Fotoğraf: AA
Son günlerin önemli tartışmasının konusu olan bu soruyu benim zihnime ilk kez çok sevdiğim bir yazar olan Aslı Erdoğan atmıştı. Hapis yatan ve 2017 yılından beri Almanya’da sürgünde olan Aslı Erdoğan “Taş Bina ve Diğerleri” adlı kitabının Almanca baskısı dolayısıyla Deutsche Welle gazetesine verdiği röportajda, “İnsan kendisi işkence görmüş olsa bile insanın o yanı ya tamamıyla sessiz kalıyor ya da bağırıyor. İşkence görmüş bir insan iyi bir hikâye anlatıcısı olmuyor. Bir travma hikaye anlatmıyor. Auschwitz’ten sonra şiir yazılamayacağına dair ünlü bir söz vardır. Bu ebedi ve cevap verilemeyen bir soru. Soruya sadece geçici yanıtlar veriliyor; yeni denemeler ve başarısızlıklar yaşanıyor. Eski bir tutuklu olarak bu soru ile daha sert bir şekilde karşılaşıyorum. "Sen yazarsın, cezaevi deneyimlerinden bahset” deniyor, önümde duran görev bu. Ancak bu, düşündüğümden çok daha zormuş,” şeklinde cevap vermiş, hapis travmasını yaşadığı günden bugüne, çok uzun bir süredir edebiyat yazamadığını üzülerek ifade etmişti.
Bu yazıyı yazarken aslında yazıda eleştirdiğim ve başkalarınca yapılan hatayı ben de yapıyor olabilir miyim kaygısını taşıyorum. Gün yazı yazmak zamanı değil çünkü. Ancak konu sıcaklığını korurken ve edebiyatla uğraşanlar açısından, edebiyatın asli işlevini hatırlamaya güzel bir fırsat oluşmuşken yazayım istedim.
Hepimizin acıyla yaşadığı üzere, ülkemizde 6 Şubat sabahı korkunç bir deprem oldu. Ülke coğrafyasındaki büyük bir alanda çok sayıda ilde büyük can kayıpları ve hasarlar yaşandı. Bu yazıyı yazdığım gün, depremin üzerinden on bir gün geçmişken bile halen enkazlardan canlı çıkanlar oluyordu.
Her büyük felakette olduğu gibi akılda kalan bazı resim kareleri depremdeki acıları ölümsüzleştirdi. Bu karelerden en sembolik olanı depremde enkaz altında yaşamını yitiren kızının elini tutan Mesut Hançer isimli babanın, AFP foto muhabiri Adem Altan imzalı fotoğrafı oldu. Buraya kadar her şey bir felaket dönemindeki “olağanlıkta” yaşanıyordu. Olağan kelimesinin Türkçe’de diğer dillerden farklı bir anlamı olduğunu bu yazıyı okuyanlar kolaylıkla anlayacaktır. Olağan kelimesiyle bu coğrafyadaki felaketlerin olağan ihmalkârlığını, yıkımını ve kaderciliğini kast ediyorum.
Depremden dört gün sonra (10 Şubat’ta) Gazete Oksijen’in internet sitesinde bir dosya yayımlandı. “Edebiyatçılar depreme dair en çarpıcı kareleri yazdı. Fotoğrafların dili yoktur, konuşamazlar. Ama istedik ki bu kez sesleri duyulsun. Sözü işin üstatlarına bıraktık, depreme dair en çarpıcı kareleri Ayfer Tunç, Buket Uzuner, Tuna Kiremitçi, Aslı Perker, Nedim Gürsel, İsmail Güzelsoy ve Seray Şahiner kaleme aldı” anonsuyla yayımlanan dosyada adı geçen yazarlar deprem bölgesinde çekilmiş hüzünlü karelerin –ki ilk seçilen fotoğraf acılı baba Mesut Hançer’in fotoğrafıydı- altına kısa yazılar kaleme almışlardı.
Henüz enkaz kaldırma çalışmaları devam ederken, acı bu kadar tazeyken, cenazeler defnedilmemişken, deprem bölgesinde çok önemli sorunlar yaşanmaktayken, sosyal medyada sadece yardım konularında mesajlar yer almaktayken böyle bir yazının yayımlanmasına tepkiler büyük oldu. Edebiyat camiasından ve dışarıdan birçok sosyal medya kullanıcısı Gazete Oksijen’e ve adı geçen yazarlara çok kızdı. Kimi kullanıcılar gazeteyi ve yazarları “acının pornosunu yapmakla”, rantla, popülerlik peşinde olmakla suçladı. Mahir Ünsal Eriş attığı tweet’te “Bu birinin aklına geldi, onu diğerleriyle paylaştı, sonra yazarlara ulaşıldı, yazı istendi, fotoğraflar itinayla seçildi, yazarlara gönderildi, onlar oturdular yazdılar, aldınız siteye koydunuz… Bütün bu aşamalar boyunca bir kişi mi demedi, yahu biz napıyoruz diye? Delirdiniz mi?” diyerek gazetenin ve yazarların yanlış yaptığını söyledi.
Bu dosyaya katılan yazarların tepkileri farklı oldu. Önce Ayfer Tunç pişmanlığını, “Kendimi asla affetmeyeceğim” diye dile getirdi. “Gazete Oksijen’in talebinin bu derin acıya karşı “umut” olacağını sandığım için kendimi asla affetmeyeceğim. Haklısınız. Acı aklımı uyuşturmuş olmalı. Sözüm yok,” diyerek açık bir özür diledi. Tuna Kiremitçi, “yazarların duygu ve düşüncelerini yazmasının sorun olmadığını sonuçta herkesin yazdığını, asıl sorunun gazetenin yazarların yazdıklarını pazarlama diliyle sunması olduğunu” söyledi, özür dilemedi. Dosyaya katılan bir diğer yazar olan Buket Uzuner “İçinde bulunduğumuz büyük acı, çaresizlik ve öfke duygularını ifade etmek niyetiyle, depremde çekilmiş bir fotoğrafa alt yazı yazmayı kabul ettim. İyi niyetin mazeret olmadığını bilen birisi olarak, yapmasaydım çok iyi olurmuş, içtenlikle özür dilerim,” diyerek özür beyan etti. Bir diğer yazar İsmail Güzelsoy da yazdığı “Birlikte olduğum insanın Maraş'taki evleri çöktü. Bu acının içindeyken, bir ağıt yazdım kendimce. Dışarıdan, üstten, öteden bakan değil, aynaya bakan birinin sözleriydi onlar. Kırdığım herkesten içtenlikle özür dilerim," içerikli tweet’le pişmanlığını ve özrünü ifade etti. Son olarak Gazete Oksijen de hatayı kabul etti ve “Kullandığımız anonslarda bazı sorunlu ifadeler bulunduğunu kabul ediyor ve özür diliyoruz. Ancak buradan hareketle, 'Oksijen'in acıdan nemalanmaya çalıştığına' yönelik eleştirileri hak etmediğimizi düşünüyoruz,” diyerek özür diledi. Son olarak da Gazete Oksijen yazarı ve editörü Mehmet Dinler, "Asla pes etme temalı filmler" yazısının ardından özür dileyerek, 12 Şubat’ta gazeteden istifa ettiğini söyledi. Nedim Gürsel ve Seray Şahiner’den herhangi bir açıklama gelmedi.
En farklı reaksiyonu yazar Aslı Perker gösterdi. Twitter üzerinden Mahir Ünsal Eriş’in kendisini eleştirmesine sert tepkiler verdi, bir yazı nedeniyle linç edildiğini söyledi. Dosyanın yazarlarından biri olmayan bir başka yazar, Ayşegül Devecioğlu bianet’te yayımlanan yazısıyla tartışmaya katıldı. “Varız tam da şu anda edebiyat yapacağız” başlıklı yazısında, “Gazete Oksijen’deki yazarların işlediği suça katıldığını, özür dilemeye hiç gerek olmadığını” söyledi.
Ahmet Can Yılmaz, bianet’teki “Varız, fakat kime karşı?” başlıklı yazısıyla Ayşegül Devecioğlu’na katılmadığını, Susan Sontag’dan bir alıntıyla söyledi, "Başkalarına çektirilen ve bizim görüntüler şeklinde izlediğimiz, acılarla kurduğumuz düşsel yakınlık, uzakta ıstırap çeken insanlarla, ayrıcalıklı izleyiciler arasında düpedüz gerçek dışı bir bağ olduğunu düşündürür ve bu bağ, iktidarla ilişkimizi düzenleyen mistifikasyonlardan biridir."
Tam bu noktada önemli bir sorunla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. Özelde edebiyat ve genelde sanat, büyük felaketlerin sağaltım süreçlerinde en kullanışlı tedavi yöntemiyken, neden edebiyat camiası ülkemizin çok önemli yazarlarının katıldığı bu edebiyat çalışmasına büyük tepki verdi? Biliyoruz ki, dünyanın büyük yazarları ve eserleri dünya tarihinin buhranlı dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Rusya tarihinin en sıkıntılı dönemlerinin yazarlarıdır. James Joyce, Franz Kafka, Marcel Proust, Ernest Hemingway, Stefan Zweig, Heinrich Böll, Jean Paul Sartre gibi edebiyatın devasa yazarları savaş çocuklarıdır. Edebiyat ve sanat tarihi acıların tarihidir bir bakıma. Salinger’in ünlü “Gönülçelen/Çavdar Tarlasında Çocuklar” adlı romanını İkinci Dünya Savaşı sırasında cephede yazdığı edebiyat dünyasında iyi bilinmektedir. Bunu bilen edebiyat çevreleri neden Gazete Oksijen’de yazılanlara çok sert tepki gösterdiler? Alman filozof Adorno’nun felaket döneminde sanat yapmanın olumsuzluğuyla ilgili görüşleri en sert görüşlerdir. Adorno “Bağlanma” isimli çalışmasında “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarcadır” der. Bu kesin hükümden sonra şunu sorar: “Böyle bir dünyada şu ya da bu tür bir sanatın varlık hakkı olabilir mi?”
Adorno, bu kadar mutsuz insanın olduğu ve Auschwitz gibi büyük acıların yaşandığı ortamlarda sanat icra etmenin olanağını olmadığını söyler. Yazısında “Barbarca” olarak nitelediği iki sanat türünden bahseder. Bunlardan ilkinin kurbanlar üzerinden bir eser ortaya koyduğunu söyler. Bin bir türlü eziyet yaşamış insanları estetik bir nesneye dönüştürür, böylece insanlığın acılarını derinleştirir der. Diğer sanat eseri ise, Auschwitz ve benzeri örnekler hiç yaşanmamış gibi davranan sanat eseridir der. Bu eserin üretici olan sanatçı, kendisini tüm olanların dışında konumlandırarak, toplumdan yalıtılmış eserler ortaya koyduğunu söyler. Adorno her iki eserin de “barbarca” olduğunu belirterek, bir üçüncü sanat eserinden bahseder. Bu eser ne kurbanları bir estetik nesneye dönüştüren, ne de hiçbir şey yaşanmamış gibi davranan sanat eseridir der.
Adorno’nun perspektifinden Gazete Oksijen olayını tekrar değerlendirecek olursak, bu dosyaya katılan ve büyük kısmı hatasını kabul ederek özür dileyen yazarlar, kurbanlar üzerinden bir eser mi ortaya koymuşlardır? Hiç kuşkusuz bu sorunun cevabı net olarak, evettir. Kurbanların resimlerine Twitter jargonuyla söyleyecek olursak “caps yazmak” kabul edilemeyecek bir indirgemedir. Peki, bu yazarlar eziyet yaşamış insanları “estetik bir nesneye” dönüştürmüşler midir? Maalesef bu sorunun da cevabı da evettir. Acıyı sanatın estetik ama bir o kadar da kaba bir malzemesi haline dönüştürmüşlerdir. Gazete Oksijen konusunda elde olan tek olumlu şey, gerek gazetenin, gerekse de yazarların büyük çoğunluğunun hatalarını anlayıp özür dilemeleri ve pişman olmalarıdır.
Felaket dönemlerinde edebiyata ve sanata düşen asıl görev, kasten ya da ihmalleri nedeniyle felaket ve/veya zulme sebep olan odaklara karşı bedeli ne olursa olsun bir tutum almaktır. Fildişi kulelerden, acılı insanların “edebiyatını yapmak” yerine, ölümü, hapsi göze alarak acıya, zulme sebep olanlara karşı yazarak tutum almaktır. Bu mümkün olmuyorsa edebiyat yapmak yerine yaralı insana bir bardak su vermek yapılacak işlerin en iyisidir. Eğer bu da mümkün olmuyorsa, en azından cenazeler kaldırılana kadar susmak gerekir. (AK/AS)