Yargı hizmetlerinin "hızlı","verimli", "ucuz" ve elbette "etkin" olmasını sağlayabilmek hepimizin görevi.
Hükümetimiz bu amaçla arka arkaya reform paketleri hazırlayıp gündeme getiriyor. Fakat bir türlü istenen başarıyı yakalayamıyoruz. Tıkanıyoruz. Bunun bir nedeni, siyasal iktidarın meslekten hukukçulara yeterince danışmaması olabilir.
Bazı avukatlarca yapılan eleştirilerin ise yapıcı ve iyi niyetli olduğunun kabul edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, her ne kadar benden bir talepte bulunulmadıysa da, bu önemli konuya naçizane katkıda bulunmayı bir borç sayıyorum.
Zorunlu avukatlık kapsamında olan davalar için, avukatların hazır bulunmadığı yargılamalarda karar verilebilmesine imkân tanıyan yasa önerisi bunun güzel bir örneğidir. Niyet iyi, ama yeterli bilgiye ve cesarete dayanmadığı için çözüm zayıf ve geçicidir. Aynı doğru perspektifte kalmak kaydıyla hayata geçirilecek biraz daha kapsamlı düzenleme, sorunu gerçekten çözecektir.
Mesele; elbette kastı bulunmaksızın, adalet bakanlığının ceza yargılamalarını yavaş ve verimsiz kılan esas problemi görmezden gelmesidir; yargıçlar ve savcılar.
Gerçekten, bu yüksek ücretli ve yargı hizmetlerini yavaşlatan, verimsiz mesleki pozisyonlara ihtiyaç var mıdır? Birlikte bakalım.
Savcılar;
Her şeyden önce hâkim olmaya çalışan bir grup hukukçu genç meslektaşımız, bu mesleki sıfatı kur'a ile kazanmaktadırlar. Bence bu bile yeteri kadar ayıptır.
Gazeteci olmak istediğinizi ve kurada "fal ve burç yazarlığı" çıktığını düşünün. Yahut Tıp fakültesini bitirip "beyin cerrahisi" niyetiyle elinizi attığınız torbadan "ürolojiye" yerleştirildiğinizi. İnsanın kuradan çıkan mesleğine alışması ve sevmesi için bile en az 10 yıl gerekir ki bu sırada önündeki işe istekle sarılmak gayet zordur.
Zannediyorum yaşadığımız ilk sıkıntı budur.
Yine de heves ettiniz, çalışalım dediniz; bütün idari ilişkisi, özlük hakları, bütçesi, denetimi içişleri bakanlığına bağlı devasa bir kolluk teşkilatı olan Emniyet Genel Müdürlüğü ile çalışacaksınız. Sıfat itibariyle kolluk amiri pozisyonunda bir "savcı yardımcısı" olan genel müdürün nereden baksanız ağır silahlı 150 bin adamı var.
Biraz işini biliyorsa yarın vali, milletvekili, bakan olacak. Ne ona ne adamlarına söz geçirmek mümkündür. Nasıl eskiden Harp okuluna girerken sonunda "cumhurbaşkanı" olurum diye heves etmek ayıp karşılanmıyorduysa, artık polis akademisinde de kariyer planı en azından bir valilik veya bakanlık kapmak üzerinedir.
Savcılıkta kendinizi mesleki açıdan göstermek de zordur. Bir kere elde, "Polis Fezlekesi" denilen ve esasen içerisinde tekmili birden otuz iki kısım gerekçeli hüküm, delil değerlendirmesi, telkin, tavsiye ve her türden ceza politikası barındıran tamamlanmış bir eser mevcut.
Ne yapsan ondan iyisi çıkmaz, tek yol kapağını değiştirip iddianame yapmaktır. Unutulmamalı ki Fezleke ehil ellerden çıkmış bir klasiktir. İddianame diye yapabileceğiniz en fazla, eziyetine değmez, bir röprodüksiyon çalışmadır.
Yahu, yetki bana verilmiş inceleyeceğim deseniz, hiçbir teknik bilginiz yok. Parmak izi karşılaştırması bile yapabilecek durumda değilsiniz. Arabanız, personeliniz, binanız, hatta maaş dışında bir ele gelir bütçeniz bulunmuyor. Hepsi kollukta var. Dolayısıyla onlar ne derse odur.
Eh bunu polis yapsın benim başka işlerim de var dediğinizi kabul edelim; nezaretlerin ve hapishanelerin denetimi, soruşturma işlerinin kanuna uygun yürütülmesinin gözetimi, lehe delil toplama gibi görevlerine, bugüne kadar zinhar eksik teşebbüs eden bir savcı dahi görülmediği için, yokluğunuzda bu görevler açısından da bir boşluk oluşmayacaktır.
Günümüzde bayramlarda "heykele çelenk bırakmak" âdetinin de yavaş yavaş ortadan kalktığı düşünüldüğünde, bırakınız savcıyı, başsavcıyı ne yapacağımız sorusu bile sıkıntılıdır.
Netice olarak, tamamen gereksiz olduğu açıkça müşahede edilebilen bu makam kaldırılarak, Emniyette "Adliyeden Sorumlu Şube Müdürlüğü" ihdas edilmesi yeterlidir. Bu müdür, adliyeye nispeten konforlu ve çay kahvenin bedava olduğu emniyet binasında çalışmayı tercih edeceğinden, adliyeler ferahlar, oda ve personel boşa çıkar, işler ve işlemler hızlanır. Muhakkak gerekli görülüyorsa -ki zannımca şart değildir- teşkilat içerisinde çokça bulunan hukuk fakültesi mezunu polis müdürleri bu makama tercihen atanabilir.
Yakın geçmişte, başbakanımızın rızası hilafına MİT müsteşarının derakap ifadeye çağrılması meselesinde, ilgililerin tedip ve terbiyesi amacıyla alınan tedbirler gayet aydınlatıcı kabul edilmelidir.
Eline evrak verilen biçarenin sadece soruşturmadan alınmasıyla yetinilerek, gerçek sorumlular olan iki Emniyet Şube Müdürü'nün -hak ettikleri üzere- görevden alınması, aslında hükümetimizin de bu gibi soruşturmaların sahibini ve sorumlusunu bildiğini, ama bir türlü bu bilginin reformun hizmetine sunulamadığını göstermektedir.
Yine aynı - şüphesiz isabetli - hızlandırma perspektifi ile yakın zamanda gerçekleştirilmiş "Asliye Ceza Mahkemeleri'nden Savcıların Çıkarılması" düzenlemesine, bu meslek mensuplarının "iyi oldu, zaten işimiz başımızdan aşkındı bir de duruşmaya mı çıkacağız" yaklaşımı nedeniyle, zaten avukatlar gibi "mesleki bir şovenizm" içerisinde bulunmadıkları bilinmektedir.
Elbette kâmil ve ehliyet sahibi insana elinden alınana ağlamak değil, elinde kalanla (misal boş vakit) mutlu olmak yakışır. Avukat ile kıyaslandığında dikkat çeken bu farklılık, belki de avukatların mesleğin yıpratıcı tabiatı nedeniyle gördüğü zararın ve barındırdığı defonun en güzel örneğidir.
"Orada bir şey yapılıyor illa ben de bulunayım" diye özetlenebilecek bu defo, neticede insanı elin düğününde damat ve -Allah saklasın- elin cenazesinde ölü yapar. Bu hallerin yakışıksızlığı ise izahtan varestedir.
Elbette mevcut savcı meslektaşlarımızın kazanılmış hak, maaş ve ek ödemeleri korunarak emekliliklerine kadar, en azından 4-C statüsünde, uygun kamu kurumlarında sözleşmeli olarak mağdur edilmeden istihdamları değerlendirilmelidir. Bir mağduriyeti giderirken bir başka mağduriyet yaratmak reformun amacına ters olur.
Bir sefere mahsus isteyenlerin "sınavsız-mülakatsız" avukat yapılması ve büro açmak üzere kamu bankalarından düşük faizli-uzun vadeli kredi sağlanması da mümkündür. Avukatlık bankalar nezdinde pek matah bulunmadığından, özel bankaların kredide zorluk çıkaracağı unutulmamalıdır.
Bu yolla elde edilecek tasarrufun ve yargıda hızlanmanın hafife alınmaması gerektiğine dikkatinizi çekerim.
Ancak bununla da yetinilmemelidir.
Gelelim Yargıçlara;
Bu meslek mensupları ortalama bir duruşma gününde 10 ila 60 dosya incelerler. Eğer kâtip ve mübaşir iyi organize etmez ise, karşılarına getirilen dosya sanıklarının değil suçunu, ismini bile akılda tutmak müşküldür.
Aslında bir bilgisayar kısa yolu olan (sanıyorum CTRL+ F9) ve bu nedenle de iki parmağını aynı anda kullanan her kamu görevlisinin oluşturabileceği; "mevcut dosya durumu, delillerin henüz toplanmamış olması, tutuklu kalınan süre, suça öngörülen cezanın miktarı, katalogda gösterilen suçlardan olması nedeniyle tutukluluk halinin devamına" şablonu dışında, herhangi bir kararına gerekçe yazmaya vakit veya imkân bulan yargıç görülmemiştir.
Avukat tarafından yanıltıldıkları ve maalesef adaletin tesisinde gecikmeye de yol açan istisnai örnekler dışında, maddi gerçeğin ta kendisi olan polis fezlekesinin gerekçeli karara geçirilmesinden ibaret olan yargılama faaliyetinin bu kadar uzun sürmesini elbette hükümet gibi bizim de kabul edebilmemiz mümkün değildir.
2023 hedefimizi geçin, muasır medeniyet seviyesi hevesimizin bile bu yavaşlıkla mümkün olmayacağı ortadadır.
Bugüne kadar ortada hâkim görünmemesinin mazereti olarak kullandığımız, "gecikmede sakıncanın" kaldıracağı yük de bir yere kadar kabul edilmelidir.
"Gecikmesinde sakınca bulunan hal" adı verilen ve anayasa tarafından hâkim kararı gerektirerek güvenceye bağlanmış her konunun (arama, yakalama, teknik takip, iletişimin tespiti vs.) yargıcı yormadan savcı ve kolluk amirince yapılmasını sağlayan muhteşem düzenleme sayesinde, zaten bu alandan neredeyse tamamen çekildikleri için, mesleğin lağvı halinde herhangi bir boşluk doğması söz konusu değildir.
Bazılarınca ağza sakız edilen "Hâkim kararı, hâkim kararı" ısrarı tamam, ama nereye kadar? Gidip de arayacak, oturup da dinleyecek, tavsif edecek, yakalayacak, tutacak, pişirecek hâkim midir ki yiyecek hâkim olsun affedersiniz. Biraz heyecanlandım, ama adalet için mazur göreceğinize inanıyorum. Kararı ben yazdım demek güzel, ama emeği geçenlerin emeğinin de zayi edilmemesi gerekir kanaatindeyim.
Her ne kadar bu gibi belgelerin hâkimlere imzalatılması ecnebi ülkelerde adli bir gelenek ise de; ülkemizde bunları yorgun öğleden sonraları kahve içerken imzaladıklarından, kendi cep telefonu hakkında dinleme kararı vererek yakalanıp mahkûm olmuş yargıçların bile bulunmasından anladığımız gibi yapılan tamamen haksızlıktır.
Önce sayısız duruşma ile bitap düşürüp, sonra da bundan faydalanarak inceleyemeyeceğini bildiğiniz bir evrakı yargıca imzalatmak kabul edilemez. Yine talep edilen her 100 "dinleme" kararından 99 tanesinin olumlu karşılanması, arama, yakalama ve tutuklamada da buna varan oranlarla çalışılıyor olması, kolluk ve yargıç arasındaki özlenen ahenk nedeniyle değil, yargıçların insanlık onuruna aykırı çalışma koşulları nedeniyle olabilir ki; bu da ahenk konusundaki haklı gururumuzu boşa düşürebilir. Şüphesiz, bir ülkenin bu çapta ilerleme gösterdiği bir konudaki gurur vesilesinin tartışılır hale gelmesini bile kabul etmemeliyiz.
Her ne kadar MİT, Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü gibi kurumlarımızı "bir yıl süreyle ülke çapında canınız kimi istiyorsa onu dinleyin, gelip bizi rahatsız etmeyin" minvalinden kararlarla başından savarak bu müşkülü aşmaya çalışan yargıçlar olmuşsa da elbette daha doğrusu, bu kurumların teşkilat kanununa zaten istedikleri herkesi dinleyebilecekleri yazılarak meselenin halledilmesidir.
"Bizi dinliyorlar, eyvah dinliyorlar, aman dinliyorlar!" Dinliyor, tabii dinleyecek. Kendisine mi dinliyor? Elbette hayır. Kusura bakmayın ama adaletin yerine getirilmesi meşakkatini üstlenmeyenlerin, bu gibi meseleleri gündemde tutmasını dün kabul etmediğimiz gibi bugün de fitneye itibar göstermemeliyiz. Utanacağın şeyi konuşmazsan, gereksiz soruya muhatap olmazsın. Asıl olan kendini bilmektir.
Yargıçların esas işi gibi duran gerekçeli karar yazma faaliyetinin, polis fezlekelerini esas alan Ulusal Yargı Ağı program paketleriyle, bizzat Adalet Bakanlığı veya sözleşmeli olarak bu hizmeti veren özel sektör kuruluşları tarafından son derece ucuz ve verimli yerine getirilmesi mümkün olduğundan, meslektaşlarımıza bu eziyetin de fuzuli olarak çektirildiği kanaatindeyiz. Karşı çıkanlar olacaktır, boğaz köprüsünün yapımına bile karşı çıkanların bulunduğunu, ama bugün bir teşekkür bile etmeden, utanmadan vızır vızır üzerinden geçtiklerini hatırlatmakla yetineyim.
Adına "duruşma" denilen berduşluğun ise, gelişmiş teknoloji, tele-konferans ve benzeri yollarla bugün evden bile halli mümkünken, tüyü bitmemiş yetimin nafakasından kesilerek ısıtılıp aydınlatılan adliye binalarında, sabahın köründe düğüne gelir gibi toplanılmasını, 21. Yüzyılda utanç duymadan kabul etmek söz konusu olamaz. Bu gibi din öncesi ayinlerin, adaleti yavaşlatmak dışında faydası nedir? Sadece ayıptır ve günahtır demekle yetinmek istiyorum.
HSYK meselesine, hicabımdan hiç girmiyorum ki; bir nebze acımızı hafifleten, bakanlıkça hazırlanan listenin kazanması suretiyle yeni bir başıboşluğun önlenebilmiş olmasıdır.
Toparlayacak olursak, reform paketinin perspektifi isabetli yönelimi doğrudur. İhtiyacımız olan; yargıç ve savcı gibi işin esası açısından hiç de zorunlu görünmeyen muhakeme makamlarının ortadan kaldırılması yoluyla kuracağımız "iki fazlı" modern ceza yargılamasıdır.
Burada birinci unsur, kolluktur. Elini taşın altına koyabilecek bilgi, birikim ve cesarete sahip bu girişken mesleğin mensupları teşvik edilerek, yargılamanın asli unsuru haline getirilmeli, elbette tez ve anti tezin oluşturulabilmesi için müteşebbis ve sivil bir meslek olan avukatlık güçlendirilmelidir. Sentez kendiliğinden gelecektir.
Her ne kadar geçiş süreci açısından belli bir meslek içi eğitim gereği akla gelse bile, gaflete düşüp eğitime başladığınız anda, kolluğun sizi dizine oturtup suçu da cezayı da anlatabileceğini gördükten sonra, bu beyhude çabaya da elbette uzatılmaksızın son verilecektir.
Kolluk ile avukatların yapacağı müzakere, değerlendirme ve pazarlık sonucu doğacak her türlü karar bir yandan vicdanlara sesleneceği gibi, yargılama adı verilen gereksiz gürültünün içişleri bakanlığı ile özel sektör arasında halledilerek, adliyelerdeki yoğunluğun ortadan kaldırılmasına yarayacağı ortadadır. Bu düzenleme, Adalet Bakanlığımızın adliye binası işletmeciliğinden büyük oranda kurtarılarak, gerçek işi olan adalet dağıtmaya yoğunlaşabilmesini sağlayacaktır.
Avukatların bu iş için takdir edilecek ücretin bir kısmını, seve seve vakıf ve sandıklar yoluyla emniyet müdürlüğü ile paylaşabileceği açık olduğundan, söyleme gereği bile duymamaktayım. Böylece nihayet her şeyin devletten beklenmediği, ekonomik açıdan kendi kendini çevirdiği için vergilerimizi çarçur etmeyen, "polis-millet el ele yargısal bir müessese" oluşturulabilecektir. Aksini isteyene sebebi sorulmakla birlikte, bunların niyetinden şüphe etmek gerektiğini de bir not olarak eklemek isterim.
Sorulmamış bile olsa söylediklerimizin değerlendirileceğini umuyoruz. Sorulmadan söyleneni hafife almayınız. Herhalde bu paketleri hazırlarken birilerine soruyorsunuz ve bunlar da zannımca hukukçudur. Ama isimlerini bile bilmiyoruz. Niye bu mahcubiyet? Biz sorulmadan söylüyoruz ki; size bu doğru fakat eksik akılları verenlerin mahcubiyetini de bir nebze azaltalım. Ortaya çıksınlar, aramıza karışsınlar. Yeni bir yargısal aklın zuhur ve hurucunda hak ettikleri payeleri kazansınlar.
Her zaman söylendiği gibi; el elden, akıl akıldan üstündür. Utangaç reform girişimleri yetmez, ama elbette ki evet. Gerçek reform ise ancak yukarıdaki naçiz tavsiyemizi uygulamaya cesaret edebilecek öncülerin ve adalet savaşçılarının işidir.
Hükümetten, HSYK'dan ve parlamentodan beklediğimiz de budur.
Gayret bizden, tevfik Allah'tan. Ve'sselam. (SK/HK)
* Avukat Selçuk Kozağaçlı, Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı