Fotoğraf: AA
“Yazarlar için bir konukevinde kısa süreliğine Beyrut’ta kalan Fransız yazar, Lübnan’ın yoğunlaştırılmış bir özet olarak modern dünyanın tüm sorunlarını kendi içinde barındırdığını yazdı ve ilave etti; bu sorunlardan bir tanesi bile bugün Lübnan’da çözümlenebilse, tüm dünya için bir örnek teşkil edebilir.”
“Beyrut 2020 Bir Çöküşün Güncesi”/ Charif Majdalani
Elbette ki Charif Majdala’nin sözünü ettiği konular bugün birçok ülkenin boğuştuğu ve çözemediği sorunlar; yurttaş devlet ilişkileri, siyasi gerilimler, yönetebilme kabiliyeti, bankaların gücü, sınırları belirlenmemiş liberalizm ve yöneticilerin kronikleşmiş yolsuzlukları.
Lübnan’da bunlara sayısız mezhepler, etnik kimlikler ve çok kültürlü çok dilli bir toplum olarak var olabilme çabası ekleniyor. Bugün 18 ayrı mezhebin var olduğu bir toplumdan söz ediyoruz.
Kutsal kitaplara, hatta Semavi dinlerin ortaya çıkışından daha öncesine geri dönersek, Lübnan yemyeşil sedir ve çam ağaçları ile örtülü, dağların arasından akan suları, Akdeniz’in beyaz kumlarıyla kaplı sahilleri ve gökyüzüne uzanan karla kaplı dağlarıyla eşsiz bir şehir.
Sığınılan topraklar
Bu tırmanması zor yüksek dağlar, tarih boyunca, büyük imparatorlukların veya dinlerin zulmü altında ezilen azınlıkların kaçış yeri olmuş. Semavi dinlerin çıkışından sonra baskılardan kaçan paganların bu dağlara sığınıp uzun yıllar burada yaşadıkları biliniyor. Daha sonra Ortodoks Bizans İmparatorluğu’nun baskılarından kaçan Maronitler yedinci yüzyılda buraya gelip yerleşmişler.
On ve onbirinci yüzyılda Sünnilerin baskısından kaçan Şii’ler, daha sonra ise Şiilerin baskısından kaçan Dürzi’ler bu dağlarda yaşamlarını sürdürmüşler. Dürzilerin bugünkü liderlerinin evleri ve Dürzi köyleri halen bu dağlarda.
Yirminci yüzyılda, 1915'te Türkiye’de katliama uğrayan Ermeniler, 1920’de Bolşevik Devrimi’nden kaçan Beyaz Ruslar, 1948'de İsrail devletinin kurulmasıyla topraklarında atılan Filistinliler ve son olarak da Irak ve Suriye’deki savaşlardan kaçan mülteciler sığınmışlar bu topraklara.
Lübnan’a yaptığım ziyaretlerimden birinde, varsıl bir Maronit aileden gelen solcu arkadaşımın bu dağlarda olan evine gitmiştik. Yeşilin tüm tonlarının olduğu, ekilen her bitkinin, her tohumun adeta topraktan fışkırdığı, zeytin ve çam ağaçlarının içiçe yaşadığı, akan buz gibi suların tadının damağınızda kaldığı bir cennet.
Söz konusu arkadaşım, iç savaşın en kötü günlerinde, dağdaki bu taş evde iki yıl kendine yetecek kadar tarım yaparak yaşamış, savaştan kaçanları da bahçede kurduğu çadırlarda misafir etmişti. O günlerin anılarını ondan dinlerken, geçmiş bir zamandan söz ediyorduk.
Limandaki patlama
Aradan yıllar geçti. 2020 yılında Beyrut Limanı’nda meydana gelen korkunç patlamada, bu arkadaşım hem evini hem de yeni kurduğu sanat galerisini yitirdi. Yıkımdan sağ kurtulması bir mucizeydi. Yeniden dağdaki eve döndü.
Lübnan devleti bankadaki tüm parasına el koymuştu; zar zor geçinecek bir parayla yeniden dağda kendisine yetecek kadar tarıma ve eve yerleştirdiği güneş panelleriyle sağladığı ışık ve ısınmayla yaşamaya başladı. Eve yakın bir Dürzi köyünden acil ihtiyaçlarını karşılıyor, arazide beslediği emektar eşeği ile köye gidip geliyordu!
Yaklaşık bir buçuk yıl böyle yaşadıktan sonra, günün birinde bir mesaj geldi. “Artık yaşlandım, bitmeyen insansız gecelerden, her işimi kendim yapmaktan yoruldum, elime geçen son paramla çocuklarımın yanına, Paris’e gidiyorum.”
Yüzyılları aşan bir zaman dilimi içinde Lübnan dağlarının yaşadığı serüveni düşündüğünüzde ister istemez şu soru geliyor aklımıza: Bugün bize teknolojinin ve bilimin sunduğu olanaklarla bezenmiş bu dünya, reklamlarda gördüğümüz gibi bir “cennet” mi, yoksa sığınacak yer aradığımız bir “cinnet” mi?
Lübnan 1920-1975
“Kader’in insanı aldatan bir yanı var. Bu da aslında trajik bir olay. Bundan tam yüz yıl önce, 1920’de Lübnan devleti kuruldu. Bir ülkenin yıkımının, doğduğu yıldan tam yüz yıl sonra yaşanıyor olması da kaderin bir ironisi olsa gerek. Bugün yaşadıklarımızın temellerini anlayabilmek için bu yüzyıl içerisinde ne kadar geriye gitmeliyim?”
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra 1920 yılında Fransız mandası altında kurulan Lübnan hükümeti, 2020'ye kadar uzanan yüz yıllık bu süreç boyunca ulusal kimliğini oluşturamadı. Fransızlar ülkede kendilerine en yakın mezhep olarak gördükleri Hristiyan Maronitleri, diğer mezheplerden üstün tutarak 1926 Anayasası’nda öncelikler tanıdılar. Fransız manda yönetimi ile adeta bütünleşerek güçlenen Maronitler, Lübnan’ın ekonomik sisteminde, finans ve bankacılıkta, kültürel yaşamında etkin oldular.
Diğer Hristiyan azınlıklar, Sünniler, Şiiler ve Dürziler başta olmak üzere tüm azınlıklar bir kota sistemi içinde var olmayı sürdürdüler. Mezhep ve etnik temeller üzerine kurulan bu sistem, Lübnan’da yaşanan büyük sınıf farklılıklarını, Beyrut’ta yaşanan varsıl ve renkli yaşamın, ülkenin diğer bölgelerinde yaşanan yoksulluk ile hiçbir bağlantısı olmadığını görmek istemedi. Oysa bu dönemde halk hareketleri, yoksulların ayaklanmaları, açlık ve sefalet ülkede kol geziyordu.
Lübnan’ın Fransız mandasından kurtulup bağımsız bir devlet olması1943'te yapılan bir Ulusal Anlaşma ile yola çıktı. Bu anlaşma yukarıda saydığımız eşitsizlikleri kaldırmadı, hatta perçinledi. Kent merkezleri zenginleşirken, kırsal alan ve kentlerin varoşlarında yaşayanlar yoksulluk, işsizlik ve olmayan kamu hizmetleri ile boğuşmaya devam ettiler.
Yeni kurulan Lübnan hükümeti bir dizi siyasi ve yönetimsel değişim yapmaya çalıştı ama bunlar ülkenin sorunlarının dibinde yatan mezhepler arası ayrımcılığın giderilmesine yönelik olmadı.
1950-60 yılları arasında kurulan Chehab hükümeti kamu kurumlarının inşası ve güvenilir yapısal değişimler için önemli adımlar attı. Lübnan’ın altın yılları olarak anılan 1945-1975 döneminde Beyrut, sadece Ortadoğu’nun değil tüm dünyanın en iyi gece kulüplerine ve eğlence yaşamına sahip olan bir kent olarak Ortadoğu’nun Paris’i olarak ünlendi.
Paris mimari geleneğinin en parlak örnekleri Beyrut’un merkezini süslerken, ünlü Casino de Liban, Louis Armstrong’dan Dalida ve Jacques Brel’e kadar uzanan ünlü ses sanatçılarını ağırlıyor, şampanyalı gecelerin fotoğrafları dönemin en popüler sosyete dergilerinde yayınlanıyordu.
Baalbek harabelerinde bulunan ve çok iyi korunmuş bir durumda olan antik tiyatroda yaz geceleri düzenlenen operalar ve özel konserler tüm dünyadan gelen izleyicileri büyülüyordu.
1970’lerde Beyrut’un merkezinde bunlar yaşanırken, kentin varoşlarında ve Filistinli göçmenleri barındıran Filistin mülteci kamplarını koruyan silahlı fedailer ile Hristiyan milisler arasında yaşanan silahlı çatışmalar gündelik bir olay olarak görülüyor, hükümetin ülkenin güneyinde yoksul Şiilerin yaşadığı bölgelerde denetimi tümüyle yitirdiği ise görmezden geliniyordu.
“O günlerde biz, patlamaya hazır bir volkanın dibinde oturanlar gibiydik. Verimli topraklarımızı eken, zengin olmak için deli gibi çalışan, güzel zamanların keyfini çıkaran ve bütün bunları yaparken toprağın derinliklerinden gelen uğultulu sesleri, ayaklarımızın altında oluşan titreşimleri duymamıza rağmen, bunlara hiç kulak asmayıp, her zaman böyleydi, bundan sonra da öyle olacak deyip omuz silkip “aldırma, yaşamaya bak” diyenlerdik. Ta ki bir gün, bütün bunlar yok oluncaya kadar.”
1975-1990 İç Savaş Yılları
Lübnan sağ partileri 1958 yılında, Ortadoğu ülkelerinin Soğuk Savaş koşullarında kendilerini hür ve özgür dünyanın, yani Amerika Brleşik Devletleri'nin (ABD) şemsiyesi altında toplayan Bağdat Paktı’na imza atılmasını uygun gördüler. Bu imza Lübnan’ı daha sonraki yıllarda Sovyetler Birliği ile daha yakın ilişkiler içine girecek olan Mısır ve diğer Arap ülkeleriyle ayrışmaya götürdü.
1968'lerde Filistin kurtuluş hareketlerinin, (tek bir örgüt söz konusu değil) silahlanarak İsrail topraklarına saldırlar düzenlemesi ile başlayan süreçte Lübnan kendisini başka bir konumda buldu.
Güney Lübnan İsrail devleti ile sınırdaş olduğu için, bu devletten gelecek saldırılara açık bir durumdaydı. Mısır Başkanı Cemal Abdülnasır önderliğinde imzalanan Kahire Anlaşması ile Lübnan, Filistin Kurtuluş Hareketi'nin, (FKÖ tüm örgütlerin çatı yapısı) güney Lübnan’da askeri üsler kurmasına izin verdi. Ne var ki bu anlaşma Lübnan’ın içinde yıllardır fokurdayan ve kabaran tüm sorunları yer altından yeryüzüne çıkardı.
Lübnan hem kendi içinde hem de bölgede süren tüm çatışmaların bölgesel ve uluslararası boyutlarda sahneye çıktığı bir tiyatroya dönüştü. Bölgesel çatışmaların, milis güçlerinin, onlarca silahlı grubun kendilerini ve yeni savaş taktiklerini denedikleri bir açık laboratuvar oldu.
1979'dan sonra Suriye’nin doğrudan müdahalesi 1982’de İsrail’in Güney Lübnan’ı ve sonrasında Beyrut’u işgal etmesi ile devam eden kanlı çatışmalar sonucunda İsrail Beyrut’ta bulunan Sabra ve Şatila mülteci kamplarına Hristiyan milis gruplarının desteği ile girerek 3000 Filistinliyi katletti. Filistin kamplarını koruyan fedailer Beyrut Limanı’ndan gemilere bindirilerek, liderleri Arafat ile birlikte Tunus’a gönderildiler.
Tüm iç savaşlar gibi, bu savaşta da elinde silah tutan tüm savaşçıların elini kana bulaştırdı. Bir kez tarafların biri ‘düşman’ ilan edilirse, öldürmek caizdir. Binlerce ölü, binlerce kaybolan veya kaybettirilen insan, binlerce sakat kalan ve bundan da önemlisi niçin savaştıklarını, niçin öldürdüklerini, amaçları ile vardıkları sonuç arasındaki bağlantıyı kuramayan savaş yorgunu bir insanlar ordusu yaratıldı. İnsanlık ve halklar için savaşan kahraman fedailer görüntüsünün arkasında yatan başka gerçekler, dipte yatan tortular su yüzüne çıkmaya başladı.
Savaş, Beyrut’a da acımadı. Güzel şehrin, her biri mimari bir değer olan tüm binaları yok olup gitti. Delik deşik olmuş binalar, sadece duvarları kalmış yıkıntılar halinde iskeletler gibi ortada kala kaldılar.
Taif anlaşması
1990 yılında savaşan tüm taraflar arasında imzalanan Taif anlaşması ile barış süreci başlatıldı. 1990 yılında köprülerin altından çok sular akmış, 1979 İran Devrimi ile başlayan yeni bir dönemin içine girilmişti.
Pek çok barış anlaşması gibi Taif Anlaşması da gerçek bir barıştan çok, yeni sorunların, yeni güç odaklarının ortaya çıkmasını ve Lübnan’ın bambaşka bir yola evirilmesinin yolunu açtı. Savaş sonrası kurulan hükümet, savaşın yaratmış olduğu yıkım ve kayıplarla yüzleşmek yerine, 1991 yılında çıkarılan bir af yasasıyla ülkedeki farklı mezheplerin liderlerini siyaset arenasına soktu.
İç savaşın savaş ağaları, yeni dönemin siyasi liderleri olarak sahneye çıkıp, bugünkü çöküşün yollarını döşemeye başladılar. Taif Anlaşması gereğince tüm silahlı milisler silahlarını bıraktılar.
Mezhepler arasında Şii Müslümanları temsil eden Hizbullah, Güney Lübnan’da İsrail’e karşı silahlı bir mücadele yürüttüğü gerekçesiyle silahlı gücünü koruma yetkisini elinde tuttu. Yeni kurulan hükümette devlet başkanı Maronit bir Hristiyan, başbakan Sünni bir Müslüman, parlamento sözcüsü ise Şii bir Müslüman olacaktı.
Mezheplerin parlamentoda eşitlik temeli üzerinden temsil edilmeleri için kurulan sistem, mezheplerin uzlaşıp kendi aralarında anlaşmaları olarak yorumlanacağı yerde, her mezhep devlet içinde kendi çıkarlarını korumak ve kendisine yönelik her türlü eleştiriyi kabul etmemek yolunu seçti.
Savaşın yaralarının sarılması ve kamu düzeninin kurulması yerine mafya gruplarının devlet içinde güçlenmesi ve ülkenin tüm zenginliklerinin belli başlı mezhep liderlerinin eline geçmesi sağlandı. Her mezhep kendi taraftarlarını kamu görevlerine yerleştirdi ve her mezhebin kendi bankaları oluşturuldu.
Mezhepler belli işleri aralarında bölüşerek güç ve parayı paylaştılar. Taif Anlaşması’nda yer alan ademi merkeziyetçilik ve bir senatonun oluşturulması gibi öneriler ise hiçbir zaman hayata geçirilmedi.
Partiler
Parlamentoda yer alan siyasi partilerin liderleri eski milis komutanları olan erkeklerdi. Şii milis güçlerinin siyasi partisi olan Amal hareketinin lideri Nabih Berri 1992’den bu yana parlamento sözcülüğünü yapıyor. İlerici Sosyalist Parti’nin lideri Dürzi eski savaş ağası Walid Jumblat, Dürzilerin temsilcisi olarak görev yaparken, İran destekli Şii Hizbullah Partisi’ni Nasrallah temsil ediyor.
Hristiyan liderler arasında Lübnan Güçleri olarak bilinen milis kuvvetlerinin başında bulunan Samir Gaege, Sünnileri temsil eden Gelecek Partisi’nin lideri ise milyarder iş adamı Rafik Hariri. Cumhurbaşkanı ise Lübnan ordusunun eski generallerinden Michael Aoun. Eski parlamento sözcüsü 84 yaşındaki Hüssein al Hussein’in sözleriyle, “Bu bileşim iktidarda olduğu sürece reform olması söz konusu değildir, çünkü reform ancak hepsinin yok olmasıyla olabilir.”
“1990 ile 2020 arasında, eskiyi aratmayan ihtişamlı bir otuz yıl daha yaşandı. Beyrut bir kez daha gece hayatının ve partilerin şehri oldu, sadece Ortadoğu’nun değil, tüm Akdeniz’in eğlence merkezi olarak ünlendi. Beyrut’ta gördüğünüz Porsche ve Maserati’leri Beverly Hills de bile göremezdiniz. Zenginleşmek için iyi bir yerdi, sadece gayri menkul inşasıyla değil, sanat, müzik ve tasarımla da zengin olabilirdiniz.
Bankaların önerdiği uçuk faizler dilediğiniz yaşamı size sunuyordu. Artık hiçbir şey üretilmiyordu, tarım terk edilmişti, sanayi yok olmuştu, her şey ithal ediliyordu. Hükümet bankalardan yüksek faizlerle dolar alıyor ve bu paralarla büyük ölçekli inşaat projelerini sürdürüyordu. Bankalara olan borcu 30 milyar dolar sonra 40 milyar dolar sonra 50 milyar dolar oldu. Borçların sadece faiz bedeli gayri milli hasılanın üzerine çıkmıştı. Ama ne gam! Placido Domingo Baalbek’te konser veriyor, Avrupa Güzellik Yarışması Lübnan’da yapılıyordu.
“Bir kez daha patlamaya hazır volkanın üzerinde dans ediyorduk. Yer altından yükselen ürkütücü sesleri duymayı reddederek, falezlerin üzerinde yürüdük ve nihayet uçuruma yuvarlandık.”
(MUT/APK)
*İtalik alıntılar Charif Majdalani'den “Beyrut 2020, Bir Çöküşün Güncesi” (Beirut 2020, Diary of the Collapse", Other Press, New York. 2021
Lübnan Notları/ Melek Ulagay Taylan
1/ Biz nasıl bu hale geldik?
2/ "Cennet" ile "cinnet" arasında