Anadolu'nun Mezopotamya'ya dahil yahut komşu bölgelerindeki bazı kenar mahallelerde, köylerde ve mezralarda yakınlara kısa yürüyüşler yapmaya kalkan bir yabancıyı bir zaman sonra çocuklar bilmezden gelinen küçücük dilleriyle uyarırlar.
Kendisine yürürken eşlik eden irili ufaklı sayısız çocuk artık yürümeyi bırakır ve bir çizgi boyunca durup bağırırlar. Anlamadığı dilde bağrışan çocuklara -bütün yabancılar gibi- gülümseyerek yürümeye devam edecek olursa, çocukların misafire verdiği tepkiler giderek bir alarm haline karşılık gelir:
Çocuklar telaşlanır, kırmızıya keserler: korkudan ağlayanlar, yerinde zıplayanlar, kendini yerlere atanlar hepsi birden avazları çıktığı kadar çıldırmışçasına haykırırlar. O zaman çocukların kendisi için alarma geçtiğini fark eden yabancı, söylenenleri bilinmeyen bir dilde de olsa anlar:
-Gitmee! Canavar vaar!, diyordur çocuklar. Aman dikkat ey yabancı, mayınlı bölgeye giriyorsun. Kürt çocuklarının dilinde "canavar" mayın demektir. Annelerin çocuklarını mayına kurban vermemek için kendilerine iyice bellettiği çizgiyi geçmez çocuklar. Yabancı, çocukların yanına yaklaştıkça panik hali geçer ve sonunda çizginin berisine geçmesiyle hayat normale döner.
"Ne normal ama" diyecektir bu normalin elinden aldıklarıyla kendisine sunduklarını tartıya vuran yöre sakini herhangi bir Kürt köylüsü. Farazi çizginin ötesi ve berisi arasında görünürde hiçbir fark yoktur. Ya bir karakolun kuytusudur çizginin ötesi (baskınlara karşı mayınlanmıştır), ya bir zamanlar seyyar bir birlik yurt edinmiştir burayı (kendi meçhul geometrisine göre canavarlamıştır alanı) ya da bir zaman önce devlet politikası olarak zorla boşaltılan köyün (köylüler geri dönemesin diye mayınlarla) kirletilmiş tarafıdır.
Yine de annelerin çocuklarına çizdiği bu çizgiler yeterli olmaz. Kimin nereye niye yerleştirdiğini bilmediği, hatırlamadığı haritasız ve anahtarsız pek çok mayınlı alan var bölgede. Yörenin sakinleri bedeller ödeyerek, kurbanlar vererek öğrenseler de mayınlı alanın sınırlarını, yağmurlar ve karlarla çamurlaşan toprakla yer değiştirip hiç bilinmezken başka bir alanda ortaya çıkan pek çok mayın söz konusu. Ağır çatışmalardan arta kalan patlamamış mühimmatın (PAM) sayısı da hiç az değil. Bir de unutmamak lazım: Bazen "Kuş gibi bir şeyin bahçeye indiğini" ya da "ateşten bir topun üzerine geldiğini gören" küçük Agitlerin, Diyarların, Ceylanların canına kıyan, hayata küfreden vahşi laubaliliklerle de muhatap yöre halkı.
Bu bölgeyi Bereketli Hilal olarak anıyor arkeologlar; dünyada medeniyetin doğduğu yer olarak bilinen ve Filistin'den başlayıp Basra Körfezi'ne kadar uzanan yayın Türkiye sınırlarında kalan tepe noktası burası. Ama bu ziyadesiyle arkeolojik bir bilgi gibi görünüyor şu an, bugün Lanetli Hilal adı daha uygun düşüyor bu coğrafyaya.
Normal şartlar altında Bereketli Hilal'in Türkiye topraklarında kalan bu kısmında hayvanlarını alıp kırlara çıkan çoban çocukların lezzetli mantarlar, ışkınlar, sirik ya da kenger, şifalı bitkiler yahut kır çiçekleri toplamaları gerekirdi. Ama hayır, normalde değiliz. Normali unutalım. Bir zamanların Bereketli Hilal'inde şimdi dağlardan hurda topluyor çocuklar. Boş kovanlar, patlamamış roketatar mermileri, el bombaları ve bizim masa başından bilemeyeceğimiz envai çeşit askeri teçhizatlar topluyorlar.
Peki ya çobanlık yapmayan çocuklar? Ağaçlara tırmanıp, derelerde yüzüp, kırlarda mı koşturuyorlar? Hayır. Onlar da askeri çöplüklerde geziniyor, çöplerin arasında oynuyor, hurda topluyorlar. Geçtiğimiz Ekim ayında Şırnak Güçlükonak'a bağlı Gümüşyazı Köyü'nde, askeriyenin çöplük olarak kullandığı alanda bulup oynadığı patlayıcı bir cisimle öldürülen 12 yaşındaki Ahmet İmre'nin amcası Yüksel İmre tüm açıklığıyla anlatıyordu durumu.
Çöplük olarak kullanılan, herhangi bir uyarı levhasından yoksun alanın etrafının da açık olduğunu belirterek şöyle diyordu: "Orası köy çocuklarının adeta parkıdır. Tüm çocuklarımız orada oyun oynuyor." Ve henüz bir inceleme başlatılmadığını ama olayın aydınlatılmasını beklediklerini söyleyerek yetkililere sesleniyordu: "Eğer böyle susarak bu olayın üzerini örtmeye çalışırsanız daha çok Ahmetler benzer patlamalarda yaşamını yitirecektir." Nitekim yitirdi ve yitiriyor. Gümüşyazı köyü yalnız değil, bölgede çöplükleriyle beraber toplam 1326 karakol var.
Türkiye, Ottawa Sözleşmesi'ni 25 Eylül 2003'te dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül eliyle imzaladı ve 1 Mart 2004'ten itibaren taraf ülke oldu. Ancak 2003'te imza atarken verdiği taahhütlerin çoğunu yerine getirmedi. Mart 2008'e dek imha edeceğini taahhüt ettiği mayınlar halen tümüyle imha edilemedi. Mayın ve PAM patlamalarında ölen ve yaralanan sivil ve askerlere dair sağlıklı bir veri tabanı oluşturulmadı. Mayın kurbanlarına ve ailelerine devletin ne tür ekonomik ve sosyal destekler sunduğu belli değil. Bir de, elbette, kara mayınlarıyla ilgili her türlü önlem ve çözümün ivedilikle kararlaştırılıp uygulamaya geçirileceği etkin bir Mayın Eylem Merkezi halen oluşturulmadı.
Ve en önemlisi; Türkiye'nin 1 Mart 2014'e dek ülke toprakları altındaki mayınları temizlemesi gerekiyor. Yerin altında uluyan bu 1 milyon canavardan çok azı temizlendi bugüne dek. Mart 2014'e kadar temizlenebileceğe de benzemiyor. Çünkü, ilk olarak; hükümetin bunu kendine dert ettiğine dair en ufak bir işaret yok ortada. İkincisi, çok pahalı ve zahmetli: Orduya ucuza yaptırılabilecek bir şey değil; yıllar sürecek zahmetli bir çalışma için çok büyük bir bütçe ve zaman ayrılması gerekiyor.
Bir de şu var: Türkiye ateşkese operasyonlar düzenlemek yerine ateşkesle karşılık vermedikçe gereken çalışma koşulları asla oluşmayacak. Çünkü mayın ve PAM vakalarının çoğu nispeten sakin olan Suriye sınırında değil, operasyonların ve sıcak çatışmaların yaşandığı Irak ve İran sınırıyla, dağlık iç bölgelerde gerçekleşiyor.
Yine de yapılabilecek çok şey var, 2003'te verilen taahhütlerin en basitleri mesela; en gerçekleştirilebilir, en temel, en kolay, en insanca olanları: Bilinen mayınlı alanların etrafını çevirip uyarıcı levhalar asmak. Atış alanlarını sivil bölgeden uzaklaştırmak, metalik askeri atıkları, askeri bölge dışına çıkmadan, eğitilmiş askerler eliyle ayrıştırıp değerlendirmek ve böylelikle yörede "çocukların adeta parkı olan" isimleriyle müsemma Kurşunluk, Nişangah gibi askeri çöplüklere bir son vermek.
Muhtarlar ve öğretmenler aracılığıyla halkın sürekli uyarılmasını ve eğitilmesini, açıkta bulunan her türlü metal aksamın sivil ve askeri yetkililere haber verilerek kontrollü bir şekilde imha edilmesini sağlamak. Okullara ve muhtarlıklara asılmak üzere özellikle çocuklara yönelik eğitici afişler hazırlamak. Mayınlar tamamen temizleninceye dek çocukları mayınlara karşı uyaran bir eğitim programını ilköğretim müfredatına dahil etmek. Devlet televizyonlarında çocuklara yönelik Kürtçe ve Türkçe kısa eğitici animasyonlar yayınlamak. Ve daha pek çok küçük ama etkili önlem.
Peki Türkiye bunları yaptı mı? Hayır yapmadı ama bir kısmını yaptığını söyledi: Türkiye konuyla ilgili sunduğu ilk rapor olan Ağustos 2004 tarihli Madde 7 Ön Raporda şu bilgiyi veriyordu:
Türkiye sınırları içindeki bütün mayınlı alanlar, uluslararası standartlara uygun olarak çitlenmiş ve kalıcı tehlike işaretleriyle gösterilmiştir. Hem çitler hem de tehlike işaretleri periyodik olarak kontrol edilmektedir. Ayrıca bütün mayınlı alanlar bekçiler tarafından 24 saat izlenmektedir. Diğer yandan, mayın tarlalarının varlığı, köy ve diğer küçük yerleşimlerdeki ve civar halka yerel yönetimler tarafından duyurulmaktadır.
Kağıt üzerinde ne kadar hoş görünüyor, insana güven veriyor ama gerçek hayatta da bir o kadar boş, somut bir karşılığı yok. Bu hızlı, kararlı, duyarsız yalan(!)dan 6 yıl sonra, Temmuz 2010'da ulusal basında hala şöyle haberler yayınlanıyor: "Nusaybin'de köylere mayın levhaları dikildi." Altı yıl sonra biz bu tür haberleri hala "iyi haber" olarak okumak durumunda kalıyoruz.
Aradaki altı yıl süresince Mayınsız Bir Türkiye Girişimi'nin, uzaktan kumandalı düzeneklerle hayatını kaybedenleri ayrı tutarak, haberlerden derlediği verilere göre mayın ve patlamamış mühimmat (PAM) kurbanlarının sayısı 757. Verilen kurbanlardan 234'ü öldürüldü, 523'ü yaralandı yani sakat bırakıldı; gözünü, kolunu, elini, bacağını, bir uzvunu ya da yetisini kaybetti. Ve bu 757 kurbanın 378'i sivil, bu sivillerin 140'u ise çocuk.
Sonuç olarak; evet, bu ülke sınırlarında kalan Bereketli Hilal ve çevresinde, toprak altında, çocukların gerçeği masallaştıran diliyle söylersek, 1 milyona yakın canavar var. Ama devletin uluslararası konferanslarda sunduğu hakkaniyete yaraşır vaatleri ya da yalanları gerçeğe dönüştürmeyi denemeye bile yeltenmeyen tutumuna bakılırsa Ankara'da, devlet şemsiyesi altında da, sorumluluklarına ve sahip olduğu yetkilere rağmen vatandaşının canını korumaktan aciz, üzerine düşeni yapmaya ilgisiz ve isteksiz pek çok anonim canavar mevcut.
Görünen o ki, devlet kendisi gibi bizim de bu ölümlerin ve sakatlıkların "doğal" olduğuna inanmamızı istiyor. Bir kez daha hatırlatalım: Mayın, sınır boylarında ve Kürt dağlarında yetişen bir tür zehirli mantar değildir.
PAM da yine aynı bölgede sıkça rastlanan, çocukların ilgisiz kalamadığı bir tür kırçiçeği değildir. Bunlar, ateşli silahlardır. Bu yüzden de, mayın ve PAM kurbanları için hakim dilin rahatlıkla kullandığı gibi "öldü", "sakat kaldı" diyemeyiz; öldürülmüşlerdir, sakat bırakılmışlardır. Failleri vardır.
Yerleştiren kadar, imha etmeyen ve vatandaşını korumak için gerekli önlemleri almayan da suça ortaktır. Etmeyin, eylemeyin, suça ortak olmayın. Ayıptır, zulümdür, cinayettir. Canavarlıktır. (BK/EÖ)