* 28 Ekim 1995'de Malta'da, İslami Cihad'ın kurucularından Fethi Şikaki öldürüldü.
* 1996'da Hamas'ın "Mühendis" lakaplı eylemcisi Yahya Ayaş, cep telefonuna yerleştirilen bomba patlatılarak öldürüldü. Olayı izleyen haftalarda otobüslere yapılan bir dizi intihar saldırısında yaklaşık 100 İsrailli hayatını kaybeti.
* Ariel Şaron, Şubat 2001'de başbakan olduktan sonra, 31 Temmuz 2001'de Hamas liderlerinden Şeyh Cemal Mansur öldürüldü. Mansur'un öldürülmesi yaklaşık iki aydır süren ateşkese son verdi ve 9 Eylül'de Kudüs'teki Sbarro pizzacısında patlayan bomba 15 İsrailliyi öldürdü.
* Hamas'la Arafat arasında, İsrail içinde saldırılar yapılmaması konusunda görüşmeler sürerken, 23 Kasım 2001'de Hamas militanı Mahmut ebu Hanud öldürüldü. Olayı izleyen bir hafta içinde Hayfa ve Kudüs'te bir dizi intihar saldırısı yapıldı. Bu arada ebu Hanud'un öldrülmesi Hamas'la Filistin yönetimi arasındaki görüşmelere tek darbede son vermişti.
* Bir başka ateşkes döneminde, 14 Ocak 2002'de Fetih militanı Raid Karmi öldürüldü. Olayın ardından El Aksa Şehitleri Tugayı ilk intihar saldırısını 27 Ocak 2002'de yaptı. O günden sonra örgüt intihar saldırısını bir eylem biçimi olarak benimsedi ve defalarca uyguladı.
* 22 Temmuz 2002'de, 11'i çocuk 15 siville birlikte Hamas liderlerinden Salah Şehada Gazze'de öldürüldü. Şehada'ya suikast, Tanzim ve Hamas milis gruplarının tek taraflı ateşkes ilan etmesinden birkaç saat sonra yapıldı. Olaydan sonra Hebrew Üniversitesi'nde bir intihar saldırısında yedi İsrailli öldü.
* 10 Haziran 2003'de Hamas ile Filistin yönetimi arasında ABD'nin "yol haritası" çerçevesinde ateşkes görüşmeleri sürerken, Hamas liderlerinden Abdül Aziz Rantisi'ye suikast girişiminde bulunuldu. 12 saat sonra Kudüs'te bir otobüse düzenlenen intihar saldırısında 16 İsrailli hayatını kaybetti.
2 Ağustos 2002 tarihli Haaretz gazetesinde Doron Rosenblum, Hamas liderlerinden Salah Şehada'nın Gazze'de 11'i çocuk 15 siville birlikte öldürülmesinden 10 gün sonra, şöyle yazıyordu: "Dört yaşında bir çocuk, olayların seyrine bakınca, bu hükümetin, bilinçli ya da değil, terörist saldırıların sona erdirilmesi ile ilgilenmediği sonucuna varacaktır; çünkü bu hükümet, o saldırıların varlık nedenini oluşturuyor."
18 Ocak 2002'de İsrailli analizci Uzi Benziman ise gene Haaretz'de, "Şaron ülkeyi yönetmeye başladığından beri, şöyle bir İsrail çizgisi var" diye yazıyordu; "Filistinlilerle çatışmalarda sakin bir döneme girildiğinde, İsrail'in, şiddet döngüsünü tekrar başlatacak veya hızlandıracak biçimde askeri operasyon yapacağı şartlar yaratılıyor".
10 Haziran'daki resmi suikastten kurtulan 57 yaşındaki doktor Rantisi'nin namlunun ucunda olduğu, Yasin'in öldürülmesinin ardından İsrail yetkililer tarafından açıklanıyor, o sıralarda Gazze'deki Yarmuk Stadyumu'nu dolduran gençler yeni liderleri Rantisi'yi çiçek yağmuruna tutuyor ve var güçleriyle haykırıyorlardı: "Sevgili Rantisi, Tel Aviv'i yerle bir et."
Suriye'nin ittifak arayışına tokat gibi cevap
Bundan aylar önce, New Yorker dergisi yazarı Seymour Hersh, 28 Temmuz 2003 tarihli makalesinde ("The Syrian Bet") açığa çıkarılıp engellenmiş ilginç bir "saldırı hazırlığı"ndan söz ediyordu.
Hersh, "Suriyeliler, El Kaide'nin Bahreyn gizli servisine sızdıklarını ve Amerikan Donanması 5. Filo Komutanlığı'nın bir binasına patlayıcı yüklü bir planörle saldırı düzenlemeyi planladıklarını öğrenmişlerdi" diyor, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC) eski yöneticilerinden Flynt Leverett'ın bunu şu sözlerle teyid ettiğini belirtiyordu: "Gerçekleşmesi halinde pek çok Amerikalının ölümüne yol açacak bir operasyonu engellememizi sağladılar."
Makalede Hersh, 2002 başlarında Suriye'nin CIA açısından El Kaide konusunda en etkin istihbarat müttefiklerinden biri haline geldiğini ve o dönemde CIA Direktörü George Tenet'in Suriye ile ilişkileri bizzat yönlendiren kişi konumunda olduğunu da yazıyordu.
Amerikan yönetiminde Suriye'nin istihbarat desteğine dair olumlu havaların esmeye başladığı günlerde, 31 Temmuz 2002'de American Israel Public Affairs Committee (AIPAC) bir memo yayınladı. "Suriye Amerika'nın Terörle Savaşı'nı baltalıyor" başlıklı memoda, Suriye'nin terörist saldırılar için El Kaide ve Hizbullah'la birlikte çalıştığı, İsrail ve diğer ABD müttefiklerine karşı kullanılabilecek kitle imha silahları stokladığı belirtiliyordu.
5 Eylül 2002 tarihli "İsrail'in Güvenliğini Sağlamak: Pro-İsrail Topluluğun Yasamaya İlişkin Hedefleri" başlıklı belgede de Suriye için "terörizmi desteklediği" iddiası tekrarlanacaktı.
5 Ekim 2003'te İsrail Şam yakınlarındaki Filistin kampını bombaladığında, Suriye'nin göçmenlerden sorumlu bakanı Dr. Buteyna Şaban, kampın "İsrail yerleşim birimlerine saldırıların gerçekleştirildiği bir merkez" olduğuna ilişkin İsrail iddiasını reddetmiş, bu tür saldırılarda İsrail'e ABD'nin yeşil ışık yaktığını belirtmişti. Hava saldırısının ardından ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde İsrail'in kınanmasına yönelik bir karar tasarısını veto ediyordu.
11 Eylül 2001'den sonra ABD'ye istihbarat sağlamak için adeta canını dişine takan ve iki ülke arasında, Suriye halkının gözünden uzak, bir iletişim kanalı ("arka kanal") yaratılması için neredeyse yalvaran Suriye yönetimine Amerikan yönetiminin verdiği net cevabın ne olduğunu yaklaşık dört aydır biliyoruz: Bu tokat gibi cevabın adı, 12 Aralık tarihinde George W. Bush tarafından imzalanarak yürürlüğe giren "Suriye Sorumluluk Kanunu" ("Syria Accountability Act")..
"Lübnan'ın Egemenliğinin Yeniden Tesisi" ile birlikte bu belge, Suriye'nin "teröristleri barındırma", "kilte imha silahları geliştirme" ve "Lübnan'ı işgal etme" "suçları"na ABD'nin ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla karşılık vermesini yasallaştırıyor. 5 Mart 2004'de Beyaz Saray'dan, Suriye'ye ne zaman ne tür yaptırımlar uygulanacağı konusunda yakında bir açıklama yapılacağı duyurusu geldi.
Terör "acil konular" arasında değildi
ABD'de 11 Eylül olaylarını soruşturmakla görevli federal komisyonun ABD Savunma Bakanlığı'ndan istediği bilgilerin bu bakanlık tarafından bir türlü sağlanmadığını, komisyonun bilgileri alabilmek için sonunda mahkeme kararı çıkarmak zorunda kaldığını da ne zamandır biliyoruz.
Komisyon, görev süresinin tamamlanmasına (27 Mayıs 2004) artık kısacık bir zaman kala, bir türlü yapamadığı başka şeyleri de sonunda yapmaya başladı. Geçtiğimiz hafta Amerikan Başkanı Bush dahil bir dizi "kritik kişi" komisyonun önüne çıkıp tanık sandalyesine oturdular. Bu "kritik kişiler"den biri, Clinton ve Bush dönemlerinin anti-terör danışmanı Richard Clarke, 11 Eylül 2001 öncesinde terörizmin Bush yönetimi için "önemli konular" arasında yer aldığını, ama "acil konular" kategorisinde olmadığını açıklıyordu.
ABD Başsavcısı John Ashcroft için ise 9 Ağustos 2001 tarihli "Stratejik Plan"da terörizm "Yedi Stratejik Hedef"ten biri olmadığı gibi (Ashcroft'un planında terörizm, "silahlı şiddet ve uyuşturucu" başlığının altında, bir "alt başlık" olarak yer almıştı), 11 Eylül'den sonra FBI tarafından terörle savaş için talep edilen 1.5 milyar dolarlık bütçede de yönetim tarafından üçte iki oranında kesinti yapılmıştı.
Bu durumda, ya terör tehditi gerçekten yoktu ve Bush yönetimi 11 Eylül sonrasında böyle bir tehdit imâl etmişti; ya terör tehditi vardı ve Bush yönetimi bilinçli olarak -onca istihbarat örgütü varken "bilinçsiz" bir göz ardı edişten söz edilemeyeceğine göre- bunu göz ardı etmişti.
Yukarıdaki olasılıklardan hangisi doğru olursa olsun, bugün dünya üzerinde terörün 11 Eylül öncesinden çok daha yaygın, çok daha etkili olduğu ortada.
Ortada olan bir şey daha var: Irak'a savaş açmak üzere hazırlanırken Amerikan yönetimi, devletin istihbarat şebekesinin değil, Ahmet Çelebi denilen kifayetsiz muhterisin, Petra Bank bağlantılı sahtekârlık işlerinden hüküm giydiğinden beri Ürdün'e giremeyen bir sahtekârın "lideri" olduğu "Irak Ulusal Kongresi"nin "istihbaratı"nı esas aldı. Bu "imâl istihbarat"a dayanarak tüm dünyaya "Irak'ın kitle imha silahları" konusunda yalan söyledi.
Aynı Amerikan yönetimi, "Suriye Sorumluluk Kanunu"nu çıkarırken de, İsrail'in bir numaralı lobi örgütü AIPAC'ın "kanaati"ne Suriye istihbaratıyla etkin bir ittifak kuran CIA yöneticilerinin görüşlerinden daha çok önem verdi. Sadece Amerikan yönetimi de değil, bu ülkenin bütün bir yasama organı. Üstelik bu kez, "imâl istihbarat"ın "kanıtları"yla ortaya çıkıp sunum yapmaya (Irak konusunda Birleşmiş Milletler'de yaptığı gibi) bile gerek görmedi.
"Çekirdek"in "asimetrik" gücü ve yeni devlet modeli
Bugün İsrail'de devlet görevlileri, gazeteciler, politika analizcileri, giderek daha çok "devlet"in politikalarını sorguluyor, bir anlamda "devlet tutumu"na pratik alternatif arıyorlar. İsrail eski genelkurmay başkanı ve İsrail İşçi Partisi'nin başbakan adayı (!) Amram Mitzna bunlardan biri. Mitzna, Haaretz'e 31 Ağustos 2003'de yazdığı makalede, "Hedefli suikastler politikası başarısız olmuştur ve bunu artık kabul etmenin zamanı geldi" diyordu.
"Devlet"in bir bölümünün, "o an karar verme ve uygulama kabiliyeti olan" çekirdek bölümünün, demirbaş devlet birimlerinden kopuk politikalar geliştirmesi ve çekirdeğin bu politikalarının yasama organlarınca onaylanması, devlet yönetimine ilişkin geleneksel olgulardan ayrılıyor. Bu yeni olgunun ne zaman ortaya çıkmaya başladığı, ne zaman ağırlık kazandığı geniş bir araştırmanın konusu.
Ama ABD ve İsrail'in bu "yeni yönetim tarzı"nın modellenmesinde başı çeken ülkeler olduğu -ve mesela İspanya'nın bunu beceremediği, İngiltere açısından ise durumun henüz "ortada" olduğu- söylenebilir. Dolayısıyla, kim bilir kaç yıldır, "terör" meselesi terörden çok "demokratik sistem"le ilgili bir şey. Kim bilir kaç yıldır "demokratik sistem"in -halkın temsilinden de vazgeçtik- devlet yapılarının koordinasyon içinde çalışmasından çok, çekirdekle çıkar grupları arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi işlevi ağır basıyor. Kim bilir kaç yıldır, çekirdek, bu yeni modele duyulan güvenle, çıkar gruplarının stratejilerine uygun olarak "seçiliyor".
Ordu ve istihbaratın geleneksel muhafazacı, baskıcı özellikleriyle bile yetinemeyen ("hantallık" sorunu nedeniyle) yeni bir devlet modeliyle karşı karşıya kaldığımız dünyada, "biz kime güveneceğiz?" sorusunun yakıcılığı giderek artıyor. Üstelik ne İsrail'de ne de ABD'de genel olarak "yeni devlet modeli" ya da özel olarak "şiddeti besleme" politikaları sadece Likud'a ya da Cumhuriyetçi Parti'ye, yani "sağ" partilere özgü. Yeni modelde sağ ile sol arasında, geçmişte bile seyrek olan farklılıkların bugün nerdeyse tamamen ortadan kalkmış olduğunu söylemek herhalde abartılı olmaz.
Not: İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu 25 Mart günü, "'Ya Taksim ya ölüm, Kıbrıs vatanımız asla vazgeçmeyiz' diye bağıran sokaklardan gelen biri olarak, bugün İstanbul Üniversitesi yöneticisi olarak çok açık bir dille İsviçre'deki yetkililere sesleniyorum. Sakın ola Kıbrıs'tan bir parça vermeyin korkmayın sakın ola herhangi bir ödünü aleyhimize Türk ulusunun aleyhine vermeye kalkmayınız. Güneydoğu'da verilen 35 bin şehidin yanına bir 35, 135 bin şehit daha veririz Kıbrıs'ı da Yunanistan'ı da alırız" derken, "asker devlet vesayeti"ne bir "sivil devlet sözcüsü" olarak vurgu yapıyor ve iman tazeliyordu.
ABD ve İsrail'in devlet modellemesinde hayal ötesi operasyonlar yaptığı günümüzde, bu "vesayet modeli"nin yaşaması zor görünüyor. Alemdaroğlu'nun tek kelimeyle "iğrenç" sözlerinin, tüm diğer sözler ve sözcülerle birlikte tarihe gömüleceğini umarken, "kader" konusunda başka umutları gerçekten başka bir devlet modeli mi besleyecek? Hangisi? (BB)