Cehalet çok tehlikeli bir şey. Hele bir de cahil olduğunu biliyor ve bu konuda bir şey yapacak yeterli zamanı ya da kaynağı bulamıyor olmak gerçekten zor.
Ben de gerek 1988 doğumlu genç bir vatandaş olmamdan, gerek ise hayatımda benzer bir travmayla karşılaşmamış olduğumdandır, 12 Eylül Darbesi'nin sanıklarının yargılandığı 4 Nisan 2012'de başlayan bu davaya karşı gerçek, saf bir cehalet ile bakmaktayım. Ama cehalet soru sormaya ya da bilgi edinmeye engel değildir, o nedenle ben de bu konuda merakımı gidermenin peşindeyim.
Öncelikle, bir kişinin suçlanıyor olması, yetkili bir yargı kurumundan yapılığında karşılığında alacağı ceza ile ilişkilidir. Yani sonundaki cezanın varlığı olmaksızın, bir kişinin suçlanmasında elle tutulur, işlevsel bir sebep yoktur.
Orta Çağ'da yetkililerin kararı ile hüküm giymiş birisi, eğer ki idam edilmez, sürülmez ya da uzuv kabına uğramaz ise önce unvanından, sonra sahip olduğu topraklardan, en son da onurundan kopartılırdı. Ufak suçlarda kişinin pazar alanında kendini savunamayacak şekilde bağlanıp, çeşit çeşit çürük sebze ve meyve ile bombardıman edilmesi de yine bu onur kaybının sonucuydu.
Ceza, kişinin yaptıklarından utanması ve toplum tarafından küçük görülmesi ile alakalıdır yani.
Orta Çağ'da yaşamıyoruz artık, İnsan Hakları ve kişinin sahip olduğu vatandaşlık hakları çerçevesinde bir yargı ve ceza sistemimiz var diyelim.
Peki bu sistem içinde yargıladığımız insanlar gerçekleştirdiği "insanlık suçu"nu nasıl değerlendirebilirsiniz?
Buna nasıl bir anlam yükleyebilirsiniz, ya da nasıl bir çerçeve hazırlayabilirsiniz?
Sonucunun (kişiyi utandırmak ve rezil etmek gibi çözümler olmadığı için) toplumdan tecrit bir şekilde kapalı kapılar ardında kalması, ya da daha kötüsü, mağdur olan insanlara parasal bir ödeme yapmasının neresi eşitliğin tanımına uygundur?
Kişinin tecrit edilmesinin (ki hapis cezası dediğimiz olarak tanımladığımız kavram) o insanın yaptıkları ile yüzleşmesi açısından nasıl bir çözüm getirebilir ki?
Bu tecrit işlemi, düzgün bir rehabilitasyon ya da başka bir yöntem ile beslenmez ise, "Darbe yaptığıma pişman değilim!" diyen Tahsin Şahinkaya'yı nasıl yaptıklarından pişman hale getirebilirsiniz?
Bunun yanında tazminat sistemine gelecek olursak, kim ki 12 Eylül sürecinde çektiği fiziksel de zihinsel acıları bir faturaya dökebilir? 100 bin TL mi? 200 bin 500 bin?
Böyle bir olgunun parasal değeri yapılabilir mi?
Böyle bir olgunun takas ile ederi belirlenebilir mi?
Bu, bir insanın geçen günlerinin, yaşadığı sıkıntıların metalaştırılması, bir eşya, bir tüketim malzemesi gibi değerlendirilmesi değil midir?
Bugün bir kişinin rüşvet ile susturuluyor olmasının bu kavramdan ne kadar farkı vardır ki?
"Ben sana çok çektirdim, al şu çeki de helalleşelim" demek ya da denileni duymak nasıl bir hukuki bakış açısında eşitliğe götürür ki bizi?
Darbeden sorumlu hayatta olan iki emekli generalden Kenan Evren 1917, Tahsin Şahinkaya ise 1925 doğumlu. Bugün kalbi kan pompalayan sanıklarımızın yüzde 100'ü 80 yaş üstünde. Kimin, ne kadar ömrü kaldığına dair öngörüde bulunmak kimseye düşmez tabi.
Ama bu iki insanı bir şekilde mucizeler eşliğinde sebep olduklarından dolayı pişman hissettirdik diyelim, bu kişilerin bu pişmanlıkları uzun uzun yaşayacak ömürleri var mıdır?
Ağırlaştırılmış müebbet hapsi sonucunda ev hapsi imkanları yok, bu tamam. Ama yine insanların haklarının korunması sebebiyle, hapishane reviri ya da hastanede tam teşekküllü hizmetini almayacak mı bu bireyler?
Evinde yatmış, hastanede yatmış ya da revirde yatmış; eğer ki yüksek oranda acısı varsa hastalığı sebebiyle verilen yatıştırıcılar ile fark edecek mi?
"Ölmüş olsalar bile bu dava yapılmalı" deniyor.
Doğrudur.
Çünkü bu dava bir kavramın suç olarak kabul edilmesini sağlayacak.
Peki düşünürler, gazeteciler, milletvekilleri yargılanıp karga tulumba hapislere yollanırken "bu yargının tarafsızlığı artık bitmiştir", "yargının güvenilirliği sarsılmıştır" derken, aynı Türk Ceza Kanunu maddeleri uyarınca işleyen yine aynı yargı bu darbeyi suç olarak addedip, sanıkları cezaya çarptırdığında yargı bir anda düzelmiş mi olacak?
Nasrettin Hoca'nın kazan fıkrasını gerçek hayatta görmek insanın içini burkmuyor mu?
Yargı bizimle aynı fikirde olduğunda "yaşasın!" derken, sevdiğimiz insanları suçlu bulduğunda "çürüdü" mü diyeceğiz?
Yeni moda bu mu? Böyle önemli, çığır açacak bir konu mahkeme salonlarına taşınmadan önce TCK'nın elden geçmesi, insanların yargıya ve cezai şartlara karşı olan güveninin tazelenmesi gerekmez miydi?
Böyle bir zamanda çıkacak pozitif sonucu beklemek bizi ikiyüzlü yapmıyor mu? Yoksa "bu kadar kötülüğün içinde kalmış bir damla ışık" mı görüyoruz? İçinde "bir damla ışık" olan bir yargı, nasıl tümüyle bozunmuş ve güvenilmez olabilir ki?
Amacım 12 Eylül darbecilerinin yargılanma sürecine "anlamsız", "saçma" ya da "gereksiz" gibi bir etiket yapıştırmak değil.
Amacım, gösterilen çabayı hor görmek veya geçmişle yüzleşilme sürecini sekteye uğratmak değil.
Amacım, bu cahil kafamın içinde bulunan sorulara birer yanıt bulabilmek.
Tahmin ediyorum ki bu sorularla olan bir tek ben değilim. Bunun yanında eminim ki, benden daha bilgili uzman insanların bütün bu sorulara verecek mantıklı ve doğru cevapları vardır. Ben sadece bunun peşindeyim. Çünkü 12 Haziran seçimlerinden önce bu yargılama sürecine şüphe ile bakan insanlar vardı. Benim dertleri ile hiçbir ortak noktaları olmasa bile, o insanların doğru gördükleri şeyleri bizlerin anlayacağı dilde tekrar, konu alevlenmiş iken anlatabilmelerini çok isterdim.
Seçimlerin üzerinden 10 ay kadar geçti, biliyorum geç ama yine de söylemek zorundayım. "Bu bir Tuzak!" (SK/HK)