Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Yargıtay 8. Dairesi'nin "Susurluk"un "temin edilebilen" sanıkları hakkında verilen cezaları "gizli celse yapılmadı" gerekçesiyle bozan kararına itirazında böyle dese de, artık bu umudu paylaşan kimse yok besbelli.
3 Kasım 2001 tarihli hiçbir gazete için "Susurluk"un beşinci yılına gelmiş olmamız haber değeri taşımıyor artık: "Umut" yok, haber yok!
Herkes serbest!
Oysa beş yıl önce "umutlanmak" için ne kadar çok neden var gibi görünüyordu. "Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,"tı. Çünkü milyonlarca insan "Sürekli Aydınlık İçin" her gece "Bir Dakika Karanlık" yaratma seferberliğine katılıyor, "lisanslı katiller"i kendilerini bekleyen sona doğru itiyordu. Umut edilebiliyordu, kimsenin yaptığının yanına kâr olarak kalmayacağı.
Herkes, Cumhurbaşkanı Demirel, muhalefet liderleri, medya karar birliği içinde görünüyordu: "Nereye kadar giderse, oraya kadar" sürdürülecekti kovuşturma. İnanılmaz bir enformasyon bombardımanı başladı, herkes her şeyi itiraf ediyor, itirafçılar, istihbaratçılar o TV'den berikine koşuşturuyor, herkes her şeyi biliyor ve anlatıyordu. Medya sonunda vecd içinde kendi kendini tebrik bile etti: "Medya hayattır."
Ancak bir ay süren kampanya, boyutları genişlerken içerik değiştirdi. "Susurluk"un aydınlatılması için başlayan halk hareketi, medya manipülasyonlarıyla, Erbakan hükümetini istifaya zorlama eylemine dönüştü. MGK 18 Maddelik ültimatomunu hükümete dayattı. Hareketi başlatanlar 28 Şubat'ta onu bitirmeye karar verdiler.
Herşey rutine iade edildi
Suçlama selinin önüne kattığını götürecek gibi göründüğü günler boyunca iki kişi istifini hiç bozmadı: Ortaya dökülen bütün enformasyondan sonra parmakların Susurluk'un gerisindeki figür olarak işaret ettiği eski İçişleri Bakanı ve kaza anındaki Adalet Bakanı Mehmet Ağar ve yasadışı JİTEM örgütünün sorumlusu olarak bilinen Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman.
Ağar ve Koman'ın büyük halk baskısının ayakta olduğu süre içinde, istiflerini bozmaz görünüşlerine karşın ecel terleri döktüklerini tahmin edebiliriz. Ama kampanyanın sona erdirilmesiyle birlikte derin bir nefes almış olmalılar.
Mehmet Ağar, Meclis'te dokunulmazlığıyla ilgili görüşme sırasında ve TBMM Araştırma Komisyonu karşısında kısaca "hasss..." diye özetlenebilecek bir konuşmayla yanıt verdi hakkındaki iddialara ama bir noktayı da eklemeyi ihmal etmedi:"Ne yaptıysak Milli Güvenlik Kurulu'nun planları ve bilgisi dahilinde yaptık."
Teoman Koman ise, yalnızca bir tek şey söyledi: "JİTEM yoktur" ve TBMM Araştırma Komisyonu'na ifade vermeye gitmedi bile.
Beş yıl sonra hayat gösteriyor ki:Medyanın uyduruk telaşının değil Ağar ve Koman'ın sükunet ve umursamazlıklarının bir hakikati varmış. Herşeyin sırrı, rutine geri dönebilmekteymiş. yani devlet rutinine.
Berkan:"Gladio MGK Kararıyla Kuruldu"
Sel gider kum kalırmış. "Susurluk" soruşturmalarının gündemde kaldığı süre içinde ortaya dökülen, medyaya aktarılan, asla bir gazetecilik faaliyeti sonunda ortay çıkarıldığı söylenemeyecek olan enformasyon kirliliğinden geriye bütün sahneyi aydınlatan iki belge kaldı. Ağar ve Koman'ın umursamazlıklarını ve çetenin neden cezalandırlamaz olduğuna ışık tutan iki belge.
Birinci belgeyi görmedik ama İsmet Berkan gördü ve 6 Aralık 1996'da Radikal'deki köşesinde gördüklerini yazdı. Özetle şöyle diyordu Berkan:
"...strateji değişikliği 1992 yılının sonlarında MGK'nın gündemine geldi. Bu satırların yazarının gördüğü bir MGK dokümanında kurulacak organizasyonun şeması ve bu organizasyonda görev alacak kişilerin isimleri de yer alıyordu. İsimler arasında Abdullah Çatlı da vardı. Örgütte özel timden polisler, bazı askerler, ve Çatlı'nın bazı arkadaşları da yer alacaktı.
"Bu yeni taktik MGK'dan önce kabul görmedi. Cumhurbaşkanı Özal ve dönemim Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis devletin resmi olmayan kişilerle işbirliğine giderek iş görmesine karşı çıkıyorlardı. Her halde bu konuyla ilgisi yoktur. Ama ilginç bir tesadüf, önce Orgeneral Bitlis, ardından da Turgut Özal öldüler. Biri kaza ile öbürü kalp krizinden.
"Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller de Başbakan oldu. Çiller ilk günlerinde Güneydoğu konusunda oldukça yumuşaktı. Bask modelinden söz ediyor, muhalefet liderleri ile iyi niyetli görüşmeler yapıyordu. Ama çok kısa sürede Çiller değişti. En sertten daha sert, en şahinden daha şahindi. Ya bitecek ya bitecek diyor, başka bir şey söylemiyordu.
Belli ki biteceğine inanıyordu. Artık itiraz edenler de ortada olmadığına göre, konu yeniden MGK gündemine gelebilirdi Geldi ve bu yeni mücadele yöntemi 1993 sonbaharında onaylandı. Siz deyin Gladio, ben diyeyim özel örgüt, MGK tarafından alınan bir kararla kuruldu."
Ağar'ın neden, bütün afra tafrasına karşın neden her seferinde "ne yaptıysak Milli Güvenlik Kurulu'nun planları ve bilgisi dahilinde yaptık," demeye özen gösterdiğini Berkan'ın gördüğü belgeye ilişkin haberinden daha iyi hiçbir şey açıklayamazdı.
Savaş: Hukuk Devleti öldürme emri verir
İkinci belgeyse, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın raporu. Yazarının "... "Soruşturma" raporu olmadığı gibi fezleke veya teftiş raporu da değildir. Giriş ölümünde açıklandığı üzere başkanlığımızın bir soruşturma raporu hazırlaması için teknik ve hukuki olarak yetkisi de yoktur. Ek: 1 olarak yer alan Başbakanlık Onayı da bu çerçevede imzaya sunulmuştur. Rapor sadece Başbakanlık makamına bilgi sunmak ve önerilerde bulunmak üzere hazırlanmıştır," dediği bu raporun önemi hukuki değerinden çok dayandığı mantık ve güvenlik kavrayışında.
Sistematiklikten uzak olmasına karşın hiç beklenmedik pasajlar içinde beliriveren bu anlayışın yansıdığı bölümlerden biri Behçet Cantürk'ün öldürülmesi olayına ilişikin "analiz"de görülebilir:
"Kim olduğu ve ne yaptığı aşikar olmasına rağmen Devlet, Cantürk'le baş edememiştir. Yasal yollar yetmemiş neticede "Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk'ün devlete biat etmesi beklenirken adı geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir ."
"Böylece 100 kişiye yakın olduğu tesbit edilen ve zamanın Başbakanı'nın ifade ettiği "PKK finansörü iş adamlarının elde olan listesi"nden bir kişi eksilmiştir.Behçet Cantürk'ün öldürülmesinin doğruluğu yanlışlığı veya gerekli olup, olmadığı tartışmasına girilmemiştir. Ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Cantürk'ün öldürülmesi emrini kim vermiştir? Bu yetki kim tarafından kullanılabilir?Ve hangi ahvalde kullanılabilir? Kim kime karşı sorumludur?Sistem nasıl çalışmalı sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır?"Hukuk devletinde bu suallerin yeri olamaz" itirazı da kanaatimizce geçerli değildir ve realiteye uygun düşmez. Bu uygulama tüm dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama (cümle sayın Başbakan'a ters gelse de) Hukuk Devleti kuralları içinde bu tip kararlar alınacak ve Devlet ciddiyeti içinde uygulanacaktır.
Susurluk Ankara'nın tercihi...
Savaş raporunda kendi kavramlarıyla Silahlı Kuvvetlerin Susurluk sürecindeki sorumluluğunu da tartışıyor: "Susurluk olayı ile Silâhlı Kuvvetlerin irtibatı nereden doğmaktadır? Susurluk, Ankara'daki tercihlerden kaynaklanmış, OHAL bölgesinde gelişmiş ve ülkenin büyük merkezlerine taşınmış, oralardaki uygun olay, kişi ve grupları bünyesine alarak genişlemiştir. Neticede çok yönlü ve derinliğine bir ilişkiler yumağı oluşmuş, devlet kurumları ve yöneticiler bilerek bilmeyerek devrede olmuşlardır.
Peki temel sorun nerede? Savaş kendi sorusuna şu yanıtı veriyor: "...temel sorun şudur; polisin, jandarmanın, hatta MİT'in örtülü faaliyetlerle ilgili çalışmaları başta emniyet olmak üzere bu kurumları kamuoyunun önüne sermiş, hatta çalışmalarını engelleyecek duruma getirmiştir. Güvenlikle ilgili kurumlarda ise itici ve yönlendirici güç Silahlı Kuvvetlerdir. Özel Harp Kuvvetleri ise, Özel Harekat Timleriyle örtülü diğer etkili çalışmaları yürütmüşlerdir. Fakat maddi menfaate yönelik işlere...karışmamışlardır. Farklılık herhalde yönetimde, yönetende ve anlayıştadır."
Bugün bu iki belgeye bakarak daha iyi anlamak mümkün neden "Susurluk" un baş oyuncularının asla "cezalandırılamaz" olduklarına derin bir güven beslediklerini.
Cezalandırılamaz kimse kalmayıncaya kadar
Demek ki, "Hukuk Devleti"nde bir MGK planına ve kararına dayandığı takdirde "Türk Emniyet Teşkilatı" bir kişinin "öldürülmesini kararlaştırabilir" ve "infaz edebilir". Hukukun temel ilkesi "evrensellik" olduğuna göre, bir kişi için geçerli olan "yasa" bütün yurttaşlar için de geçerli olacaktır ister istemez.
28 Şubat'la birlikte "rutin"e iade edilen "Hukuk Devleti" işleyişi içinde tartışılan artık "cezalandırılamazlık"ın kendisi değil, Kutlu Savaş'ın dediği gibi "cezalandırılamazlık" statüsünden kimin yararlanıp yararlanamayacağı...
Adalet Bakanımız Hikmet Sami Türk'ün başlattığı büyük "adalet reformu" çerçevesinde artık her mahkemede yargıçların gerisinde asılı duran özdeyişte reforma uğradı "Adalet devletin temelidir."
Eğer, bu "Hukuk Devleti" Berkan'ın belgelediği ve Savaş'ın "analiz ettiği" devlet ise, Mehmet Ağar ve Teoman Koman'ın; her ikisinin "planlarını uyguladıkları" Milli Güvenlik Kurulu üyelerinin ister istemez, bu planın uygulanmasıyla görevlendirilen küçük rütbeli görevlilerle "kanun önünde eşit" olmaları gerekir.
O zaman Ağar ve Koman serbestken İbrahim Şahin'in ve ona bağlı görevlilerinin hapisanede yatmaya devam etmeleri adil olabilir mi?
Susurluk kazasından beş yıl sonra geriye dönüp bakıldığında devlet görevlilerinin "cezalandırılamazlık"ı üzerine kurulu devlet işleyişinin büyük badireden bir sıyrık bile almaksızın çıktığını görmek mümkün.
Bu işleyişi yalnızca bir halk hareketi sekteye uğratabilirdi. Susurluk'u kuşatan büyük halk hareketiyse, ne yazık ki kendi varlık sebebinin iğdiş edilmesine izin vererek kendi kendisini yenilgiye mahkum etti.
Ama cezasız yenilgi olmaz . Bu yenilginin cezasını Türkiye bir katiller sürüsüyle kendisini eşit kılarak , onların suçunu paylaşarak ve bu suçla birlikte çürüyerek ödeyecek, ta ki, cezalandırılamaz hiçbir yurttaş bırakmayacak, yeni ve güçlü bir halk hareketiyle birlikte yeni bir hukuk düzeni kuruncaya kadar.