Hilafet ve Atatürk tartışmasının seküler mahalledeki yankıları, dokunduğu sinir uçları bakımından giderek büyüyor.
Bu tartışma geriye doğru bir mahsuplaşmayı içine alacak şekilde genişliyor. Hükümet meseleyi tarihsel hesaplaşmaya doğru bükme arzusunu zaten fazlasıyla gösteriyordu. Peki geriye doğru hesaplaşmanın muhatabı kimdir? Vakıf senedine aykırı davrandığı için lanetlenmiş olan mı?
Bu gerilimli tırmanışın sürdürülür olup olmaması hükümet için çok önemlidir. Bu yüzden hükümet Atatürk ile neo-Osmanlıcılık arasında bir çeşit siyasi sentez yapmaya çalışıyor. Cumhuriyet ile Osmanlı arasında bir devamlılık olduğu iddia ediliyor. Bu konuda ileri sürülen “ontolojik kanıtların” bazıları, Atatürk’ün bir Osmanlı subayı olması ve İttihat ve Terakki’nin yeni Cumhuriyet’te gözlemlenen ideolojik devamlılığı üzerinde yoğunlaşıyor.
Oysa Atatürk devrimleri, Osmanlı ile kültürel, etnik, siyasi ve hatta dini anlamda radikal bir kopuş anlamına geliyor.
Yükselen tepkiler üzerine Cumhuriyet’i yücelten açıklamalar yapıldı. Fakat gözden kaçırılan şey, halifeliğin (bir çeşit) Cumhuriyet rejimiyle birlikte yaşayabileceği gerçeğiydi. Çünkü halifelik, Cumhuriyet rejiminde tam bir değişiklik değildir, nitekim 1924’e kadar eş zamanlı yaşamıştır.
Öte yandan halifeliğin İslam dünyasında birleştirici değil bölücü bir etki yapacağı yadsınmıyor. Fakat halifelikle amaçlanan şey, İslam dünyasında birleştiricilik işlevi değildir. Amaçlanan şey, tek adama ömür boyu dokunulmazlık zırhıdır; onun AKP iktidarının bekasına yarayan işlevidir.
CHP kendi seküler mahallesine sıkışıp kalmamak için, kısacası oy kaygısıyla sosyal demokrat ilkelerin birçoğundan vazgeçti. Bu vazgeçiş oy kaygısı bakımından anlaşılır bir şey olmakla beraber, asla kabul edilebilir değildir. Zira demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan laiklik ilkesini göz ardı ederek siyaset yapamazsınız. Yapmakta diretirseniz, varlık nedeninizle çelişir, “kırmızı halıyı” kendi altınızdan kendi elinizle çekmiş olursunuz. Üstelik bu çeşit muhalefet iktidarın diskuruna teslimiyettir.
CHP’nin muhafazakâr mahalleye şirin görünmek ihtiyacının aksine, AKP’nin seküler mahalleye şirin görünmek gibi bir kaygısı bulunmamaktadır. Seküler mahallenin duyarlılıklarını göz önünde bulundurmak şöyle dursun, çekirdek dinci tabanını konsolide etmek için seküler değerleri aşındıran hamleler yapıyor. Ancak bu açıdan bakıldığında, muhalefet de ve iktidar da “oy kaygısı” denen kavşakta buluşuyor.
Seküler muhalefet ölü taklidi yapadursun, hükümet etrafına çöreklenmiş iktidar odaklarıyla birlikte Rubicon nehrini çoktan geçti.
“Rubicon nehrini geçmek” tabiri geri dönüşü olmayan kararlı bir davranışı anlatmak için kullanılıyor. Terim, İtalya’da bulunan bir nehirden adını alıyor.
İktidar, devleti ayakta tutan sütunlara hamle üstüne hamle yapıyor. Bu hamleler nihai planın sekansları olarak birer birer devreye sokuluyor.
Seküler devletin mevzileri birer birer ele geçiriliyor. Mesela Ayasofya, sadece muhalefet için değil, Atatürk cumhuriyeti için de şerefli yenilgiler arşivine eklenmiş bir madde olarak yerini alıyor.
Ancak Türkiye’de doğru dürüst muhalefet yapmayı rehin alan veya muhalefetin iktidara gelmesini engelleyen “ölümcül psiko-sosyal eşikler” de bulunuyor.
Mesela PKK ve “terör” olgusu HDP ile gönül rahatlığıyla ortaklık yapılmasını engelliyor. Çünkü bölünme psikozunu tetikliyor. “FETÖ olgusu” nedeniyle cezaevindeki gazeteciler ve aydınlar yeterince savunulamıyor. Toplumdaki milliyetçi eğilimler nedeniyle Libya’ya Suriye’ye asker gönderilmesine itiraz edilemiyor. “Din düşmanı derler” korkusuyla Ayasofya’nın cami yapılmasına onay veriliyor.
Geriye iktisadi alan kalıyor. Ekonomi, siyaset ve muhalefet yapmanın neredeyse tek alanı haline geldi. Diyeceksiniz ki, bu bile iktidarı değiştirmeye yeter bir alandır. Fakat rakamlar ve istatistikler tam tersi bir gerçekliğe işaret ediyor.
Resmi verilere göre istihdam edilen (kayıtlı) kişi sayısı 27 milyon 658 bin kişi. Söz konusu rakamın en az yarısının asgari ücretli olduğunu varsayalım. Kayıt dışı çalışanlar da hesaba katıldığında yaklaşık 25 milyon kişinin açlık sınırının altındaki bir maaşla hayatını idame ettirdiği ortaya çıkıyor. Kısaca Türkiye’de çalışan her 100 işçiden 65’i, açlık sınırının altında yaşıyor.
Nicel olarak yeterli olsa bile sadece «açlık» parametresi iktidarı devirmeye yetmiyor. Zira Türkiye’de lümpenleşme hızı yoksullaşma hızını çoktan geçmiştir. Paradoksal gibi görünse de açlık kategorisi, muhafazakarı, solcusu ülkücüsü ayrımı yapmaksızın, bir lümpen yatağı halini almıştır.
Marx’ın “tüm sınıfların döküntüsü” diye tanımladığı bu sosyal kategori, yaratılan ranta karşı müthiş bir iştah besleyen ve bu ranttan yararlanma biçimleri geliştiren bir sosyalliktir. Rantın kırıntılarından yararlanmayı marifet saymayı, simit için vapurun peşinden gelen martıdan hallice olmayı gerektirir.
Ekonomik parametreye geri dönersek, üstelik ekonominin hukuk devleti, özgürlükler ve öngörülebilirlik gibi güçlü siyasi bileşenleri bulunuyor. Mesela ülkeye dış yatırımcı çekmeyi Osman Kavala’nın serbest bırakılmasından bağımsız düşünemezsiniz. Ahmet Altan’ın, Demirtaş’ın özgürlüğünden, Ayasofya meselesinden bağımsız düşünemezsiniz.
Yukarıda saydığım “rehin alıcı faktörler” Türkiye toplumunun milliyetçi-muhafazakâr karakteristiğinden hız alıyor. Din, milliyet, ırk, gelenek gibi moral değerler hızlı bulaşma özelliğine sahip olup hükümete geniş bir malzeme havuzu sağlıyor. Bu havuzda biriken değerlere muhafazakâr-demokratlık yerine milliyetçi-muhafazakarlık demek gerekiyor.
Zira muhafazakâr-demokratlık Türk toplumunda siyasi bir Frenkeştayn’a, bir oksimorona karşılık geliyor. Batı’daki karşılığı ise Merkel, Johnson, İspanyol Halk Partisi vb. oluyor.
Muhafazakâr-demokratlığın aksine milliyetçi-muhafazakarlığın toplumda siyaseten bir karşılığı vardır. Bunun siyaseten karşılığı daha çok din, milliyet, ırk, iç ve dış düşman, bölünme korkusu, fetih, Osmanlıcılık, nostalji, abartılı kahramanlık anlatıları, tarihsel mitler, başbuğluk gibi olgular etrafında somutluk kazanan “geriye doğru bir kalkışma” ile birlikte anılıyor. Geriye doğru kalkışmanın aktörleri ne yazık ki uzun yıllardan beri devlete çöreklenmiş ve kritik yerleri tutmuş durumdadırlar.
Bu kitle toplumsal dokuya kalıcı düğümler attı. Atılan düğümler iktidarın demokratik yolla değiştirilmesini olanaksız hale getirmek üzeredir.
Denilecek ki siyasal İslam’ın yeni bir mağduriyet anlatısına ihtiyacı yoktur zira Atatürk devrimleri bazı jakoben uygulamalarıyla zaten sonsuza kadar mağdur bir kitle yarattı. Mesela kılık kıyafet ve harf devrimi, mesela medreselerin kapatılması ve tarikatların yasaklanması, mesela ezanın Türkçe’ye çevrilmesi bu uygulamalardan bazılarıdır.
Bu sözüm ona mağduriyet ve çatışma alanları üzerinden siyasal İslam daha sittin sene siyaset yapabilir.
Bu tartışmalar muhalefet cenahında “Kulturkampf” (Kültür savaşı) de denilebilecek bir alt gündem de yarattı.
Kulturkampf denen mücadele, büyük toprak sahiplerine, burjuvazinin bir bölümüne, Katolik köylülüğün ayrılıkçı ve anti-Prusya eğilimlerini destekleyen Katolik kilisesine karşı zamanında Bismarck hükümeti tarafından verilen seküler kültür kampanyasına karşılık geliyor. İşte Bismarckçı bu laik kampanyaya “Kulturkampf” (Kültür savaşı) deniliyor.
AKP tabanında da özgürlükçü yaşama kültürünü benimsemiş bir kitle bulunuyor. İstanbul Sözleşmesi tartışmaları etrafında somutluk kazanan İslâmcı-milliyetçi ceberrutluğu, bu kitleye de bir “Lebensraum” (soluklanma alanı) bırakmıyor. Bu kitle, ataerkil köktendinci saldırılara karşı koymak için, muhafazakâr-demokrat kadın kimliğinden son on yıllarda kendine özgü bir kimlik örmeyi başarmış görünüyor. Fakat bu yeni kimlik de ‘kol kırılır yen içinde kalır’cı bir parti içi dayanışmasıyla boğuluyor.
Oysaki ataerkilin kadına karşı tutumu partiler üstü, yıkıcı bir dalgadır. Uluslararası sözleşmeler kemikleşmiş ataerkil tutumları değiştirmese de bir doğrultu çizebilir. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmakla hükümet, ataerkil İslâmcı-milliyetçi köktenciliğe güçlü bir mesaj daha vermiş olacak.
Kulturkampf olarak adlandırılan bu mücadele bence günümüzde İslâmcı-milliyetçi ceberrutluğa karşı verilmelidir.
Kulturkampf, bir yaşama felsefesi olarak, elinde kılıcı ile minbere çıkanlara bir antitez sunmaktır. Bu karşısavın naif tezahürleri olarak, bir elde Nazım Hikmet kitabı diğer elde bir demet çiçek, şort, parmak arası terlik, rakı ve dua bir küçük burjuva, muhafazakâr ve sosyalist melezleşmesi olarak ön plana çıkarılabilir.
Çay-simit realitesi üzerinden sayfalarca sosyolojik analizler yapmak mümkün. Bir kahvede otururken yan masadaki konuşmaya istemeden de olsa kulak misafiri oldum. İnşaat sektöründe çalışan iki gurbetçi kafadar konuşuyor:
Biri diğerine, “Çay-simit yerine spagetti yiyelim de paralarımız İtalyanlara mı gitsin arkadaş” diyor. Öteki, “Yahu Fransa kendi halkına, ‘ekmek yoksa pasta yesinler’ derken solcular neden sesini çıkarmadı?” diye soruyor. Diğeri, “Buradaki solcu vatansever aabii, bizimkiler gibi hain değil” diyor.
Diğeri, “fakir fukara yiyeceği olsa sarayı açılır mı?” diye soruyor. Bunalıyorum sohbetin seviyesizliğinden. Kahvemi acelece içip kalkıyorum, kafamda Simit’e dair çağrışımlar.
Aklıma elleri soğuktan donmuş, üzerinde kahverengi yırtık cepli ceketi olan, köşe başında duvara yaslanmış çocuk geliyor. Çocuk köşesinden gözlerini, saçları jöleli, elinde kameralı cep telefonları olan, ayakkabıları gıcır gıcır yaşıtlarına dikiyor.
Oysa o babasıyla sabahın beşinde simit fırınını açıyor. Simitleri tepsiye dizerken küçük parmaklarını yakıyor. Bir burjuva semtinin balkonundan çağırılınca hemen koşuyor, sıcak simiti verip bozukları ceketinin delik olmayan cebine sokuşturuyor. Kâğıt para verenlere kızıyor ardından. Sabahın köründe nereden bulsun bozuk parayı. İçinden kızıyor ama. Zira babası ona, “müşteri velinimettir” diye sıkı sıkıya tembih etmiştir.
Kısacası simit bir tepsi dolusu hayal olup, afiyetle yeniyor. (JHK/AS)