Katolik Levanten babamla Ortodoks Rum annemin, memleketleri İstanbul’da varoluş biçimleri açısından farklar olduğunu zamanla idrak etmiştim.
Babam daima tedirgin, güvensiz ve Türkler’e karşı mesafeliydi. Evde asla Türkçe konuşulmadığı gibi Türk komşular veya arkadaşlara misafirliğe gidilmez, evde misafir edilmelerinden de itinayla kaçınılırdı.
Belirli bir yaşa kadar apolitik ve nispeten elitist bir yaşam sürdürmesinden dolayı 6-7 Eylül hadisesi onu şoke etmiş, gavil avlanma korkusu hayatı boyunca onu boyunduruğu altına almıştı.
Babasıyla çocuk yaşta gittiği Tophane’deki bir hamamda kıl payı atlattığı söylenen tecavüz dışında, ucuz analizlerimden yola çıkarak aynı yaşlarda, eve siparişleri getirmiş bir çırağın veya tamirat için gelmiş bir ustanın tacizinin de korkularında tesiri olabilir.
Tarlabaşı’nda beraber büyüdüğü ve her zaman minnetle andığı Türk ve Kürt komşuları bir yana, çok daha dost canlısı, cömert ve cesur olan annem ise, Türkçe telaffuzuyla etnik kökenini epeyce açık etse de kolay kolay insan ayırdetmez.
İstanbul’daki İtalyan eğitim kurumlarında zamanın faşist eğitimine maruz kalmış otoriter kocasının boyunduruğu altında ezilmemiş olsaydı yaşanacakları tasavvur edemiyorum, ama babamın aksine annemin, köklerinin burası olduğu hususunda sanırım hiçbir şüphesi yok.
Suçluluk duygusunu fazlasıyla aşılayan Katolikliğe kıyasla Ortodoksluğun annemde derin bir inancın dışında sağlam bir karaktere temel oluşturduğuna da inanıyorum.
Rakı sofrasında alkolün etkisiyle daha çok şaklabana dönüşmeye meyilli kocasının aksine, eski Beyoğlulu kimliğine yakışır zevkli muhabbetlere girdiğine ve güçlü sesiyle Rumca dışında pek bilmediği başka dillerde de şarkılar patlattığına şahit olmuşluğum da var elbet.
Agos stresi
1915’in yüzüncü yıldönümü vesilesiyle artık müptelası olduğum Agos gazetesini okuduktan sonra göz atması için babama bırakma alışkanlığım, 80’ini aşmış bir vatandaş olarak kendisinde tahmin etmem gereken reaksiyonlara yol açmıştı.
90’lı yıllarda Türkiye’de ifade hürriyetinin iyice artmasıyla ebeveynimi o zamana kadar tabu muamelesi görmüş, bilhassa azınlıklarla alakalı mevzuları irdeleyen yeni kitaplara boğmuş ve artık korkmamaları gerektiğini müjdelemiştim!
Aradan geçen birkaç seneden sonra Ermenilik, Rumluk veya Yahudiliğin her zaman cepte bir argüman olarak güruhları azdırmak üzere sömürüldüğünü fark ettiğimde tüm hayatları tedirginlikle geçmiş eski nesillere hak verir olmuştum.
Bu arada gezegen çapında ifade hürriyeti ve basın hunharca törpülenmeye başlanmış, Agos yazarları düşüncelerini usturuplu olduğu kadar yürekli şekilde ifade etmeye devam ettikçe babam siniyordu.
Gazeteyi dikkatle okuduktan sonra evinde “potansiyel bir suç unsuru” bulundurmamak için Ermeni komşusunun girişindeki mobilyanın üstüne çaktırmadan bırakır, bana da:
“Nasıl böyle şeyler yazabiliyorlar?
Düşüncelerini böyle açıkı açık nasıl dile getirebiliyorlar?
Başlarına bir şeyler gelmesinden korkmuyorlar mı?
Bu Ermeniler çok cesur!” deyip dururdu.
Fransisken rahip misali
Yazının başlığının aksine Mihran Tomasyan’ın, hayat felsefesini, bir Ermeni olarak Türkiye’de varlık biçimini veya Ermeni soykırımı hakkındaki fikirlerini çakma fiilinin agresyonuyla dışa vurmadığını her şeyden önce belirtmek isterim.
Kendisini esasen bir dansçı, sonra da koreograf olarak betimleyen Türkiye’nin modern danstaki eşsiz temsilcisi, aynı zamanda ÇAK’ın temel direği olarak tam manasıyla muvaffak olmuş, kendine has bir dans kumpanyasının geniş spektrumlu ihtiyaçlarını yoldaşlarının desteğiyle karşılamış, çok yönlü sanatçı payesini defalarca ispatlamış bir İstanbullu: Tophane’deki ÇAK mekânını başka sanatçıların hizmetine sunmuş, 20 senelik süreç boyunca orayı çok yönlü bir üretim alanına dönüştürmüş bir hami ve aynı zamandan projeden projeye koşan başarılı bir işletmeci, dur durak bilmeyen gayet çalışkan bir sanat işçisi.
ÇAK’ın bunca muvaffak olmasındaki unsurlardan biri biraz ötesindeki Masumiyet Müzesine inat, “One minute!” hadisesinden beri Arap müşterilerle dolup taşan, dans merkezinin hemen yanıbaşındaki Firuzağa hamamının bir türlü kapatılamayan coşkun musluklarının ritmik etkileşimi olabilir mi?
Lakin günümüzde arsız kapitalizmin damardan dayadığı kendini beğenmişlik, küstahlık, her an kendini teşhir etme zavallılığı Mihran’da katiyen görülmüyor; çünkü o bir Fransisken rahip gibi dünya nimetlerinden mümkün olduğunca az yararlanmanın ve çağdaş yaşamda gitgide gerçekleşme ihtimali azalan topraklanmanın temsilcisi olarak yalın ayak dans ediyor; büyüklerimizin bize öğrettiği şekilde “böbürlenmiyor”, aksine mütevazılığı elden bırakmadan, kimselerin kıskançlığını tetiklememeye azami ihtimam göstererek yoluna sessizce devam ediyor.
Sanatında gelmiş olduğu yüksek seviye göz önüne alındığında bir ihtimal sağlıklı oranda egosantrik ve narsist kişilik unsurlarının payını irdelemeyi ise onu yakından tanıyanlara bırakıyorum.
Sonuçta kendini kelimelerden çok beden diliyle ifade etmeyi tercih eden belgeselin esas kahramanı farkındalığı elden bırakmadan birkaç nesildir İstanbullu olan ailesinden devraldığı mirası önce çevresindekilerle, dans seyircisiyle, Didem Pekün’ün belgeseli aracılığıyla da hem Türkiye’de hem de dünyada daha geniş kitlelelerle paylaşıyor.
Mücadele bitmez…
Yönetmenin bilhassa filmin başında kulaklarını ve kamerasını İstanbul’un kaosuna ve birbirinden çirkin mahallelerine yöneltmiş olması boşuna değil.
Her ne kadar steril Batı ortamlarına göre buranın keşmekeşi bilhassa sanatçıları besleyen bitmez tükenmez bir kaynak olarak kabul edilse de, Mihran, ailesi ve ebeveynleri dahil olmak üzere eski İstanbullulular kendilerini son sığınak olarak adalara atmış vaziyette.
Naif 60’lı ve 70’li yıllarda yazları annelerimizin bir kereye mahsus olarak, sonradan Madam Marta koyu adıyla anılacak Halikya’ya götürdüğündeki sıcacık hissi, Mihran’ı ve ailesini toprak yoldan sahile inerken görüntüleyen sekansta birebir yaşadım diyebilirim.
Filmin her biri işin erbaplarına teslim edilmiş sinematografisi, müziği, montajı, sanat yönetimine rağmen profesyonel deformasyon kurbanı olarak ben belgesele hemen intibak etmekte zorlandım diyebilirim ama.
Fakat Mihran’ın mazideki gösterilerinden birinde önce sırtında taşıdığı, yere düşürdüğünde ise dakikalarca boğuştuğu, üstünde tepindiği ve parçaladığı dev bohça boyutundaki kâğıt yumağı sekansı beni bilmediğim noktalara taşıdı. Mücadelesiyle özdeşleştim, sebebini aslında pek bilmediğim ve dışa vurmaktan fazlasıyla yorulduğum öfkemin, kavgamın, çırpınışlarımın yansımaları gözyaşlarına dönüştü; sonrası da benim için kaymak gibi akmaya başladı.
Fakat çabuk bittiğine şaşırdığım belgeselde kameranın varlığıyla tetiklenmiş yeni koreografilerin, bazı doğaçlama performansların geniş yer tutması da, donanımlı bir ekibin sinerjisiyle ortaya çıkmış bu görsel sanat örneğini epeyce beslemiş oldu. Filmin yapımcısı İstos’tan Anna Maria Aslanoğlu’nun sunduğu imkânlarla, Pekün’ün şahsen ifade ettiği şekilde yeni ve daha geniş ufuklara doğru yol alınmış olunduğu muhakkak.
Gösterimin sonunda ortak yapımcı Melek Ulagay, Ermenistan ile Türkiye arasındaki dostluk bağlarının devamı için filme destek verdiğini açıkladı, devlet ve hükümet politikalarından çok halk iradesinin önemine parmak basmış oldu.
İstifçilik neye işaret?
2024 Türkiye yapımı 74 dakikalık belgeselde fazlasıyla irdelenen ve seyirciyi epeyce güldürmeyi başaran mevzulardan biri Tomasyan ailesinin istifçiliğiydi. 1915’in tesirlerini ancak 40’lı senelerde yavaş yavaş atlatmaya başlamış Ermeni toplumunun yoksunluk travması, “günün birinde işe yarar” şiarıyla istiflemeye yol açmış.
Filmde o yıllarda ırkçılığa maruz kalmış ama sözünü sakınmayan Mihran’ın büyükannesi, müteveffa Mari Tomasyan’ın pırıl pırıl Türkçesiyle aktarılmış hatıraları manidar. Ayrıca Hrant Dink hakkında konuşamayıp gözyaşlarına boğulması unutulur gibi değil.
Kusur gibi görülebilecek tüm hususiyetleriyle olduğu kadar, Mihran istifçilik vasfıyla da dalga geçebiliyor. Ömrü boyunca yalnız kendi mazisiyle alakalıları değil, tüm aile fertlerinin kendine göre mühim eşyalarını, günlüklerini, hatıra defterlerini, mektupları, gazete küpürlerini saklayan annem için bu işin şakası ise pek yoktu; çünkü o, izi itinayla silinmiş kozmopolit bir mazinin ister istemez sadık bekçisi rolüne bürünmüştü.
Boşaltılması geçtiğimiz aylarda haftalar süren, senelerce ikamet ettiği Beyoğlu’ndaki eski dairede benim esasen anlamlandırmakta zorlandığım şey ise ihtiyarhaneye yatırılmadan önceki dönemde su istifleme refleksiydi.
Mutfakta ve banyoda muhtelif cam ve pet şişelerde, eski yoğurt kutularında, kalayı sıyrılmış leğenlerde, madde yorgunluğu çeken rengi solmuş, eski püskü plastik kaplarda genellikle daha önce kullanılmış suları biriktiriyordu.
Eskiden yaşadığı evlerde susuzluk çektiği, adaya şebeke suyu bağlanmadığı yıllarda sarnıç veya kuyudan yararlanmakta zorlanmış olduğu kesindi. Yoksa yaştan dolayı beden büzülmeye ve kurumaya başladığından içgüdüsel olarak etrafını sularla kuşatmak ona güven mi veriyordu? Daireden ilk attıklarım onlar oldu ve mutfakla banyo hemen ferahladı.
Tamamlanması iki ayı geçen boşaltma sürecinin mühim safhalarından bir tanesi evde para edebilecek vintıc veya antika vasfını taşıyan eşyaları bir açık artırma şirketine teslim faaliyetiydi.
Bir an önce üstümden çıkarıp kurtulmak istediğim bir kıyafetten bezmiş edasıyla müzayede temsilcisine artık işi bitirmesini tekrar tekrar rica ediyordum. Fakat o gayet yavaş bir ritmde, sakin sakin, kafasına göre çalışmayı sürdürüyordu.
Annemin içlerine paralarını sakladığı bakır ve alüminyum tencerelerin bir zamanlar durduğu, yerle hemzemin bomboş dolaplara doğru müzayede görevlisi bir ara diz üstü çömelmiş, kafasını içlerine sokmuştu.
Gayet tozlu, kumlu ve taşlı, fazlasıyla karanlık ve küflü bir köşede çok eskiden kaldığı belli olan mermerden mamul birkaç mutfak karosunu kaldırınca karşımıza bazı gazete sayfaları çıktı.
2000’li yılların başında eşim Savarona’nın Radikal 2’de yayınlanmış, "Sen Antuan, Ben Sıçan" yazısı dahil, internette kaydı silinmiş diğer politik içerikli sekiz yazısını mert annem neden saklamış olabilirdi ki?
Müzayedecinin Ermeni olması bir tesadüf müydü?
(RL/EMK)