Celal’le ru be rû tanışmadan evvel entelektüel kimlik üzerinden tanışmıştık. Sonra yüz yüze tanıştık. Adana’da Cumhuriyet gazetesinin bölge temsilcisiydi. Adana'da yaşıyor olmanın muhabbet ehli olmaklığı Celal'in ruhuna nüfuz etmişti sanki.
İlk yüz yüze görüşmemiz Diyarbekir’in Dağ Kapısı'nın sur dışındaki, Dilan Sineması'nın yanıbaşında yer alan Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nin lokalinin havuzbaşında olmuştu. Kısa adı “Cemiyet” olan Diyarbakır Gazeteciler Cemiyeti de cemiyetti yani. Gündüzleri toplantılar, programlar, basın açıklamaları için adeta tek mekândı. Akşamları de yenilen içilen muhabbet mekânı... Surların hemen dibinde...
İşte o mekânın havuzbaşında birbirimizin sohbetini duyacak, hatta muhabbete laf yetiştirebilecek kadar yakın iki ayrı masadaydık. İlk lafı ben atmıştım Celal’e, sonra o da cevabını. Sonrasında masalar birleşmiş ve sohbet koyulaşmıştı.
Sonrasında görüşmelerimiz hep oldu. O Adana’dan çok sık şehre, bölgeye işi gereği gelen iyi bir gazeteciydi. Ben ise Mülki İdare Amirliği'nden tardedilmiş ama lakabı hep “kaymakam” olan ve ayakta durmak için amiyane tabirle “çul-çaput” satan bir butik sahibiydim. Öyleydim de! Ama küçük iş yerim dışarıdan gelen hemen her entelektüelin ayak üzeri de olsa uğrak yeriydi. “Hele bir kaymakama uğrayak!” modunda yani!
Celal’in gelişlerinden birinde yine böyle bir bahar mevsimiydi. Kenger yeni çıkmıştı. Balıkçılarbaşı'nda kenger tezgahının önünde durduk. Anlattım Celal’e kengeri. Akşam da oturduk kengeri rakıya meze yaptık.
O akşamki sohbette gündemde olan suların gark etme tehdidinde olan Hasankeyf’i konuştuk. “Yazsana bunu Radikal İki’ye, ben de fotoğrafını çekmiştim. Koyarız hoş olur” dedi. “Hasan’ın keyfi kaçmış” gibi bir başlıkla o yazım Celal’in Hasankeyf fotoğrafıyla Tuğrul Eryılmaz ağabeyin yönetimindeki Radikal İki’de çıkmıştı.
Şimdi vefatını duyunca şöyle bir hızla düşündüm de, ne yazsam eksik kalır. Bölgede doksanlı yılların yaşanan kaosunun her karesinin bir yerine dokunmuştur Celal. O sebeple Diyarbakır Tabip Odası her yıl 14 Mart Tıp Bayramı gününde verdiği Emek Barış ve Demokrasi Ödülünü o yıllarda Jüri kararıyla Celal’e vermişti.
Celal’in bölgenin her şehrinde güvendiği yakın dostları da vardı elbette. Mesela Cizre’de rahmetli Orhan Doğan’la Hasip Kaplan kaçar kaçar Diyarbakır'da muhabbete gelirlerdi. Bir iki akşam ben de katılmıştım o keyifli sohbetlerine.
Ardında hem iyi bir gazetecilik hem de dönem belgeseli metinler bıraktı:
"Kanlı Bilmece", "Telboyu İnsanları", "Korku Tapınağı", "Hayata Söylenmiş Şarkılar", "Kalimerhaba…"
"Telboyu İnsanları"nın yıllar sonra tükenmiş olan yeni baskısını bir yayınevi basmaya karar vermişti. "Bende var hem de imzalı biliyorsun" dedim. “Bende yok, kalmadı. Götüreyim. Sonra yeni baskıyla yollarım” dedi. "Yok" dedim, "imzalı kitap geri gelmez neme lazım! Sen başka yerden bulursun" deyip vermemiştim.
Şimdilerde bizim buralarda gazetecilik yapan çok arkadaşa mesleki bilgi ve deneyimiyle dokundu Celal.
Ve çok iyi bir Kürt dostuydu. Sahicilerinden yani, hesap kitap yapmadan, hiçbir beklenti içinde olmayanlardandı.
Yurdundan, dostlarından uzakta yaban ellerde, sürgünlükte bir hastane odasında, hem de “Dünya Basın Özgürlüğü Günü”nde hayata gözlerini yumdu. Ruhu şad olsun sevgili Celal Başlangıç arkadaşımızın… (ŞD/AÖ)