Bir akşamüstü balkonda, yanınızda sevdiğinizle sigara tüttürüp kahve içmektesiniz. Latifşinas zamanlar yaşanırken bir boşluk anında boşluğa düşüveriyorsunuz. “Burada oturmaktan daha iyi bir şeyimiz yok mu yapacak?" Aval aval birbirimizin suratına bakıyoruz. Zaten maaş da daha yatmadı…Ben bu işte daha ne kadar kalacağım? İşyerinden ayrılsam beni kim alır işe? Ne işe yaradığım belli değil. Bir şeye tutunamadım gitti. Ne olacak benim bu halim? 20’li yaşlarının sonunda bir insanın iç karartıcı ve tekinsiz hayatına hoşgeldiniz.
Ekonomik seviye, toplumsal cinsiyet, eğitim falan gözetmeyen bu düşünceler kumkuması döneminin kanımca belirgin özelliği yetinememektir. Kendinden memnun olmamak, daha iyisi “olman” gerektiğine inanıp yol yordamını çözememek, iyi ya da kötü bir yerde çalışıyor olsan da hayatın boyunca o işi yapıp yapmayacağına karar verememek vs. gibi hayatın içine serpiştirilmiş şirin sorunlarımızın kristalleştiği nokta 20’li yaşların sonu, 30’ların başıdır.
Sanki bu dönem her şeyi bir anda yoluna koyamazsan önündeki birkaç on sene felaket geçecek ve tüm bunların sorumlusu tam şu anda attığın yanlış adımlar olacaktır. Verimsiz zaman dilimleri yaşarken, öte dünyalarda, kendine yeten, belini doğrultmuş yaşıtların vardır. “Kupkuru bir ağacın dalıyım, yapayalnız/uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor” sendromu olarak tanımlayabileceğimiz bu halet-i ruhiyeye bilim dünyası hemen bir isim bulmuş: çeyrek yaş krizi.
Durum o kadar da fena değil…mi?
Londra’daki Greenwich Üniversitesi Psikoloji bölümünden araştırmacı Dr. Oliver Robinson, 2011’de konuyla ilgili yaptığı bir araştırmada, 1100 kişinin katıldığı ankete dayanarak yüzde 86'lık dilimin 30 yaşına girmeden önce ilişkilerinde, parasal durumlarında ve işlerinde başarılı olma baskısı hissettiklerini belirtiyor. Mevzubahis krizin dört aşamasını ortaya çıkarmış Robinson:
- Varolan durumda hapsolma hissiyatı, ekseriyetle iş ve ilişki durumlarında kendisini gösteriyor.
- Değişimin mümkün olduğuna dair gittikçe artan bir his, yeni imkanları keşfetme isteği.
- Yeni hayatı inşa etme dönemi.
- Kişinin kendi sorumluluklarını, yeni ilgi alanlarını, amaç ve değerlerini keşfedip sağlamlaştırma dönemi.
Araştırmanın sonucunda, azınlığın kendini kısır bir döngüde takılıp kalmış olarak tanımladığı, fakat çoğunluğun bu dönemi katalizör addedip pozitif bir değişime yelken açtığı belirtiliyor. Yine de, internette küçük bir araştırma yaparsanız çeyrek yaş kriziyle ilgili, özellikle İngilizce pek çok forum bulabilirsiniz. Derdini anlatanların çoğunda benzer noktalar var; okul bitmiş, işe girilmiş ama işten memnun olunmamış ya da üç kuruş paraya çalışılıyor, hayatının harcandığına dair bir sıkıntı, geleceğe karşı duyulan umutsuzluk, beklemenin getirdiği belirsizlik vesaire. Yukarıda bahsedilen psikolojik araştırma elbette bize bu yaş aralığındaki gençlerin ne demeye böyle bir sıkışmışlık hissine kapıldığına; özellikle neden 2000'li yıllardan itibaren ortaya çıktığına dair pek bir şey söylemiyor.
Muhtelif sitelerde “ciddiye almayın, bu da geçer yakında” minvalinde öğütler dışında da pek bir şey bulmak mümkün değil. Hele ''Çeyrek yaş krizi - genç, başarılı, oryantasyonsuz'' isimli bir kitap yazmış olan Birgit Adam’ın tavsiyesi gerçekten evlere şenlik: ''Çok düşünmeyin, dışarıya çıkın ve bir şeyler yapın''. Peki, ama nasıl?
Gençtir, her işi yapar
Ergenlik döneminin bir üst sürümü, orta yaş krizinin bir küçüğü olan çeyrek yaş krizinin hısımlarından farkı, biyolojik değil toplumsal bir süreç olması. Yaşam erki 20’li yaşlara gelmeden elinden alınmış; daha iyi eğitim, kariyer odaklı daha iyi bir iş, daha sağlıklı ilişkiler yönlendirmesiyle ortalığa salınmış bireyin topluma adapte olma sürecinde bocalamasından daha doğal ne olabilir?
Güvencesiz çalışma koşullarından muzdarip bir kuşaktan bahsediyoruz. ABD, Avrupa, özellikle krizle boğuşan İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde genç işsizlik oranı korkutucu bir biçimde artıyor. Ola ki işe girdiniz; güvencesiz koşullarda, her an işten atılma stresiyle çalışmak işten bile değil.
Tabii sorun bu ekonomik fasit daireyle sınırlı değil. Belirsizliğin getirdiği umutsuzluk, beklentiye ulaşamama gibi unsurlar da arada bir yokluyor. Acaba bu yetişememe, yetinememe hislerinde, gençlik olgusuna sürekli yatırım yapan, insan yaşamını ilerlemeci bir düz çizgiye hapsetmiş toplumsal düzenin hiç mi rolü yok?
Kap dar gelince
“Frances Ha”dan bahsederek bitirmek istiyorum bu soru işaretleriyle dolu yazıyı. Yakın bir zamana kadar vizyonda olan ve kanımca 20’lerinde sonunda yaşanan karmaşayı çok samimi bir yerden anlatan bu Noah Baumbach filminde Frances’in New York’ta hayatını bir türlü “olduramama” hikayesini izliyoruz.
27 yaşında ve bir arkadaşının da söylediği gibi “artık o kadar da genç değil”. Dans etmek istese de bu yolda kariyer yapma imkanının zor olduğunu görüyoruz (gerçi, sadece mutluluktan yaptığı yaya geçidindeki atlamalı zıplamalı dansı kendi başına bir koreografi), para sıkıntısı yüzünden kalacak yer bulmak için mahalleden mahalleye sürükleniyor, bir de üstüne en yakın arkadaşı onu bırakıp sevgilisiyle Japonya’ya taşınıyor.
Tüm bunlar olurken Frances yaşamanın bir yolunu buluyor işte; belki çok mutlu, belki çok tatmin olmuş değil ama yarı yarıya kafasını soktuğu bu yetişkinler dünyasında, bir yetişkin vakuruna sahip olmadan, kendi gibi kalarak yaşamayı başarıyor. Filme ismini veren o son sahnedeki gibi, ismin ve soyismin posta kutunun etiketine sığmıyorsa soyadını kıvırıp olduğu kadarını kullanırsın. Toplum kabı kimliğine dar gelse de kendini sığdırmaya çalışmadan, olduğu kadarıyla memnun yaşarsın.
Belki de çözüm “çok düşünmeyip dışarı çıkmakta” değil, “senden beklenen” zokasını yutmadan “sen” olabilmektedir. Sonrasında hepsi bizim, sokaklar, dostluklar ve kararlar dahil. (GK/NV)