16 Nisan’da Türkiye, kuruluşundan bu güne kadar yaşamadığı kadar büyük bir değişimin eşiğine geliyor.
Her ne kadar, iktidar tarafından, bu değişimin rejim değil sistem değişimi olduğunu söylense de öngörülen Anayasa değişikliği tam anlamıyla bir rejim değişikliği olup, geleceğimizi kökten etkileyecek verilere sahip.
Bu değişiklik aynı zamanda, bugüne kadar yaşadığımız değişikliklerden öte toplumsal bir kırılmayı da içerisinde barındırıyor.
İktidar, bu değişikliği gündeme aldığı andan itibaren yaşanacak tüm riskleri de göze almış durumda. Ön yoklamalara bakılırsa toplumun en azından yarısı bu değişikliği istemiyor.
Bu tür kökten değişikliklerde kabul oranının yüzde 51’in çok üzerinde olması gerekirken, yüzde 51 yeterli görülerek, toplumun yarısına rağmen, istemeyen yüzde 50, terörist, vatan haini ve darbeci ilan edilerek, isteyenlerle istemeyenler düşmanlaştırılarak, sonucun kendileri açısından olumlu olması için her türlü yöntem deneniyor.
Yasalar çiğneniyor, Avrupa ile restleşiliyor…
Evet çıkması için yürütülen ve büyük riskler barındıran çalışmalara baktığımızda, Anayasa değişikliğinin olmasını isteyenlerin “dönülmez yolda” olduklarını, başka seçenekleri olmadığını, diğer anlamıyla çaresiz olduklarını söyleyebiliriz.
Anayasa değişikliğini kabul ettirmekten başka seçenekleri olmayan, kendilerine başka seçenek tanımayan iktidar neden bu kadar çaresiz ve seçeneksiz kaldı?
Bunun arka planına baktığımızda, AKP’li iktidarının, kendisinden önceki yönetimlerden farklı yapısı ve amacı olduğunu, sistemi kökten değiştirerek bir taraftan kendilerine sonsuz dokunulmazlığı kazandırmayı, diğer taraftan da devleti “kılcal damarlarına kadar” ele geçirerek, mevcut sömürü sistemini daha acımasız ve kalıcı bir araçla donatmayı hedeflediklerini söyleyebiliriz.
Bunu hedeflerken de yol arkadaşları/ortakları veya destekleyicileri ile yaşanılan sorunlar, iktidar kavgaları ve bu didişmelerin ortaya çıkardığı/döktüğü olumsuzluklar, gittikçe iç içe geçen olumsuz ilişkilerle, hedefe odaklanan Ak parti iktidarı, içinden çıkılamaz bir duruma girdi.
“Çamurda yürüyene çamur bulaşır” misali, hedefe ulaşmak için görmezden gelinen, çiğnenen her yasa sonrası ortaya çıkan olumsuzluğu kapatmak için yeni bir yasa çiğnenmek zorunda kalındı. Yasalar çiğnenirken görmezden gelinen çıkar çalışmaları, delinmesi gereken yeni yasaları, görmezden gelinmesi gereken yeni çirkin ilişkileri ortaya çıkararak grift ilişkileri sonsuza götürdü.
Eski ortaklarıyla giriştikleri mücadele içerisinde yapılan yasa dışı uygulamalar, devlet geleneklerine uymayan işler, devletlerarası ilişkilerde yaşanan olumsuzluklar, Suriye’nin bataklığa dönüşmesi gibi içinden çıkılamaz durumlar nedeniyle, çözülemeyen sorunlar yumağı, çaresizliği de beraberinde getirdi.
14 Ağustos 2001’de kurulan ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde geçerli oyların yüzde 34,63’ünü alarak iktidar olarak devlet yönetiminin kaptan koltuğuna oturan AKP, kendisinden önce o koltuğa oturan diğer parti iktidarlarından daha faklı bir yapıya ve hedefe sahipti.
Daha önce iktidar olan diğer partiler ve yöneticileri, seçimlerde aldıkları oy oranları ölçüsünde kaptan koltuğuna sahip olur, hükümeti kurar ve kendilerine müsaade edildiği oranda devlet yönetimine sahip olurlardı.
AKP bununla yetinmedi. Kendilerine müsaade edilen ölçülerde devlet yönetimine sahip olarak işe başlayan AKP, süreç içerisinde devletin tamamını ele geçirmeyi hedefleyerek, bu anlamda önünde bulunan tüm engelleri teker teker aşmaya başladı.
İlk engel, kendisini devletin sahibi, hükümetleri ise kararlarına uymak zorunda olan yetkililer olarak gören Milli Güvenlik Konseyi yani Silahlı Kuvvetler, diğer en büyük engel ise yargı - adalet mekanizmasıydı.
25 Temmuz 2008’de Ergenekon operasyonları başlayana kadar AKP de kendisinden önceki hükümetlerin yaşadığına benzer bir durumdaydı.
14 Mart 2008’te Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından hazırlanan iddianameyle kapatılma tehlikesi atlattı. Top direkten dönmüş, gol olmasına ramak* kalmıştı.
Katıldığı Milli Güvenlik toplantılarında alınan kararların neredeyse tamamına şerh koyarak imzalıyordu.
Birçok badire atlattıktan sonra temelini, 4 Mayıs 2007’de, Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe’de yaptıkları,2 saat 15 dakika süren görüşme ile attıkları Ergenekon operasyonu, AKP iktidarının kendisinden önceki iktidarlarla olan farkını ortaya çıkarıyordu.
Ergenekon ve sonra diğer adlarla anılan operasyonlar, 12 Eylül 2010 Anayasa referandumu gibi oluşumlarla devlet ele geçiriliyordu ama karşılığında içerisinden çıkılması imkânsız grift ilişkiler bırakıyordu.
Devleti ele geçirme operasyonlarıyla üzerine bulaşan çamurlar, bu operasyonlarda ortak olunan güçlerle yaşanan iktidar mücadelesinin yarattığı olumsuzluklar, yaşanan olumsuzlukları temizlemek için girişilen hukuksuzlukların yarattığı grift ilişkiler sonucu içerisine girilen çaresizliğin çaresini ararken başkalarını çaresiz bıraktıklarını fark etmemişler midir?
Haziran seçimlerinde, yılların birikimi gerçek muhalefetin birleşip güç olduklarını gördüklerinde yaşadıkları çaresizlik sonucu uygulanan sokağa çıkma yasakları, operasyonlar, yıkım, sürgün ve ölümler kimlerin çaresizliği idi?
Yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi üzerinde uzuneşek oynamaya çalışırsan düştüğünde hangi tarafta olacağını kestiremezsin.
İşte böylesi bir çizgide uzuneşek oynamanın çaresizliğini yaşayanlar yüzünden çaresiz kaldık.
Ancak biz bu çaresizliğin, sadece kol kola girerek çözüleceğine olan inancımızı henüz yitirmedik.
Çaresizlerin çaresi olmayacağız. (NT/EKN)
* Ramak; (Geleceğimizin kararması ihtimaline ramak kaldığı günümüzde, birçoğumuzun kullandığını ancak, bana çok ilginç gelen gerçek anlamını tam olarak bilinmediğini düşünerek) Arapça kökenli kelime olup, ölümden önceki son yaşam belirtisi, son bakış.