* Bu mektup Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlandı.
Sevgili Can, değerli kardeşim.
Bak, sana “kardeşim” diye hitap ediyorum. Her görüşmemizde olduğu gibi…
Biliyorsun işte, bizim buralarda bir süredir artık Kürt olmayan az sayıda insan evladına “kardeşim” diyoruz. Hani “bin yıllık kardeşlik”ten söz ediyorlardı ya! O tevatürdü! Biliyorduk da! Yine de çok dillendirmeye dilimiz varmıyordu. Sonunda “kardeşin kardeşe etmediğini” bırakmadılar geriye. Orta yere, kıra döke, yaka yıka, öldüre sürdüre saçadurdular kin tohumlarını… İyisi mi sana biraz iç dökeyim ey kardeş! Görüyorsun işte! Sana bu mektubu alenen yazdım. Cümle âlem senle birlikte okusun diye…
Bizim buralarda, yani kadim Diyarbekir’de eski kentin etrafını beş bin senedir çepeçevre ana, baba gibi sarıp sarmalayan sur duvarları var. Ben de kalkmış sanki bilmiyormuşsun gibi sana anlatıyorum surları. Biliyorsun tabii, çokça geldin, birlikte adımladık daracık “küçe”leri.
Hani şarkı sözü diyor ya! “Küçelere su serpmişem / yar gezende toz olmasın.” Aynen öyle, bu kadim şehrin sakinlerinin gözü gibi koruyup pir u pâk tuttuğu senin de gezip dolandığın o küçeler (sokak) artık harap viran, adını bile telaffuz etmekte zorlandığımız yüksek teknolojik donanımlı araçlarla hoyrat bir düşmanlıkla tarumar…
Demem o ki; kentin etrafını çepeçevre kuşatan surlara Diyarbekirliler “Beden” der, bilir misin Can! İşte bunu bilmeme ihtimalin sahiden yüksek. Neyse artık öğrenmiş oldun. Öğrenmenin yaşı yok derler ya! Ben bile bu yaşta hâlâ öğreniyorum. Boşuna mı “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir” dedik. Şimdi senin bedenini oraya, Silivri’ye tutsak, bizim “beden”imizi de bize yasak etmişler. Yaklaşık aynı günlerde başladı benim şehrimin yasaklılık, senin bedeninin tutsaklık serencamı. Kaderiniz sanki bir örüldü…
Sen bu satırları okuduğunda Diyarbekir’le, Can Dündar’ın 1500 kilometre birbirinden uzak, ama kalben çok yakın esaret ve yasaklı halleri bir ayını devirmiş olacak.
Açık mektubumu herkes okuyabilse de sadece sana yazmış olarak bitirip noktayı koyduğumda kalkıp bir toplantıya gideceğim. Yarın, yani Çarşamba 30 Aralık günü senin şehrin İstanbul’dan 100’e yakın arkadaşın / arkadaşım Diyarbekir’e gelecek. Onlarla derdimize derman olmanın hemhalliğini konuşup, görüşüp ilgililere ziyaretler yapacağız. “İçerde” olmayaydın sen de aralarında / aramızda olurdun, bilirim. Çünkü her başımız sıkıştığında arasak da aramasak da ilk evvel koşup gelenlerdendin. Bu sebeple biz seni de arkadaşlarla birlikte “geliyorsun” sayacağız, yoklama defterinde haberin olsun. “Yok” yazılmayacaksın yani… Kelimenin tam anlamıyla “at izinin it izine karıştığı” bu boz-bulanık günlerde, önceki gün Zeynep Miraç yazdı ya gazetede “Yaşar Kemal yaşıyor olsaydı koyardı sandalyesini Sur’un orta yerine barış oluncaya, silahlar susuncaya kadar kalkmıyorum buradan” diye!
İşte aynen böyle. Yaşar Baba kadar cesur olabilecek miyiz bilmiyorum. Halimiz, ahvalimiz budur. Zalimin zulmüne inat “Barış” olana kadar direneceğiz, başka yolu yok. Surların binlerce yıllık bedeni de, sen de… (ŞD/HK)
29 Aralık 2015 Diyarbekir