Olaylar, algılanması zor bir hızla yaşanıyor; olaylardan yansıyan kesitler, sınırlı kareler anla arka plan arasındaki ilişkiyi görünür kılmayı güçleştirebiliyor. Veya tekil olan bütünsel olanın önüne geçiyor. Bu nedenle bugün, hiç olmadığı denli bütünlüklü, olguların arka planını görünür kılan bir bakış açısına ihtiyaç vardır.
Charlie Hebdo dergisine yönelik katliamı gerçekleştirenlerin dinci bir örgütle ilişkili olması, gericiliği dinci gericiliğe indirgemeyi hatta yanlış bir yorumla İslamiyetin hedef haline getirilmesini beraberinde getirebiliyor. Benzer şekilde, meseleyi dinler arası bir çatışma olarak yansıtmak, asıl görünmesi, görünür kılınması gereken olgunun üzerini örten, gerçekliği gölgeleyen bir rol oynayabiliyor.
Elbette bu saldırının laikliğe, sanata, düşünceye yönelik boyutu vardır. Ancak mesele bununla sınırlı görülür ve mücadele soyut-entelektüel bir zemine çekilirse, tehdidin büyüğü ıskalanmış olur.
Konu, Suriye bağlamlı tartışılacaksa, öncelikle Suriye’ye 100’ü aşkın ülkenin savaşçı gönderdiği bilinmeli, bu büyük organizasyonun nedenlerinden hareket ederek asıl katile, gerçek ve büyük adrese ulaşılmalıdır.
Adı geçen saldırganların Suriye’de mi başka bir ülkede mi eğitildiği veya savaştığı bir ayrıntıdır. Bundan çok daha önemli olan, Paris’teki katliamdan çok daha büyüğünü gerçekleştirme potansiyeli taşıyan çetelerden para, silah ve eğitimi esirgemeyen (Fransa, Türkiye ve ABD dahil) devletlerin, bu politikalarında en ufak bir değişikliğe gitmemeleri ve yetkililerinin hala masummuş gibi davranıyor olmalarıdır.
“Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ama hangi bağlamda?
Doğru tarih bilinci, olguların ortaya çıktığı tarihsel bağlamdan koparılmadan ele alınmasını ama o bağlam içinde dondurulmamasını gerektirir. Örneğin, 1789’da ilerici olan değerler bugüne olduğu gibi taşındığında, taşıyıcısını ve o değerin kendisini gerici duruma düşürür. Bu, Magna Carta için de “1908 devrimi” veya “1923 kazanımları” için de geçerlidir. Marksizm, “Özgürlük, doğa yasaları karşısında varlığı hayal edilmiş bir bağımsızlıkta yatmaz,” derken, tanımın üretim ilişkileriyle bağına, liberal algı çerçevesine sığmayan içeriğine dikkat çeker.
Son olarak Charlie Hebdo olayında da bir perspektif ve ölçü bulanıklığı yaşandı. Bunun bir ucunda Ahmet Davutoğlu’nun Paris’te yapılan Fransız halkıyla dayanışma yürüyüşüne katılması var, diğer ucunda örneğin Nobelifes.com’dan Jim Walker’in savunduğu “inancın sonu terörizmdir” yargısı var.
Marksizm de dine ihtiyaç kalmayacak bir dönemin geleceğini öngörür. Ancak bu sonuca, dinin lağvedilmesiyle yani insanların inancına ket vurularak değil adım adım gerçekleşecek bir sönme süreci eşliğinde ulaşılması gerektiğinin altını çizer.
Paris’teki saldırı sonrasında İslamiyeti boy hedefi yapan veya saldırganlarla İslam dinini aynı kefeye koyan değerlendirmeler de yapıldı. Bunlar, olayın acısının tetiklediği psikolojik reflekslerle yazılıyor olsa da ve niyet bu olmasa da, sonuçta halklar arası (dinlerden de öte) bir kardeşliğin oluşumunu geciktirmeye hizmet ediyor veya var olan kardeşliği bozucu etkide bulunuyor.
Saldırıları doğru okumak
Saldırıya karşı gelişen tepkide antiemperyalizmin bu denli zayıf/sınırlı kalması düşündürücüdür. Fransız devletinin sanki bu sonuçta hiç rolü yokmuş gibi Cumhurbaşkanından Konsolosuna kadar tüm yetkilileri masum bir edayla protestoların veya taziyelerin bir parçası haline geldi.
Elbette bugün en uç noktasını IŞİD’te gördüğümüz din eksenli/söylemli bir terör söz konusu. Ancak genelde El Kaide özelde IŞİD, El Nursa veya cihatçı yapılar; Libya’da, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta izlenen emperyalist politikalardan bağımsız düşünülebilir mi?
Hatırlayalım, Libya’ya hızla ve iştahla uçaklarını ilk sokan ve bombalayan ülke Fransa olmuştu. Libya saldırısı da Suriye’ye yönelik saldırı için bir deney alanı, bir hazırlık zemini olarak görülmüştü. Fransa, tüm bu gelişmelerden sonra hâlâ, dünden bugüne uzanan Suriye’ye dönük sömürgeci politikalarından hiç vazgeçmeyecekmiş gibi davranıyor.
Daha da geriye gidersek NATO, kuruluşundan beri Türkiye’de ve bölgede dini politik amaçlarla kullanan, teşvik eden, eğitip örgütleyen bir çizgi izlemiştir. Benzer bir durum emperyalist ülkeler için de geçerlidir. Bu tablo, yaşananların dinler arası bir savaşın değil, emperyalist saldırganlığın ürünü olduğunu ve gericiliğin, emperyalizmden bağımsız ele alınamayacağını gösteriyor.
Gittiği her yere siyasal gericilik götüren, savaşların birincil sebebi emperyalizm dışta tutularak, söz konusu saldırılar ne denli doğru okunabilir ve muhtemel benzer saldırıların önü ne kadar kesilebilir?
Tarihsel gelişimin önünde durarak gericiliğin temel nedenini oluşturan güçlerle, bunun çeşitli yansımaları arasındaki çakışma ve karşılıklı beslenme, dünya ölçeğinde güncel ve giderek büyüyen bir sorundur.
Son yıllarda dinci gericilik bu denli kamçılanıp palazlanınca, buna yönelik tepkiler emperyalizm karşıtlığının önüne geçti. Galiba sonucu nedenden kopararak düşünmeye alıştırıldık. Başka türlü Obama’nın dualarını gönderdiği Cumhurbaşkanı Hollande, bu denli masum ve mağdur rolü oynayabilir miydi?
Saldırı sonrasında geliştirilen “Fransa’nın 11 Eylülü” yorumu ise, biraz abartılı oldu. Fransa’nın bu kapsamda bir yönelim için mevcut çapı yeterli görünmüyor. Ancak bu saldırının Avrupa’da yabancı düşmanlığını, ırkçılığı büyütmesi, faşist örgütlenmelerin yelkenlerini şişirmesi beklenmelidir.
Tarihsel süreçleri doğru takip edenler için, gerçekte ne IŞİD ne de onun gibi emperyalizmin ve işbirlikçi rejimlerin siyasal laboratuarlarında yetiştirilen gerici/faşist örgütlenmeler, bilinmez veya yeni değildir. Genelde Ortadoğu özelde Türkiye halkları onları iyi tanıyor. Uzağa gitmeden canlı örneklerini görmek isteyenler Kobane’ye, Lazkiye’ye veya bugünün Cizre’sine bakabilir. (MY/HK)