Japonya’da aile üyesi kiralama evrenini anlattığım “Aile Prodüksiyon İftiharla Sunar” yazısından borcum var size. Önceki yazıda modernliğin piyasa modeliyle uyumlu bu işkolunun yaygınlaşmasının Japonya’daki sosyal ve ekonomik değişimlerin bir sonucu olduğunu söylemiş ve Japon çalışma kültürünün bir insanın hayatını nasıl tamamen kapladığından başka bir yazıda bahsedeceğimi söylemiştim. Sözümü tutmak için hızlıca konuya girip vakitlice çıkmaya çalışacağım izninizle.
Orada görev yaptığım süre içinde sayısız örneğine şahit olduğum “İşkolik Japon” stereotipinden başlayayım en iyisi. Kafanızda canlanması için ufak bir örnek vereyim. Mesela yolda tamirat için açılmış bir çukur düşünün. Çapı bir metre olan bu çukurun etrafının ışıldaklı bariyerlerle çevrildiğini, etrafına çukuru işaret eden büyük ışık spotları ve tabelalar konulduğunu getirin gözünüzün önüne. Uzaktan rahatlıkla görebileceğiniz bu kompozisyonun içine bir de reflektörlü ceket giymiş Japon bir görevli yerleştirin lütfen.
İşte o Japon görevlinin işi yolun ortasındaki bu koca sirki görmeyecek biri olursa elindeki reflektörlü uzun uyarı işaretlerini sağa sola hareket ettirmek olsun. Kafanızda canlandı değil mi sahne, işte ben gece yarısı ya da sabaha karşı bir saatte oradan arabamla geçiyor olsam o Japon görevlinin kan ter içinde saatlerdir o reflektörlü cisimleri sağa sola salladığını görürüm. Hiçbir araba yokken bile sallar, adım kadar eminim. Görevi budur çünkü. Size iddialı gelecek ama şunu gönül rahatlığı ile diyebilirim ki her Japon kendisi o anda yapmakta olduğu işi aksatacak olursa koca Japonya batacakmış gibi bir sorumluluk duygusu ile çalışır. Bu çalışma kültürü sadece fiziksel değil aynı zamanda zihinsel ve duygusal olarak da çok yorucudur.
Ben o coğrafyadan döneli yirmi yılı geçti, oralarda yenilerde çalışan arkadaşlar çalışma kültürünün gözle görülür bir şekilde daha insanca bir hâl aldığını söylüyor. Örneğin, bazı şirketler çalışanlar daha fazla mesaiye kalmasın diye saat 22:00’de tüm ofis ışıklarını kapatma uygulaması yapıyormuş. Bunun gerçekten sevindirici bir gelişme olduğunu düşünüyorum çünkü orada çalışırken oldukça geç bir saatte bile olsa evime giderken yol boyu tüm gökdelenlerin nerdeyse tamamı ışıl ışıl olurdu.
Bir keresinde bir görüşme için NHK binasına gitmiştim. NHK dediğim Japonya’nın resmi televizyon kanalı, TRT muadili yani. Görevli beni alt katta karşıladı, uzun uzun koridorlardan, çalışma alanlarından geçtik. Görüntü şu an bile gözlerimin önünde. Belirli alanlarda üst üste yığılmış onlarca yer yatağı – bildiğiniz döşek- hatırlıyorum. Belki de yüzlerce. Şaşkınlık içinde bunların ne işe yaradığını sormuştum. Görevli, çok uzun çalışma saatleri nedeniyle çoğu zaman evlerine gidemediklerini, bu durumda NHK binasında yattıklarını, daha doğrusu birkaç saat dinlenip tekrar mesaiye döndüklerini söylemişti. Bizim TRT Binasında koridorlara saçılmış böyle allı güllü döşekler yoktur herhalde diye geçirmiştim aklımdan.
Japonya’da çalışma kültürü denince aklıma gelen ilk şey “canhıraş mesai”, ikincisi “fazla mesai”. Uzun çalışma saatlerini içeren fazla mesai kültürü çok yaygındır. Japonların, resmi olarak belirlenen haftalık çalışma standardını aşarak çalıştığı zaten bilinen bir şey ama bu durum, işin yoksa bile orada kalmaya kadar varıyordu çoğu zaman. Sadece işi yetiştirmek, iş yapmak değil, işyerindeki sosyal normlara uymak, dışlanmamak için bile kalınıyordu, hatırlıyorum.
Yeri gelmişken mesai sonrası gidilen ofis partilerinden de söz etmem lazım. “Nomikai”lerden yani. Şirket partilerine bu isim veriliyor. Özel günlerde yapılan partiler değil bunlar, her gün ya da sıklıkla yapılan irili ufaklı partiler.
“İçki” anlamına geliyor nomikai. Ofis çalışanları birlikte içki içiyor, yemek yiyor ve sohbet ediyor. İşyeri ilişkilerini kuvvetlendirmek, sosyal etkileşimi arttırmak, stresi azaltmak gibi olumlu amaçlarla düzenlense de bir tür “zorunluluk” ve “iş” olarak yerine getiriliyor çoğunca.
Sadece Japonya’da değil, Japon iş kültürünün etkisi altındaki diğer Asya ülkelerinde de benzer toplu etkinlikler vardır. Benim gibi Kore dizisi hayranları iyi bilir. Her işyeri dizisinde bu türden sahneler vardır. Eğer statüsü sizden yüksek biri davet ederse gitmenizin zorunlu olduğu, gitmezseniz iş topluluğundan dışlanacağınız için öyle ya da böyle gitmek “zorunda” olduğunuz partiler bunlar.
“Aman sen de! Reddedersin, gitmezsin” demesi kolay, Japon kültüründe bunun karşılığı yok. Patronun davet etmezse bile iş arkadaşlarınla iyi bağlar kurmak için katılman gerekir. Gidip gitmeme kararı sana bağlı değil kısacası.
Bizimle çalışan bir Japon arkadaşım Büyükelçilikte çalışmanın en şahane tarafının işten sonra “Nomikai” partisine gitmek zorunda kalmamak olduğunu söylemişti bana bir keresinde. Büyükelçilikte hepimiz iş bitince kendimizi evlerimize atıyorduk ve ona göre bu şahane bir şeydi.
Çoğu karşılaştırmalı resmi istatistikte Japonya’daki çalışma saatleri diğer ülkelerden az görünüyor. Oysa fazla çalışma nedeniyle yaşanan ölümler on yıllardır iyi bilinen bir olgu. Bilinen bir başka olgu ise kamuoyuna açıklanan istatistiklerde fazla mesailerin gizlendiği, bir başka deyişle kayıt dışı bırakıldığı. Ünlü sözü bilirsiniz; “Yalanlar üçe ayrılır; büyük yalanlar, küçük yalanlar ve istatistikler”. Japonya’ya ait çalışma istatistikleri tam o hesap.
Aradan geçen yirmi yıl sonrasında bir değişiklik var mı diye nette gezinirken Japonya'da çalışmanın eskisi kadar göz korkutucu olmadığına dair cümlelerle başlayan 2022 veya 2023 tarihli pek çok yazı okudum. Bunlardan birinde Japonya’da çalışma saatlerinin 80’li yıllardan beri ciddi ölçüde düştüğü, 1980 yılında 2.121 saat olan yıllık ortalama çalışma saatinin 2022 yılında 1.903 saate düştüğü yazıyordu. Ne yalan diyeyim, bana pek bir fark varmış gibi gelmedi. Ayrıca, açıklanan 1.903 saatlik veri bildiğim kadarıyla sadece tam zamanlı istihdamı içeriyor. Diğer pek çok ülkeden daha iyi görünmesinin nedeni diğer istihdam türlerinin (süresi bir aydan bir yıla kadar değişiklik gösteren sözleşmeli istihdam “Keiyaku Shain” ve işçi-işveren arasında bir sözleşme gerektirmeyen, işe alım ajansları üzerinden yapılan geçici istihdam “Haken Shein”) ülkede son yıllarda artmış olması olabilir.
Çalışma saatleri için resmi sayı haftada 40 saat olsa da gerçekte pek çok Japon işverenin çalışanlarından çok daha fazlasını talep ettiği bilinen bir gerçek. The Japan Times 2015 yılında 1.743 şirket ve 19.583 çalışanın katıldığı bir araştırmanın sonuçlarını yayınladı. Şirketlerin yaklaşık yüzde 10,8'i ayda 80 ila 100 saat fazla mesai yapan çalışanları olduğunu söylerken, yüzde 11,9'u da 100 saatten fazla mesai yapan çalışanları olduğunu belirtmiş.
Online seyahat acentası Expedia Inc. tarafından 2015 yılında yapılan bir ankete göre (26 ülke-9.273 çalışan) Japonların yüzde 53’ü yıllık olarak kaç gün ücretli izin kullanabileceğini bilmiyor ve Japonya bu oran ile listenin en başına yerleşiyor. Japonların liste başı olduğu bir başka konu ise ücretli izin hakkındaki hisleri. Ankete katılan Japonların yüzde 18’i ücretli izin kullandıkları için kendilerini suçlu hissediyor.
Bir dildeki sözcükler o kültüre ait izler taşır. Çalışma kültürünün bu denli güçlü olduğu bir toplumda Japonlar çalıştıkları kuruma bağlılıklarını göstermek için hayatları pahasına çalışırlar gerçekten. Japoncada “fazla çalışmaktan ölme” anlamına gelen “karoshi” sözcüğü var. Çok çalışmaktan kaynaklanan aşırı yorgunluk, strese bağlı inme, kalp hastalığı ya da intihardan söz ediyorum.
Karoshi
Bu sözcük ilk defa 1969 yılında 29 yaşında bir nakliye işçisinin felç geçirerek ölmesi ve bu ölümün dava konusu olmasıyla kamuoyu gündemine gelse de bu olgunun toplumsal bir mesele haline gelmesi 80’lerin sonunu, Japon Hükümetinin bir gündemi haline gelmesi ise 2015 yılını buldu maalesef.
Burada bir terim daha belirtmek durumundayım. Karoshi sözcüğünün fazla çalışmaktan kaynaklanan ölüm anlamına geldiğini belirtmiştim. Fazla çalışmaktan kaynaklanan intihar ise “karojisatsu” adıyla biliniyor.
Karoshi (ve karojisatsu) konusunun Japon Hükümetinin gündemine girmesi ise Matsuri Takahashi’nin 2015 yılındaki intiharı sonucu oldu. Onun intiharı Japon Hükümetini bu konuyu ciddi bir biçimde ele almak ve fazla mesainin sınırlandırılması için yasal değişikliklere gitmek konusunda zorladı. Ölümünden önceki aylarda 100 saatten daha çok fazla mesai yapan 24 yaşındaki Takahashi intiharından önce “Ölmek istiyorum” ya da “Fiziksel ve zihinsel olarak paramparça oldum” gibi pek çok sosyal medya paylaşımı yapmıştı. Uzmanlar, genç kadının ölümünün uzun çalışma saatlerinin getirdiği stres kaynaklı olduğunu açıkladıklarında Japonya’daki çalışma koşulları hakkında ulusal bir tartışma başlamış oldu.
2015 yılında Japon Hükümeti karoshi hakkında detaylı bir araştırma yürütüp sonucunu kamuoyu ile paylaştı. Araştırmada her beş çalışandan birinin aşırı çalışma nedeniyle ölüm riski altında olduğu yer alıyordu. Hükümet, araştırmanın yapıldığı yıl 2.000’den fazla Japonun işle ilgili stres nedeniyle intihar ettiğini, yüzlerce çalışanın da kalp krizi, felç gibi nedenlere bağlı olarak öldüğünü ifade ederek şirketlere çalışma koşullarının iyileştirilmesi için çağrı yaptı. Karoshi vakalarının azaltılması için çeşitli yasal düzenlemeler yapıldı ama bildiğim kadarıyla uzun saatler çalışma kültürü birçok sektörde hâlâ eskisi gibi devam ediyor.
Bu kadar çok çalışılan bir toplumda sosyal ilişkilere elbette daha az zaman kalır. Toplumsal baskının bu denli güçlü ve hissedilir olduğu bir toplumda, sosyal bağların zayıflaması ve bireyin kendini yalnız hissetmesi kaçınılmaz. Buna bir de Japonya’da toplumsal normlara göre bir kişinin kendi sorunlarını başkalarıyla paylaşmak yerine bunu kendi başına çözmesinin, bundan kimseye söz etmemesinin beklendiğini eklemek lazım.
Sözün özü; varoluşsal yalnızlığın temelinde insanların şu ya da bu nedenle “geleneksel bağlarından” koparılmış olmasının payının çok olduğunu düşünenlerdenim. Geçen yazıda, insan kiralama evreninin bu denli yaygınlaşmasını geleneksel bağların zayıflaması ile ilişkilendirmiş, bunun sadece kültürel nedenlerinden söz etmiştim. İşin ekonomik arka planında ise işyerinin bir müsilaj gibi insan hayatının tümünü kaplaması yatıyor.
Bu yazı boyunca sadece Japonya’dan bahsettim. Yine de eskiden görev yaptığım bir coğrafyadan verdiğim dramatik örneklerin sadece o coğrafya için geçerli olduğunu düşünmenizi istemem. Çünkü, farklı görünümlerle de olsa, bu durumla pek çok başka coğrafyada karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.
Yazıdan vakitlice çıkmak istediğimden şimdilik şunu diyerek noktalayayım. İçinden geçtiğimiz zamanlar nedenleri farklı olsa da en çok yalnızlık ile karakterize sanki. Yeni yüzyılda insanlığı bekleyen en tehlikeli epidemi, yalnızlık epidemisi gibi geliyor bazen. (AA/AS)