Amerikan edebiyatının etkili sesi Charlotte Perkins Gillman (1860-1935), feminist harekete yüzyıl dönümünde önemli katkılar yapan Amerikan geleneğinin önemli yazarlarından biridir ve feminist bir bilinçle yazan ilk Amerikalı (feminist) kadın yazar olarak kabul edilir.
Din bilimcisi olan babası çocukken ailesini terk ettiğinden yalnız ve mutsuz bir çocukluk geçiren Gillman, yaşamı boyunca kadınlara uygulanan adaletsizlikleri eleştirmiş ve kadınların oy hakkını savunur.
Sanat öğretmenliği ve mürebbiyelik yapan Gillman, yazar olacağını sezdiğindeyse gönülsüzce evlenir. Ancak bir anne, ev idarecisi ve eş olarak yaşayacağı güçlükleri de tahmin eder ve evlendikten on bir ay sonra bir kızı olduğunda umutsuzluğa kapıldığından evliliğinde sorunlar yaşar.
Annesi ve kocası ise, genç kadını depresyonu yenmesi için dinlenmesi gerektiğine inandırarak, tedavi için Philadelphia, Amerika'da döneminin kadınların sinir hastalıklarında uzmanlaşmış ünlü nörologu Dr. Sir Weir Mitchell'a gönderir.
Histeri hastalarına verdiği dinlenme kürleriyle ünlü nörolog, Gillman'a altı haftalık yatak istirahatı verir ve entelektüel aktivitelerini kısıtlar. Eve döndükten sonra üç ay boyunca bu tavsiyelere uyan Gillman, zihinsel bir çöküntü olan "borderline" hastalığının eşiğine gelir ve nerdeyse çıldırır. Hayatını, isteksiz bir eş ve anne olarak yaşamakla, hevesli bir yazar olmak arasında geçirdiğini düşünür.
1888'de ise, evliliğinin deliliğine meyil verdiğini anladığı için boşanma davası açan Gillman, kızıyla birlikte Kaliforniya'ya taşınsa da ancak 1892'de resmen boşanabilir. 1900'de yeniden evlenen yazar, 1934'de eşinin ölümü üzerine kızının ailesinin yanına taşınır ve bir yıl sonra göğüs kanseri olduğunu öğrenince bunun üretken yaşamına engel olacağına inandığı için intihar eder.
Sarı Duvar Kağıdı
Gillman'ın boşandıktan sonra kaleme aldığı ve evliyken yaşadığı depresyonu otobiyografik öğelerle birlikte anlattığı "Sarı Duvar Kağıdı" adlı öyküsü de, Freud'un özgül nedenlerle oluşan nevroz tespitine uygun bir biçimde sinirsel buhranları yüzünden doktor tavsiyesi üzerine, kocasıyla birlikte dinlenmeye geldiği yazlık malikâne de kocasından ve onun kız kardeşinin kontrol ve baskılarından uzakta, gizlice yazı yazmaya ve kitap okumaya çalışırken tamamen çıldırarak; evin sarı renkli duvar kağıtlarının desenlerinden dışarı çıkmak isteyen bir kadın olduğunu düşünen, yazar bir kadının hikâyesini anlatır.
Öykünün hemen başında, kocasıyla birlikte babadan miras kalan kolonyal bir malikâneye taşınan anlatıcı kadının, "perili ev" diye tabir ettiği ev, 19. yüzyıl romanslarını andıran bir atmosfere sahiptir. Patriarkal bir simge olan bu muazzam evin, kolonyal bir malikâne olduğu gerçeğinin ilk olarak vurgulanması, Amerikan tarihinin köle ticareti geçmişine de işaret eder ve öykünün sonunda, anlatıcının ancak duvar kağıdının desenlerinde gördüğü kadın gibi delirerek özgürleşeceğini ima eder.
Kölelerin özgürlük hareketiyle özdeşleşerek, kolonyalizm eleştirisi de yapan yazar, kadınların toplumsal cinsiyet öğretilerinin dışına çıkarak, özgürleşmeleri gerektiğini de savunur. Gillman'a göre bu bağlamda, siyah kölelerin hayaletleri de, Amerikan kadının bastırılmışlığında, susturulmuşluğunda ve nihayet deliliğinde açığa çıkacaktır.
Hikâyenin sonunda anlatıcı kadın, baskıdan kaynaklanan kendi şizofrenik bölünmesini yansıtır bir biçimde hem duvar kağıdını hem de kendi yazılarını kast ederek kocasına "Sonunda sana ve Jane'e rağmen çıktım! Ve, kağıtların çoğunu parçaladım, yani beni tekrar oraya kapatamazsın." der.
Toplumsal Cinsiyet ve Delilik
Duvarda halüsinasyon olarak gördüğü kadının, kağıtların içinden çıkmak isterken süründüğü gibi kocasının gözleri önünde halının üstünde sürünür ve sonra da yazı yazdığını söyler. Kocası ise, bu itiraf karşısında şaşırarak bayılır.
Annette Kolody, "New Literary History" dergisinde yayımlanan "Toplumsal Cinsiyeti ve Edebi Metinlerin Yorumlarını Yeniden Anlamlandırmak İçin Bir Harita" adlı makalesinde ("A Map for Rereading: Or Gender and the Interpretation of Literary Texts", 1980) belirttiği gibi "kadının kocası da sonunda bayılarak, adeta delirir" (s. 54).
Bu bağlamda kadın gerçekten delirip, yazının simgesel diliyle sembolik düzene yeniden geçerken, kocası da bir kadının dünyasına sembolik olarak geçer. Yazar/ anlatıcı Jungcu anlamda, gölgesini duvar kağıdından çıkarır ve Annette Kolody'ne göre, "sadece deliliğin özgürleştirebileceği türden bir özgürlük" kazanır.
Çünkü, kısıtlayıcı bir on dokuzuncu yüzyıl geleneği olarak kadınların şaşırtıcı, üzücü ya da sevinçli bir olay karşısında vermeleri gereken tepkiyi veren kocanın, histeri krizi geçirir gibi "bayılması" anlatıcının, öykünün sonunda toplumsal cinsiyet rollerini nasıl ustalıkla tersine çevirdiğini de gösterir.
Deliren kadın anlatıcı/ yazar gibi kocası da kendi yaşadığı nevrozu, toplumsal cinsiyetinin üstünlüğünü uygulayarak ve uygulatarak çözmeyi tercih eder. Sonunda norm dışı bir durumda -anlatıcının delirdiğini anlattığı ifadeyle- kendiside norm dışı (deli gibi) davranır ve bayılır. (YK/EÖ)