"Şöyle bir zumlayalım, yıkımları görelim"
Ve nihayet Türkiye'nin 'büyük' kentsel dönüşüm hamlesi ülkenin birçok şehrinde eş zamanlı yapılan yıkımlara canlı bağlanılarak Başbakan tarafından başlatıldı.
Esenler Havaalanı Mahallesi'nde gerçekleştirilecek yıkım için kurulan sahneden oradaki yıkımı başlatan Başbakan, sonrasında sırayla farklı şehirlere bağlanarak önce 'şöyle bir zumlayalım, yıkımları görelim' dedi, sonra da o şehirlerin kendi partisinden seçilmiş yerel idarecilerinin veya (seçilenler başka partidense) merkezden atanmışların yıkımlarla ilgili görüşlerini aldı. "İnşallah" ve "maşallah"larla geçen karşılıklı tebrik mesajları "depreme hazırlık" mazeretini ve insanları TOKİ'nin yapacağı 'yeni, modern apartmanlarda' yaşatma hedefini tekrarladı.
Yıkım fetişizmi
Yıkımların normalleştirilip, adeta kutsandığı bu etkinlik aynı zamanda bir milat niteliğinde. Kentsel muhalefet uzunca bir süredir, şu ana kadarki uygulamalar temelinde, "kentsel dönüşüm yaşam alanlarının orada yaşayanlar için iyileştirilmesinden ziyade yıkımlar ile kent merkezinde yeni rant alanları yaratmayı amaçlıyor" eleştirisinde bulunuyordu. Yıkım ve zorla tahliyelerle eşitlenmesi dönüşümün kamuoyunda meşruiyet zeminini kaydırırken, siyasi olarak da bir "bedel" olma riskini doğuruyordu. Bu da haliyle kentsel dönüşümün uygulayıcılarını "mahcubiyet", "inkar" ve "savunma" refleksi ile hareket etmeye zorluyordu. Böylesine bir refleksin 'Turbo Dönüşüm' iştahı olan bir ekonomik ve siyasi rejim için yavaşlatıcı etkisi açık. Bizzat Başbakan tarafından gerçekleştirilen "Yıkım Şöleni" sonrası, dönüşümün yıkımla eşitlenmesindeki "kötücül", "kabul edilemez" temsiliyetin söylemsel ve sembolik olarak utanıp sıkılınacak bir durum olmaktan çıkması ve yıkımın norm haline gelmesi işte bu etkinliğin milat özelliğini açıklamakta. "Dönüşüm lobisi, yıkımdan utanmayın, tepkilerden korkmayın, yıkım güzeldir, doludizgin ileri" mesajı es geçilmeyecek kadar önemli.
Tepeden inmeci modernleşmenin sonu
Bugün dünyada şehirciliğin geldiği noktada, "total yıkım ve yeniden yapım" ile özdeşleşen "dönüşüm" modelinin ve TOKİ tipi kentten izole, mono-fonksiyon, sıra sıra apartman bloklarından oluşan toplu konutların gerek gelişmiş, gerekse de gelişmekte olan ülkeler için anokranistik bir model olduğunun altını çizmekte fayda var.
Bugün TOKİ'nin temsil ettiği toplu konut modeli, 20. yy ortalarında, 2. Dünya Savaşı'ndan çıkmış, neredeyse bütün şehirleri yıkılmış Avrupa için devrimci nitelikte sayılabilir: Hızlı bir şekilde, standart üretim ile insanlara temel yaşam standartlarının "devlet" tarafından sağlanması. O zamanın koşulları içinde, ışık ve hava alan, toplu taşıma ile erişilebilir, banyo ve mutfağı içinde, yeşil alanları da bulunan konutların hızla üretilmesi ve ödenebilir bir şekilde halka sunulması refah devleti paradigması içinde önemli bir deneyimdi. Ütopik mimari anlayışının ürünü bu toplu konut modelinin deneyimlenmesinin üstünden onlarca yıl geçti. Bugün yekpare, tek merkezden yönetilen, jenerik bir tasarım modeliyle barınma sorunun çözülemeyeceği, hatta yoksulluğun azaltılamayacağı uzlaşılan bir gerçek. Yani modernist ütopyalar çoktan post-modernist distopyalara dönüşmüş durumda. Bugün bu "gettolar", ekonomik dışlanmanın, kültürel ve siyasal dışlanma ve mekansal ayrışma ile kemikleştiği bir durumu ifade ediyor.
TOKİ'leri dinamitlemek...
Dünya Ticaret Merkezi'nin mimarı Minoru Yamazaki tarafından tasarlanan Pruitt-Igoe Sosyal Konut Projesi çarpıcı bir örnektir. ABD'nin St. Louis şehrinde bulunan modernist "proje", otomobil ve yaya yollarının birbirlerinden düzgün bir şekilde ayrıldığı, 11 katlı onlarca konut blokları ve aralarındaki geniş yeşil açık alanlardan oluşmaktaydı. 1950′li yıllarda tamamlandığında mimari ödüllerle taçlandırılan bu proje, inşaatından sadece 20 yıl sonra, bugün Türkiye'de kentsel dönüşüm sürecini hızlandıracak bir "ilaç" olarak sunulan, dinamitle yıkım teknolojisi ile yıkılmıştı.
"15 Temmuz 1972, saat 3.32′de Modern Mimari ölmüştür" diye yazacaktı Charles Jencks, işte bu dinamitle yıkıma referans vererekten. Belki bu "başarısızlıkta" topu tamamen Modern Mimari'ye atmak haksızlık olacaktır. Sosyal politikalarla desteklenmeyen, insanları gelir grubuna göre mekansal olarak ayıran, merkezine yaşayanları ve onların ihtiyaç ve haklarını almayan dönüşüm ve konut politikalarının ürünü projelerin başarılı olma şansı, 7 yıldızlı mimarları bile olsa yok denecek kadar az.
Bu yıkımın hikayesini "The Pruitt-Igoe Myth: An Urban History" belgeseli harika bir şekilde anlatır.
Batı modernleşmesini yakala(yama)mak?
Tam 61 sene önce, 1961 senesinde, Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı kitabında insan ve mahalle ölçeğini yok eden yık-yap dönüşüm modelini sert bir şekilde eleştirir Jane Jacobs. Çözüm olarak varolanı, yani "karma kullanımlı yaşam alanları, canlı sokak hayatı; kısa, yaya dostu yapı adaları; farklı yaş ve fiziki durumdaki binaların bir arada bulunması; ve kentsel yoğunluk" önermektedir. John F.C. Turner "İnsanların Belirlediği Barınma - Yapılı Çevrelerde Özyönetime Doğru" (1976) kitabında büyük ölçekli toplu konut projeleri ile özellikle Latin Amerika'daki gecekondu mahallelerini "yeni, modern yaşam alanları" söyleminin ötesinde insanların hayatlarına kattığı anlam çerçevesinde inceler ve "3 Konut Kanunu" geliştirir:
1. Konut (yapım) sürecinde alınacak önemli kararlarda orada yaşayan insanların katılımı olmadığında, yapılı çevre kişisel gelişim önünde bir engel ve ekonomik yük olabilir.
2. Önemli nokta konutun ne olduğu değil, insanların hayatına ne yaptığıdır.
3. Evinizdeki eksiklikler ve hatalar eğer başkasından değil de sizden kaynaklanıyorsa sonuna kadar hoş görülebilir.
Turner, "konut sağlayan organizasyon genişledikçe ve yönetimi merkezileştikçe insanların barınma öncelikleri ve edindikleri konut arasındaki uyumsuzluklar sıklaşmakta ve büyümektedir", diye tespitte bulunur. Yani "yeni, modern TOKİ yaşam alanları" mitinin maskesini neredeyse 40 yıl önce indirmiştir Turner. Bu eleştiriler uzarda gider. Alman Mimar Hardt-Waltherr Hämer, 1970′lerdeki kentsel dönüşümü Berlin özelinde şöyle anlatır:
"1970'lerde Batı Berlin bir felaketti. Şehrin şimdilerde tabula rasa temizlik dediğimiz tarzdaki kentsel gelişmesi tamamen proje geliştiricilerinin, kamu ve özel konut şirketlerinin elindeydi. Kreuzberg ve Charlottenburg bölgelerinde büyük çaplı dönüşüm operasyonları yürütülmekteydi. Tipik Berlin konutları tek tek yıkılmaktaydı. 100.000'den fazla insan evlerini terk etmeye zorlanmıştı. Benim kentsel yenilemeden anladığım bu değildi. Ben binaları elden geçirmeyi ve mahalleliler ve işyerlerinin bu sürece dahil olmalarını tercih ediyordum."
Bu korku filmi senaryosu 2012 Türkiyesi için fazlasıyla tanıdıktır. Hämer bu anti-demokratik dönüşüm modeline karşı, "kentsel mekanın özenle yenilenmesi için 12 prensip" ortaya koyar. "1. Kentsel yenileme mevcut yaşayanlarla birlikte planlanmalı" diye başlayan 12 prensibin hepsi bugün Türkiye uygulamalarının zıttını tarifler.
Bugün başka yerlerin TOKİ'leri dinamitlenirken, Türkiye'de onları inşa etmek için canlı, yaşayan mahallelerin yıkımlarının kutsanması "dünyaya olan kapalılık" ve "tarihten dersler almamak" ile açıklamak herhalde naiflik olur. Kentsel dönüşüm lobisinin bu anokranistik yık-yap modelini şölen haline getirmesi, kapitalizmin iştahının artık "demokratik" kılıflarla dizginlenmeye gerek görülmemesi, hatta buna tahammül edilememesiyle alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu modelin Dünya'daki en ileri uygulayıcılarının Çin ve Türkiye olması da şaşırtıcı olmasa gerek. (YAA/HK)
* Yaşar Adnan Adanalı, Stuttgart Üniversitesi Uluslararası Şehircilik Enstitüsü'nde gelişme planlaması üzerine çalışıyor ve aynı Enstitü'de doktora adayı. Üniversite'nin Entegre Şehircilik ve Sürdürülebilir Tasarım yüksek lisans programında ve Darmstad Teknik Üniversitesi'nin Uluslararası Yardım ve Kentsel Gelişme yüksek lisans programında Katılımcı Planlama Pratiği üzerine ders veriyor.