Fotoğraf: https://www.gadarchitecture.com/
Geçen yıl aramızdan ayrılan Cengiz Bektaş (1934 -2020) sadece mesleği ile yetinmeyen, farklı kültür ve sanat alanlarında da etkin bir mimardı. Geniş bir ilgi yelpazesi vardı. Türkiye - Yunanistan Dostluk Derneğinde başkanlık yapmıştı. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesiydi ve birkaç dönem sendikanın başkanlık görevini yürütmüştü.
Bektaş, Mimarlar Odası yönetiminde görev üstlenmiş, Odanın düzenlediği etkinliklere konuşmacı olarak katılmıştı. Katıldığı mimarlık yarışmalarında ödüller almış, döneminin çağdaş mimarlık anlayışını yalın çizgilerle çok iyi yansıtan yapılar tasarlamıştı. Ankara'da, Atatürk Bulvarı'nın üzerindeki Türk Dil Kurumu binası onun eseridir. On yıl önce, binanın cephesine "Ulusal Mimarlık Ödülü"ne layık görüldüğünü belgeleyen bir plaket çakılmıştı. Şimdi merak ettim; acaba yerinde duruyor mu?
Bektaş, ödüller bakımından da (onun kullanacağı Türkçe ile söyleyeyim) "varsıl"dı. Ona verilen ödüller arasında; Oda'nın Mimar Sinan Büyük Ödülü, Ağa Han Mimarlık Ödülü, PEN Şiir Ödülü vardır. Ölümünün ardından PEN Türkiye Başkanı Zeynep Oral'ın söyledikleri sanırım Cengiz Bektaş'ı çok iyi tanımlıyor. Şöyle demişti Zeynep Oral:
"Aydın kişi. Mimar. Şair. Yazar. Araştırmacı. Eleştirmen. Onda bunların hepsi bir bütündü. Mimarlığı yazılarını ve şiirini; şiiri ve yazıları mimarlığını tamamlar... Neredeyse bir Rönesans aydını diyebilirim... Ama tam öyle de değil... Asla fildişi kulelere sığmayan bir kişilik. Halkın arasında, emekçilerin omuz başında ve hakkı yenilenlerin yanında yer alan, tarih ve coğrafya içinde pupa yelken ilerleyen, coşku, heyecan, sevinç dolu, çocuk ruhlu bir aydın..."
Cengiz Bektaş'ın yazdıkları, anlattıkları
Bektaş'ın; Denizli, Antalya, Kuşadası, Bodrum, Kuzguncuk gibi yerleşmelerde varlığını sürdüren yerel geleneksel mimarlığı anlatan kitapları ciddi bir dizi oluşturur. 1967 yılında yayınladığı "Mimarlıkta Eleştiri" adlı kitabı, mimarlık alanında o yılların sayılı kuramsal yayınlarından biridir. Şiir kitapları da vardır.
Geriye bıraktığı önemli bir mirası, 24 yıl boyunca Evrensel gazetesindeki "Yaşam Kültürü" köşesine aksatmadan yazdığı yazılardır. Bu yazılardan Bektaş'ın düşünce yapısını izleyebilirsiniz. Gazetedeki son yazıları "Vedat Günyol ve İnsancılık" başlığını taşıyordu. "İnsancılık" sözcüğünü yadırgayabilirsiniz. Bektaş'ın Öztürkçe sözlüğünde "hümanizm" karşılığıdır. Onun yakından ilgilendiği bir alandır "Anadolu Hümanizması".
Anadolu "insancılığı"nı sürdürmek istiyordu. Barış hareketinde yerini almıştı. Nihat Dirim'in belediye başkanlığı yaptığı 90'lı yıllarda Foça'da düzenlenen festivallerden birinde Türkiye - Yunanistan Dostluk Derneği Başkanı olarak tarihi Foça kalesinde konuşuyordu. İki halkın ortak yanlarını, bu toprakları terk etmek zorunda kalan eski komşularımızın bıraktığı mirası anlatıyordu.
Konuşmasının bir bölümünde 6-7 Eylül olaylarının ne kadar utanç verici olduğunu çok duygusal sözlerle dile getirdi. O ana kadar Bektaş'ı ilgiyle izleyen bazı dinleyicilerin bu son anlattıklarından sıkıldığını, "Şimdi sırası mıydı" gibilerden mırıldandıklarını hatırlıyorum. Bektaş bir aydın olarak görevini yapıyordu. Ama anlaşılan, geçmişle yüzleşmek bazılarımız için o kadar kolay değildi.
Elli yıl öncesinden bir yönetim kurulu kararı
Cengiz Bektaş hakkında çok daha ayrıntılı, çok daha geniş yazmak gerekiyor. Yine de buraya kadar yazdıklarımı gecikmiş bir "postmortem" yazısı olarak kabul edebilirsiniz. Şimdi yazacaklarım daha çok bir "özeleştiri" niteliğinde. Elli yıl önce, tam da 12 Mart'ın başlangıcında, Cengiz Bektaş'la ilgili yaşadığımız bir gerginlik üzerinde duracağım. Olay, o dönem "sol" tarafın (bir bölümünün diyebilirsiniz) nasıl düşündüğünü, dünyaya nasıl baktığını göstermesi bakımından ilginç olmalı.
Mimarlar Odası Ankara Şubesi yönetiminde görev yaptığım 1971-1972 yıllarına ilişkin yönetim kurulu kararlarını bir ara arşivden tararken, bana en ilginç geleni, 19 Nisan 1971 günü aldığımız bir karar olmuştu. Birlikte okuyalım:
"Alman Kütüphanesi tarafından düzenlenen "Mimarlık Haftası" üzerinde görüşüldü:
a) Bir yabancı kültür kurumunun böyle bir hafta ilan etmesinin Türkiye'deki mimarlıkla ilgili meslek kuruluşlarının, eğitim kurumlarının yetkilerine karşı bir saygısızlık olduğuna,
b) Mimarlar Derneği tarafından yürütülen Sinan Haftası içinde bir sergi düzenleme görevini üstlenen Dernek Yönetim Kurulu üyesi Cengiz Bektaş'ın bu amaçla başlattığı çalışmanın sonunda, kültür emperyalizminin aracı bir kurumun çalışması içinde "Türk Mimarlığının Dünü Bugünü Yarını" konulu bir sergiye dönüşmesinin asla hoş görülecek bir tavır olmadığına, böyle bir tavrın objektif olarak emperyalizme hizmet demek olduğuna,
c) Durumun bu şekilde değerlendirilerek Oda'ya ve ilgili üyeye bildirilmesine... oybirliğiyle karar verildi."
Kararı sekreter üye olarak benim kaleme aldığım anlaşılıyor. İfadeler o günün terminolojisine çok uygun. Kararın altında benimle birlikte diğer yönetim kurulu üyelerinin imzası var. Yani karar bütünüyle o gün yönetime hâkim olan bir görüşü yansıtıyor. Bu görüşün sadece Ankara Şubesiyle sınırlı olmadığını, birlikte çalıştığımız Genel Merkez'in farklı düşünmeyeceğini eklemeliyim.
"Biz"e dair bazı irdelemeler
40 yıl öncesi aldığımız o kararı irdelemek, sanırım yakın tarihimizin ayrıntılandırılması yönünden de yararlı olacak. Kararı, 1971 yılında Mimarlar Odası yönetimine bütünüyle 'sol'un ağırlığını koyduğu dönemin hemen başlangıcında almışız. Kararın tarihi ilginç, 12 Mart muhtırasının verildiği günün bir ay sonrası, yani darbenin bizi henüz belirgin bir şekilde "ısırmaya" başlamasından çok kısa bir süre önce.
Kuşkusuz bu yönetim kurulu kararında somutlanan tavır, sadece o günlerle ve Mimarlar Odası ile sınırlı değildi; uzun yıllar ilişkilerimizde, davranışlarımızda etkisini sürdürdü. Bugün de değişik yerlerde şöyle veya böyle izleri görülebiliyor. Neydi bu genel tavrın belirgin özellikleri?
Olup bitenleri keskin karşıtlıklar içinde görüyorduk. Nüansları, ayrıntılarda gizli farklılıkları hiç dikkate almıyorduk. Örneğin Alman kültürüne ulaşabileceğiniz bir kurum, bu kültürün Marksizm de dâhil nice önemli birikimi içerdiği hiç düşünülmeden bir kenara konabiliyordu. "Batı" Almanya'da Münih'i çevreleyen Karl Marx Ring'in, Frankfurt'ta koca bir Rosa Luxemburg Strasse'nin bulunduğunu çok sonra öğrendim.
"Batı" Almanya'da faşizme karşı önemli bir demokratik geleneğin bulunduğunu, Sosyal Demokrat Partinin azımsanmayacak politik farklılıklar içerdiğini dikkate almak gerekmez miydi? Örneğin "kültür emperyalizminin aracısı bir kurum" olarak nitelediğimiz Alman Kültür Merkezinin birkaç yıl sonra açtığı "Profitopolis" adlı kapsamlı bir sergi, kapitalizmin kentlere getirdiği tahribatı etkili bir şekilde ortaya koyuyordu.
Eleştirdiğimiz hareketleri, kişileri, kurumları kolayca etiketleyerek bir kenara koyabiliyorduk. O tarihlerde çok daha acımasız bir deyim vardı: "Teşhir ve mahkûm etmek." Bilgilerimizin, değerlendirmelerimizin yeterli olup olmadığı konusunda hiç kuşku duymadan basabiliyorduk damgayı.
Örneğin, dönemin en etkin örgütlerinden TÖS'ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) 1968 sonunda düzenlediği Devrimci Eğitim Şurasına mimarlık eğitimi konusunda ayrıntılı bir bildiri sunan Cengiz Bektaş'ı, emperyalizme hizmet etmekle suçlamaktan çekinmiyorduk. Gene de biraz kollamışız, "objektif olarak" demişiz, yani kendi isteğiyle öyle değildir belki, ama yaptıklarıyla öyle oluyor anlamına.
"Kolektifliği" aşırı önemsiyorduk. Örgütsellik içinde kişisel girişimleri pek de hoş karşılamıyorduk. Bu, bireyciliğe karşı doğru bir tavır olarak görülse de da kuşkusuz bir dengesi olmalı. Giderek testiyi kıranla suyu getirenin bir olduğu ve yaratıcılığın köreltildiği bir durum ortaya çıkabiliyor. Yapılan işin, oluşturulan ürünün niteliğinden çok, bu işin nasıl, kimler tarafından yapıldığına takılıp kalabiliyor insanlar. Kişisel girişimlerle varılan bir başarıyı paylaşmak niye bu kadar zor olsun?
Alanımıza giren her konuyla ilgili tek söz sahibinin "biz" olduğumuzu düşünüyorduk. Bugünün geçerli terminolojisindeki çoğulculuk ilkesiyle ters düşen, keskin merkezcil bir tutum egemen olabiliyordu çoğu kez. Mao'nun "yüz çiçek yan yana açsın" sözü o günlerde pek çok yerde söylenirdi, ama anlaşılan Mao gibi biz de öyle rengârenk bir durumu pek kabullenemiyorduk veya kabullenmemiz için çiçeklerin birbirinin aynı olması ve bir arada bulunması gerekiyordu.
Hoşgörülü bir diyalog eksikliği söz konusuydu. Farklı görüşlerle birlikte çalışma alışkanlığımız yok gibiydi. Yakın çevremizle ortak çalışmaya öncelik veriyorduk ve bu yolla iyi şeyler üretiliyordu. Ama o tarihlerde, farklı düşünenleri de kapsayan bir çalışma anlayışının olduğunu söylemek biraz zor. Böyle bir kültür sanırım genel bir eksikliğimiz. "Katılım"dan anlaşılan çoğu kez, "gel bana katıl" diye özetlenebilecek bir yaklaşım olabiliyor.
Geçmişi hatırlamak/hatırlatmak
Elbette yukarıda sıraladıklarım istenirse daha da ayrıntılandırılır, çoğaltılır. Kuşkusuz sadece meslek örgütleri yönetimlerinde değil, her alanda, özellikle de ülke yönetimine talip olan siyasal partilerde veya siyasal hareketlerde, kitle örgütlerinde yukarıda sıralananlara benzer etik kaygılar söz konusu olmalı. Galiba önemli ve güç olan bu temel yaklaşımları sıralamakla yetinmemek, pratikte etkin kılabilmek.
Özellikle 1990'lardan başlayarak Mimarlar Odasının, Alman Kültür Merkezi/Goethe Enstitüsü ile çok verimli ortak çalışmaları oldu. Örneğin mimarlık mesleğinin uygulanmasına ilişkin Almanya ve Avrupa deneyimlerini aktaran, 1940'larda faşizmden kaçarak ülkemize sığınan mimarların çalışmalarını sergileyen ortak etkinlikler yapıldı ve bu ilişkiler sürüyor.
On yıl önceydi, 2011 Ocak ayında, Mimarlar Odası Ankara Şubesinin Alman Kültür Merkezinde düzenlediği "Gelenekten Geleceğe" konulu bir söyleşide Cengiz Bektaş konuşuyordu. Yer, kurumlar, kişiler ve konu neredeyse tıpatıp 1971'de alınan yönetim kurulu kararında sözü edilenlerin neredeyse aynısıydı. Yani tam bir 'dejavu' durumu.
Bektaş'ı dinlerken, ister istemez geçmiş yıllara gitmişti düşüncelerim. Geçmişi yaşadığımız günlere bağlayarak değerlendirme olanağı bulmuştum. O gün kendisine 1971 tarihli o yönetim kurulu kararının bir kopyasını verdim, yukarıda anlattıklarımı bir iki cümle ile özetledim. Görüşlerimizi dostça paylaştık, sevgiyle kucaklaştık.
O günden bugüne on yıl geçmiş. Artık Cengiz Bektaş aramızda değil. Ona ve "biz"e dair söylediklerimi isterseniz "ha bu da bize ders olsun" diye bitireyim. Bu vesile ile 50 yıl önce Mimarlar Odası yönetiminde birlikte görev yaptığımız dostlarımızı ve Cengiz Bektaş'ı bir kez daha sevgiyle, saygıyla anıyorum.
(AŞ/AÖ)