Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inde yer alan karakterlerden Tybalt, bir yerde şöyle der “…Barıştan söz ediyorsun, nasıl tiksinirsem cehennemden, öyle tiksinirim bu sözden…”
Tybalt’ın ağzından dökülen bu sözler barışa duyulan yapısal nefretin ilk yazılı izlerinden biri olarak da görülebilir. Söylenenler, yalnızca bir karakterin öfkesi değil, savaşla var olmuş kimliklerin dışavurumu, bir dönemin ruhu olarak da görülebilir. Yine yazarın "Coriolanus" eserinde de başkahraman barışta kararsız, savaşta ısrarcıdır. Barış ile birlikte varoluş krizi belirince, “Barış, savaştan daha tehlikeli” der. Barış ona göre bir tiksinç anıdır…
Benzer sözler, ne gariptir günümüz Türkiye’sinde yankılanıyor.
12 Mayıs günü Türkiye tarihinin en kritik siyasal olayı yaşandıktan sonra, takip eden günlerde cımbızlanan kelimelerin, hezeyanların, kurguların arkasında sığınarak barışa ihtimaline dair nefret kusanların sesini duyuyoruz.
Malum, Kürt meselesinin kudreti kendisinden büyük. Onu konuşmaktan korkanlar bile onun gölgesinde pozisyon alıyor. Çünkü varlığı da yokluğu da karşıtları çözüyor.
"Barış ülkeyi bitirir", "Barış bölünme getirir" söylemleri demokrat maskesi altında kendini yaşatanların yüzündeki perdeyi indiriyor. Finaldeki ışık perdeye vururken anlıyoruz ki barış, nefretten daha itici, belirsizlikten daha korkunç, hatta cehennemden daha tiksindirici imiş.
Barışı ahlaki bir çöküntü, yenilgi ve zayıflık gibi görenlerin korkunç sesi var ortalıkta.
Barış zor, doğru. Sabotajcılığın, barış kırıcılığın bin bir yüzü var.
Hak verirsiniz, barış çok kırılgan da bir başlık. Sabahın çiyi kadar uçucu…
Bundan olsa gerek Stephen Stedman 1997 yılında bir teori yayınladı. Konuyu kendine dert ettiğinden, barış süreçlerinde ortaya çıkan bu tür dinamikleri tanımlamak için bir kavram ortaya attı: Spoiler!
Nedir bu ‘spoiler’ konusu?
Özetle; barış sürecinin başarıya ulaşmasından zarar göreceğini düşünmedir. Bugün Türkiye’deki ulusalcılardır, İYİP’tir, Zafer’dir, Sözcü’südür, derin devlet ayağı, Kürtlere hakaret ile var olan ekran yüzleri, köşe yazarları, siyaset makamından bazı üst düzeyler, bürokratlar ve trollerdir. Ellerinde hangi araç gereç varsa salmış durumdalar. Tetiklemeye, tahrik etmeye çalışıyorlar. Daha da yapacaklar.
Stedman’a göre bunlar üç bölüme ayrılıyor. Varlığını savaşa borçlu olan toptan karşıtlar, istedikleri koşullar gelişirse sınırlı karşı duracaklar ve gelişmelere göre tutumları gelişen düşük-değişken düzeydeki karşıtlar. Bunların ortak özelliği şu: İftira, yanlış anlamaya yol açma, şüphe yaratma ile her şeyin dağılabileceğine inanıyorlar. Bundan ötürü de “güveni” hedef alıp, şüphe üretirler. Saldırgan, buyurgan, hiyerarşi ile söz kuranlara dikkat ederseniz, sözde de özde de karşı olduklarını hemen fark edersiniz.
Lozan konusuna bakalım mesela. 12 Mayıs’ta açıklanan metinde Lozan’ın tartışmaya açıldığı fırtınaları kopartılıyor, sanki bir damla suyun okyanusa düşmesiyle tsunami oluşmuş gibi.
Bana sorarsanız bu konu siyasetten önce liselerde verilen mantık dersinin oturmayışı ile ilgilidir. Yani düşünün, 50 yıllık bir örgüt kendini feshetme kararını açıklıyor. Böylesi bir kararda neden ortaya çıktığına da değiniyor. Ve aynı metinde çıkış-çözüm olarak ortak vatan diyor. Ortak vatan diyorsa zaten Lozan ve sonrası durumu da kabul ediyor demek değil midir? Burada konu Lozan’ı tartışmaya açma mıdır, yoksa fesih meselesi midir?
Aslında duruma itiraz edenlerin, cımbız yoluyla laf polisliği yapanların modern sosyolojideki karşılığı “çatışma bağımlılığı”dır. Bunlar savaşa bağımlı, kana bağımlı.
Varlık, çatışma üzerinden bir kimlik haline gelirse, barış bu kimliğe ne yapar?
Görünen o ki tıpkı suya düşen ışığın kırılması gibi, barış da kimliklerini kırdı.
Savaşın psikopolitiği, toplumun travmatik hafızasıyla oynarken şunu der: “Düşmanlık, bir güvenlik hissi yaratımıdır.” Ez cümle, savaş ile ortaya çıkan acının anlamı, barışın anlamı belirsizliğe sokan durumundan daha tatlı gelir…
Sparta yasalarını koyan Lycurgus ile Dionysos’ın karşılaşması gibidir olan bitenler.
Dionysos sadece sınır ihlalini, aşkınlığı, özgürlüğü, sezgiyi değil aynı zamanda şifayı, iyileşmeyi de temsil eder. Lycurgus, Dionysos’un insanlığa sunduğu coşku ve özgürlüğü reddeder; onu yok etmek ister. Lycurgus bu karşılaşmadan dahi ürperir. Statükocu yapıyı korumaktan yanadır. Her kuralının, katılığın bozulacağını düşünür. Çatışmanın kaynağı bu diyalektik durumdur.
Dionysos bize barışın katı yasalardan çok bir ruh olduğunu söyler. Barış, ruhtur der.
Girmişken Antik Yunan’da biraz daha kalalım. Aiskhylos’un meşhur “Oresteia” üçlemesi var. Barışın neden kamusal bir iş olduğunu mükemmel açıklar.
Çatışmanın, kısırdöngünün, intikamın önüne geçerek adaleti ve barışı kamusal alana çekmenin anlatısıdır bu üçleme. Hukuk ile çözüm getirilir. Zira başka şans yoktur.
12 Mayıs açıklaması da tam olarak bir müdahaledir. Neye müdahale? Kısırdöngüye, anlamsızlığa, savaşın durmadan tekrarına karşı hukuk ve yasaya çekilen bir müdahale…
aiskhylos, bin yıllar önce; çözüm, bir toplumun geçmişin şer döngüsünden çıkıp ortak bir gelecek inşa etmesidir diyor.
Öcalan toplumsal barış formülünü ortak birliktelikte bulduğu için, “barış, bir unutma biçimi değil” diyor.
Türkiye, bugün gerçek manada bir Oresteia ağzındadır.
Ya döngü sürecek ve hepimiz kaybedeceğiz ya da diyalog kurumsallaşacak ve herkes kazanacak.
Sevdiğim bir tanım var, “Barış, intikamın tatmini değil, intikam arzusunun aşılmasıdır” der.
Bu farkı görerek barış için çabalamak gerekiyor.
Bugün barışa karşı öfke ile ses edenler; hukuk, ancak kendi öfkelerine hizmet ettiği sürece geçerlidir diyor ve onu hatırlıyor. Onların hukuk kağıtlarında ezilenler, halklar, direnenler yok. Bu bağlamda, adaletin ve çözüm kamusallaştığı yerde barış, bir ideal olmaktan çıkar; bir zorunluluk olur. Hukuk doğru raya oturur.
En çok da bu yüzden sol sosyalist dünya için barış, belirsizlik, kararsızlık, tereddüt anlamına gelmemeli.
En akışkan, en heyecanlı en mücadeleci, en kurucu zaman olmalı.
12 Mayıs açıklamasına kulak vermek, yalnızca savaşın gölgesinden çıkmak değil, aynı zamanda insanlığın en köklü yankısına cevap vermektir, cevap olmaktır.
Yorgun ve yaralı bir toplumu iyileştirmenin tek şansıdır barış.
O halde barışı lanetleyenlere, barışı susturmak isteyenlere karşı hakikati yeniden kurma görevimiz var.
Ve nefret yerine umut, korku yerine cesaret mürşit kılınabilir.
Geçmiş mücadelenin kolektif hafızası, bize yeterince yol-yöntem bırakmış durumdadır.
Barışa düşmanlar konuşuyor, barışı isteyenler neden daha fazla konuşmuyor?
(ÖA)