Sabah 5.30. Henüz hava aydınlanmamış. Gecenin kör karanlığında düşüyoruz yollara. Buruğuz biraz. İki gün önce cezaevini aradığımızda kötü haberi almışız.
“Ağabeyiniz disiplin cezası aldığından bayramda açık görüş yapamazsınız. Ama kapalı görüş hakkınız saklı.”
Bir lütuf gibi dökülüyor kelimeler gardiyanın ağzından. Kardeşlere verilen yılda sadece iki kerelik“açık görüş hakkımız” elimizden alınmış, ona sıkıca sarılma “hakkımız” F tipi treatmanla ortadan kalkmış ve gardiyan “kapalı görüş hakkınız saklıdır” derken sevinmemizi bekliyor.
17 Ocak’a kadar sürecek olan ceza nedeniyle kurban bayramında da açık görüş yapamayacağımız ortadayken, bu yıl ona hiç sarılma imkânımız olmayacağını bilirken neye sevinebiliriz ki?
Tekirdağ yolları ıslak, çamurlu, hava karanlık puslu. Her görüşe gidişimizde bu havayı koklamak zorunda mıyız biz?
Sanki bizi kötü haberler bekliyormuş gibi iki buçuk saatlik yolu içimizde endişe ve tedirginlikle geçirmek zorunda mıyız?
Biz bunları düşünürken radyoda Bulutsuzluk Özlemi başlıyor söylemeye;
“Gazetelerde bu sabah bir fotoğraf var
Cezaevinde bayram görüşmesi
Analar babalar çocuklar sarmaş dolaş.
Gülerken ağlayan bir kız,
Bir sevgili ya da bir eş
Elinde bir tutam çiçek tutan küçük kız.
Sarmaş dolaş
Ne olacak bütün bunlar
bütün bunlar ne olacak”
Önce iki kişiyiz arabada. Sonra yol üzerinden aldığımız diğer görüşçü ailelerle 5’e çıkıyor sayımız. 9:30'da başlıyor görüşümüz. Cezaevine vardığımızda saat 09.10.
Tekirdağ F tipi Cezaevi, Muratlı ilçesinin en tepelik yerinde. Etrafında hiçbir şey olmadığı için keskin bir rüzgar içimizi titretiyor.
“İçerde, o taş duvarların içinde donuyorlardır” diye konuşuyoruz kendi aramızda.
Daha dış kapıda asker karşılıyor bizi. İki asker eşliğinde içeri doğru yürüyoruz, rüzgârdan, soğuk havadan korunmaya çalışarak.
Kimlik kaydı için girdiğimiz salonda büyük bir kalabalık ve uzun bir kuyrukla karşılaşıyoruz. Her zamankinden çok daha az görevli var o gün cezaevinde.
“Bayram” nedeniyle çoğunun izinli olduğunu öğreniyoruz.
Biriken kalabalığın öfkesi giderek büyüyor çünkü sadece bir gardiyan onlarca insanın kaydını yapıyor kontrol ediyor ve her aileden bir ya da birkaç kişiyi ya aile nüfus kaydı ya da evlilik cüzdanı olmadığı için kapıdan geri çeviriyor.
İçeri girdiğimizde teyzem, eşi ve üç çocuğu ve de dayımı görüyoruz, mutlu oluyoruz. Ancak bu mutluluk da uzun sürmüyor. Bayram açık görüşüne sadece anne baba, eş, çocuk ve kardeşler alındığından teyze ve dayıları alamayacaklarını söyleyerek onları de geri çeviriyorlar.
“Ama biz açık görüş yapmayacağız ki, kapalı yapacağız” diyecek oluyoruz, cevabı yapıştırıyorlar: “Olabilir ama açık görüş kuralları geçerli”.
Zaten içimize sığmayan kızgınlığımız, cezaevine kadar yol tepmiş, çoluk çocuk hazırlanıp yeğenlerini görmeye gelmiş bu insanlara gösterilen tavırla içimizden taşıyor.
Kendimi gardiyanla tartışırken buluyorum; ne zaman kuyruğun önüne geçtim ne zaman “bugün bayram değil mi? nasıl görüş hakkımızı engellersiniz” diye bağırmaya başladım bilmiyorum.
Gardiyan sakin. Sinirleri alınmış gibi. “Ben bilmem savcıyla görüşün” diyor. Halbuki o da biliyor, Tekirdağ merkezdeki savcıya gidip izin alana kadar, görüş saatimizin geçeceğini.
Ben bunun tartışmasını yürütürken kalabalıktan biri bağırıyor: “Savcı da yok yerinde, bayram ya, gelmemiş, nöbetçi savcıyı bulmaksa mesele”.
Tartışmanın bir sonuca ulaşmayacağını anlıyoruz. Teyzemler çoluk çocuğu toplayıp, hayal kırıklığıyla İstanbul’a geri dönüyorlar.
Kuyruk uzadıkça uzuyor, öfke giderek büyüyor. Gözlerdeki heyecan sönmeye başlıyor. Kalabalık tekrar gardiyana yüklenmeye başlıyor, “Biliyorsunuz bayramda kalabalık olacağını, niye tek kişi çalışıyor burada?”
Gardiyan gayet soğukkanlı “Bizim bayram yapmaya hakkımız yok mu?, görüşçünün yanıtı net “Peki ya bizim? Size bayram var da bize yok mu?”
Nihayet kimlik kaydı bitiyor. Saçlarımız dibine kadar aranıp o binadan çıkıyoruz. Bu sefer başka bir asker eşliğinde diğer binaya geçiyoruz.
Neyse ki yılların deneyimiyle X-Ray cihazına yakalanmamak için her türlü tedbiri almışız. Rahatça geçiyoruz.
Ama yetmez! Bir kez daha aranıyoruz. Ve nihayet koridorlar aştıktan sonra görüş kabinine varıyoruz.
Saat 09:50 olmuş. Biliyoruz ki, bir saatlik görüş süremizi alabilmek için yine gardiyanlarla kavga etmemiz gerek.
Kabine girmeden koridor başında duran gardiyana “Bizim görüşümüz 09:30–10:30 arası ama aramalar uzun sürdüğü için ancak gelebildik, bize 20 dakika ek süre vereceksiniz" diyoruz. Pazarlık 15 dakikayla sona eriyor.
Uzun tartışmalar, kavgalar, öfke patlamalarının ardından nihayet ses geçirmeyen çifte camın ardında ağabeyimi görüyorum.
Her şeye rağmen duyulan müthiş bir mutluluk. İlk sorusu “ Niye bu kadar geciktiniz?” oluyor. Gururluyuz “Merak etme 15 dakika daha kopardık”.
Üç kişiyiz ve sadece 1 saatimiz var, hızlı olmalıyız, her şeyi bir çırpıda konuşmalıyız, selamları unutmamalı, ihtiyaçlarını sormalıyız. Camlar ses geçirmediğinden telefonla görüşüyoruz, aynı Amerikan filmlerindeki gibi. Ne mutlu bize, cezaevlerimiz bile Amerikanvari!
Nihayet 1 saat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor, süre dolar dolmaz ışıklar sönüyor, ağabeyimin arkasında iki gardiyan beliriyor.
Uzun sürecek bir ayrılık dönemi daha başlıyor. Neyse ki üç ay süren mektup ve telefon yasağı sona ermiş, başka bir “disiplinsiz” davranışı olmazsa haftada bir 10 dakika görüşebileceğiz. En azından sağlıklı ve hayatta olduğunu bilebileceğiz, ne büyük bir mutluluk!
Öpücüklerimizi soğuk cama kondurup ayrılıyoruz. Yine bir ağırlık çöküyor içimize. Araca biniyoruz, dudaklarımda Bulutsuzluk Özlemi;
“Ne olacak bütün bunlar
bütün bunlar ne olacak.”(SÇ/EZÖ)