Ancak, Kıbrıs sürecinin önemli aşaması 22 Martta ikili müzakerelerin sona ermesiyle başlayacak. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri, iki tarafın üzerinde anlaşamadıkları ihtilaf konularında son sözü söyleyecek ve Türkiye ile Yunanistanın çözüm planını son haliyle kendi yasama mekanizmalarında onaylamaları gündeme gelecek. Müzakere eden taraflar büyük ihtimalle anlaşamayacaklarından dolayı, Türkiyenin ve Yunanistanın- önüne, kamuoyunda ve mecliste onaylanması kolay olmayacak bir metin gelecek. Başbakan zaman zaman Türkiyenin olmazsa olmazlarını hatırlatırken, herhalde BMye verdiği sözü unutmak istiyor. Nitekim bu metin, hiçbir tarafın tam olarak benimsemediği Annan Planının bugünkü haline benzer bir metin olacak.
İşte bu aşamada, yani Mart sonunda hükümetin, ABden gelecek ve yıl sonunda Türkiye ile müzakereleri başlatacağına dair güçlü sinyaline ihtiyacı var. 26-27 Martta Brükselde yapılacak ABnin ara zirvesi sinyalin verilebileceği en uygun zaman. Yıl sonunda beklenen karar artık bir bakıma öne alınmış gibi duruyor. Zira hükümetin kamuoyu önünde statükoya karşı elini güçlendirebilmek için Kıbrısta verilecek tavizin karşılığını AB ile müzakerelere başlamakla yani fazlasıyla aldığını kanıtlayabilmesi gerekiyor. ABden gelen sinyaller, özellikle Berlin ve Brüksel çıkışlı teşvik ve takdirler artık bunun imkan dahilinde olduğunu göstermeye başladı.
AB ve Türkiyenin Kıbrıs blokajları
Ancak Avrupalı siyasîler Kıbrısta bulunacak bir çözümün karşılığında Türkiyeye borçlu bir konumda olmak istemiyor ve adanın üyeliğinin gündeme geldiği 1990ların başından beri sorunun çözümünü BMye ihale etmekte ısrar ediyorlar. Kıbrısın özellikle kuzeyi ile olan ilişkileri yok denecek kadar az ve ufukta çözüm belirmiş olmasına rağmen konuya, Verheugenin afakî ve genel beyanlarını saymazsak, uzak durmayı yeğliyorlar. Bu durum tehlikeli.
Nitekim hükümet Komisyonu Kıbrıs müzakerelerinden çıkacak sonucun AB müktesebatı olacağına dair garanti vermesi için sıkıştırmaya başladı. Çünkü 16 Nisan 2003te Akropolde imzalanan Kıbrıs dahil 10 yeni AB üyesinin Katılım Antlaşması 15 üye devletin meclisinde Annan Planının eki olan 10 numaralı Kıbrısın AB Katılımı ve İlgili Antlaşmaya Eklenmesi İstenen Protokol hariç tutularak onaylandı. Zira ortada bugünkü gibi çözüme giden bir girişim yoktu. Komisyon bu sorunun Konsey tarafından kabul edilecek bir yönergeyle meclislerin onayına gerek kalmadan hallolacağını telkin ediyor. Hukuken Annan Planı ile varılacak anlaşmanın meclislerin onayı olmaksızın ABnin birincil müktesebatı olması mümkün değil. Bu durumda Protokolun Türk tarafını koruyucu nitelikte olan şerhlerinin bir anlamı olmayacak.
Ama Türkiye, bir yandan Protokolu canlandırmak için ABye baskı yaparken diğer yandan ABnin ekmeğine yağ sürercesine Komisyonun müzakerelere mümkün olduğu kadar uzak durması için insanüstü bir gayret sarf ediyor. İlgililer sanki sonunda Kıbrıs AB üyesi olmayacakmış gibi bir tutum içinde. Bu tutumda AB mevzuatına olan yabancılığın etkisi büyük. Ancak bu sayede üyelik müzakerelerini tamamlamış olan Rum tarafının bu teknik avantajı istediği kullanması, ABnin de kuzey ile ilgili ek sorumluluktan kurtulması sağlanıyor. Bu durum ilerisi için büyük tehlikeler arz ediyor. Örnek vermek gerekirse, ada, yüzölçümü itibariyle ABnin üye olunduktan sonra verilecek yapısal fonlarına temel oluşturan bölgeler sınıflandırmasında tek bölge olarak değerlendiriliyor. Üyelik müzakerelerini Rum tarafı tek başına yaptığından Kıbrıs tek bölge sayılmış. Eğer ada birleşik olsaydı ve iki bölge arasında ekonomik açıdan uçurumlar olmasaydı tek bölgenin bir anlamı olurdu. Ancak zengin güney ile fakir kuzey arasındaki fark, adanın ne bugün ne de orta vadede tek bir AB bölgesi sayılmasına imkan vermemekte. Tek bölge ayrıca adanın fiili iki bölgeliliğine de uymuyor. ABnin bölgecilik ilkelerine aykırı olarak da yapısal fonların kullanım mekanizmaları konusunda çoğunluğa yani Rumlara fiili bir öncelik atfediyor.
Görüldüğü gibi Kıbrısta maharet, Kıbrıslı Türklerin farklılıklarını en etkin biçimde gözetecek olan ABnin modern bölgesel otonomi mekanizmalarını kullanarak müzakere edebilmekte, insanın yerine toprağın muhafaza edilmesi üzerine kurulu, modası geçmiş askerî güvenlik temelli bir müzakere mantığıyla değil. Artık biran evvel Komisyonun Bölgesel Politikalardan sorumlu Genel Müdürlüğünün bu işe en üst düzeyde el atmasını sağlamak ve AB standartlarında iki bölge üzerinde ısrar etmek gerekiyor.
Kamuoyu diplomasisi
Türkiyenin AB ile müzakere yolunda önünü tıkayan ve yıllardır dile getirdiğimiz diğer sorun, işin içinde muazzam bir Fransa bilinmeyeninin olması. Türkiye hakkında son kararı Almanya ile birlikte verecek olan Fransadan şimdilik, genel geçer bir iki beyanın dışında hiçbir resmî ve somut bir işaret yok. Bilakis Fransanın siyasî karar vericileri Türkiyeye son derece soğuk. Türkiyenin artık hızla en yaygın şekilde ses getirecek yeni siyasî girişimlerde bulunması ve klasik diplomasiye ilâveten etkin bir kamuoyu diplomasisi (public diplomacy) gerçekleştirmesi gerekiyor. Burada amaç geniş bir medya görünürlüğünü hedefleyerek kamuoyları ve siyasî karar vericilere ulaşmak ve siyasîlerin kararlarını etkilemek olmalı.
Neler yapılabilir?
* Eski Fransız Cumhurbaşkanı Valéry Giscard dEstaing ne Cumhurbaşkanı iken ne Avrupa Anayasa taslağını hazırlayan Kurultayın Başkanı iken ne de başka bir zaman Türkiyeye geldi. Buna rağmen Türkiyenin adaylığı konusunda verdiği menfî beyanlar Fransada pek çok siyasî yetkili tarafından geçer akçe sayılır. Kurultaya katılan 28 ülkeden 27sine davetli olarak giden Giscardın hükümet tarafından Kurultay Başkanı sıfatıyla davet edilmesi ve ziyareti esnasında Türkiyenin nasıl bir yer olduğunu sivil toplum rehberliğinde müşahede etmesi faydalı olur. Fransanın şimdiki Cumhurbaşkanı Jacques Chirac 28 Haziranda altı yeni NATO üyesinin katılım töreni ve zirve münasebetiyle İstanbulda olacak. Chiracın ve elbette diğer AB liderlerinin hep birlikte İstanbulda olacak olmaları Türkiyenin AB hedefinin iletişimi açısından bulunmaz bir fırsat.
* Türkiye İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin ölüm cezasıyla ilgili her iki protokolünü onaylayarak barışta ve savaşta ölüm cezasını kaldırdı. Bu kararın İslam dünyasında bir benzeri yok ancak bu önemli adımın yeterince iletişimi ve duyurusu yapılmadı.
* Türkiyenin Ermenistan ile olan ve daha doğrusu olmayan ilişkileri her ne kadar çözülmesi çok zor bir sorun ise de, Ermenistan ve Kafkaslara yönelik gerçekleştirilmesi imkân dahilinde olan bir dizi girişim var. Bunlardan biri Kars-Gümrü-Nahcivan-Baku kara ve demir yollarının açılması. Tüm sınır vilâyetleri ticareti geliştireceği için yolların açılmasını yıllardır talep ediyor. Eğer gerçekleşirse bu girişimin özellikle Fransa ve ABDdeki Ermeni lobileri üzerindeki müspet etkisi ve oluşacak ticaret ortamının orta vadede Kafkasyadaki sorunları yumuşatıcı etkisi, Azerbaycan ile olan ilişkilerimize vereceği addedilen zararın çok önünde olacaktır.
* Geçen Kasım ayında Mihail Saakaşvili Gürcistanda Edvart Şevardnadzeyi kansız bir darbeyle devirdi ve Ocakta Başkan seçildi. Büyük ekonomik ve siyasî zorluklar içerisinde olan, Batının her zaman sıcak baktığı ve üstelik Müslüman akrabaları Türkiyede yaşayan Gürcülere Türkiyenin yardım elini şimdiden uzatması ilerde nasıl bölgenin istikrar unsuru olabileceğini gösterecektir.
* Kıbrısta Türk unsurun varlığını gözetmeye çalışan Türkiyenin , kendi yurttaşı olan Kürt unsurun haklarını görmezden gelmesi inandırıcı olamaz. Kürtçe için ulusal yayın şartı ve dil kurslarının önüne çıkarılan bin bir engelin hükümet tarafından bertaraf edilmesi bu denli zor olmasa gerek. Türkiyedeki statükocu kesim DEPli milletvekilleri davasında, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararına uygun olarak yeniden yargılamayı kabullenmiş olsa da, sanıklar ve avukatlarının başından beri istediği ve çok anlamlı bir jest olacak serbest yargılama konusunda gardını düşürmüyor. Davanın gidişatı, DEPli milletvekillerine bir yıl birkaç ay içerisinde dolacak olan mahkûmiyet sürelerini tamamlatmak yönünde. DEPli milletvekilleri davasında yaşanacak müspet bir gelişme AB ülkelerinde çok yankı bulacaktır. Türkiyenin yurttaşına sahip çıktığının uluslararası kamuoyunda yankılanmasını sağlayacak bir diğer girişim, Irakta iç savaş kapıdayken Musulun güneyindeki Mahmur mülteci kampında 1997den beri yaşayan 9000 civarındaki Türkiyeli Kürtün bir an evvel yurda geri dönmesini sağlamak olacak.
* ABnin Hıristiyan kulübü olmadığını , olmaması gerektiğini her fırsatta dile getiriyoruz. Avrupanın da Türkiyenin bir Müslüman kulübü olmadığına ve kendi dininin burada saygı gördüğüne kanaat getirebilmesi gerekmez mi? Türkiyenin bu konudaki sicili son derece zayıf ve 1923ten beri Lozan azınlıklarının dinsel özgürlükleri ile ilgili tavrı ürkek bir azınlıklar politikasıyla belirleniyor. Ama önünde bir dizi cesur girişim olanağı da yok değil. Örneğin Heybeliada Ruhban okulunun din bilimleri eğitimi 1971ten bu yana, lisesi ise 1984den bu yana yasaklı. AKP hükümeti okulun yeniden eğitim vermesi için gereken çalışmaları başlattığını ifade ediyor. Ruhban okulunun açılması dünya üzerine yayılmış 250 milyon Ortodoks tarafından memnuniyetle karşılanacaktır.
Fener Patriği Bartolomeos 28 Haziranda muhtemelen, dünyayı idare eden ve Türkiye hakkında müzakerelere başlama kararını verecek siyasî liderlerden en az bir düzinesi ile baş başa görüşecek. Patriğin de bu görüşmelerde okulun yeniden eğitim veriyor olmasından duyduğu memnuniyeti dile getirmesi fena mı olur? Benzer bir açılım Türkiyenin adaylığı konusunda dolaylı olarak söz sahibi olan Vatikan yönünde gelişebilir. Vatikanın Türkiyede yıkık dökük halde olan bazı dinî yapıları onarmak üzere harekete geçtiği ancak müspet bir cevap alamadığı söyleniyor. Keza azınlık vakıflarıyla ilgili yeni yasanın yönetmeliklerinin mülkiyet edinme konusuna açıklık getirmediği ve fiiliyatta yeni kilise ve mezarlık açılmasının zorlukları biliniyor. Bu tıkanmaları gidermek çok zor olmasa gerek.
Dönüm noktası
Tüm bu girişimler zafiyetin değil özgüvenin göstergeleridir. Bu adımları ülkeyi bölmek isteyen AB değil, ülkenin daha iyi olmasını ve AB yolunun geri dönüşsüz bir biçimde açılmasını arzu eden toplum talep ediyor. Kıbrısta güvercin, tüm diğer siyasî tıkanma noktalarında şahin olmak hükümetin iç ve dış kamuoyu nezdinde inanılırlığına halel getirir. Ve aksine, Kıbrıstaki uzlaşmacı tavrın diğer konulara yansıması Türkiyenin samimiyetini gösterir, gücünü perçinler.
24 Ocak 2004 günü, Türkiyenin dış politika anlayışında bir dönüm noktasıydı. O gün Başbakan Davosta Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan ile yaptığı görüşmede Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafının Kıbrıs yeni müzakerelere hazır olduğunu ve tarafların üzerinde anlaşamadıkları konularda karar alma yetkisinin Genel Sekreterin tasarrufuna koşulsuz olarak bırakılabileceğini açıkladı. 1923 yılından bu yana Türkiyenin dış politikası kayıtlarında bu ayarda bir inisiyatif yoktur. Türk dış politikası Ankarada, genelde güvenlikle ilgili, dolayısıyla askerî mantık ve kaygılarla belirlenen pozisyonların, gittikleri yere kadar ve katiyen taviz vermeden savunulmasından ibaretti. Halbuki, müzakere taviz verme ve karşılığını alma sanatıdır. Nitekim taviz sözünün Arapça anlamı karşılık olarak bir şey vermektir.
Türkiyede ilk kez bir hükümet cesur bir duruş sergiledi ve çığır açtı. Bu anlamda muhalefetin dış politika tenoru Onur Öymenin kırılma teşhisi doğrudur ama bu kırılma CHPnin iddia ettiği gibi menfî değil bilakis müspet bir kırılmadır. Üstelik ilk kez on yıllardır askerî mantıkla biçimlenmiş bir dış soruna sivil bir hükümetin, sivil iradeyle sivil çareler üretilmesiyle gelen bir kırılma; en kıdemli askerin bizzat bu yeni dönemin açılmasındaki payını da unutmadan... (CA/EK)