan uygulamalara bu zihniyetin nasıl yatkın olduğunu ele veriyor. Blair'in 90 günlük gözaltı süresini yasalaştırma çabası, Avam Kamarası'ndan döndü. Buna karşılık ABD'de Bush yönetimi tarafından 600 civarında yeni toplama kampının kurulduğu haberi, işin vardığı boyutların vahametini gösteriyor. Şu anda boş olan bu kampları, FEMA'nın yani acil durumlarda müdahale etmeye yetkili kuruluşun, bir sıkıyönetim ilanı durumunda kullanması öngörülüyor. "Rex 84 programı" çerçevesinde kurulan bu kamplar, resmi olarak Meksika sınırından kitlesel bir göç olması halinde kullanılacak! Aynı program, askeri üslerin de hapishane olarak kullanılmasını öngörüyor. Bu programın alt programları olan "Garden plot" ve "Cable spicer" programları ise, bir yandan halkın denetim altına alınmasını, diğer yandan yetkinin eyaletlerden federal devlete geçmesini düzenliyor. FEMA, ABD Başkanı'nın doğrudan emri altında bu planların silahlı gücü olacak!
Demokratik hukuk devleti ilkelerinin çivisinin çıkmaya başladığı, dünyanın demokrasi beşiği olarak algıladığı yerlerin inanılmaz bir iç ve dış düşman korkusuyla bilincinin dağlandığı bir döneme giriyoruz. Buna karşı ABD içinde demokrasi direnişçileri canla başla mücadele veriyorlar. İşin vahimi, imamın halt yediği yerde cemaatın daha ağırını yapmasının mazur gösterileceği bir coğrafyada, bunun sonuçlarının çok daha ağır olma ihtimali var. Irak'ta olanlar bunun bir örneği. Ama ileride başka ülkelerde, "görülen acil gereklilik karşısında" bu normun egemen olması mümkün.
Demokrasinin imama ihtiyacı olmadığını söyleyerek, retorik bir yöntemle bu çelişkiyi aşıyormuş gibi yapabiliriz. İyi de, terör ve karşı terör bombardımanı karşısında aklı karışmış cemaatin gerçekten demokrasi bilincinin parçalanıp, dağılmamasını nasıl temin edeceğiz. Asıl acil olan bu değil mi? (Aİ/TK)