Musa, otelin lobisinde oturmuş iki de bir neredeyse bileğine sinmiş saatine bakıp bakıp yaşadığı zamanı yelkovanın hareketiyle saymaya çalışıyordu. Çevresinde bir dolu insan, her biri hürmet halesiyle iyice beyazlaşmış, bir şeyler anlatıyorlardı Musa'ya. O sıra hepsinin göz akları gerçekte olduğundan daha parlaktı. Uç uca eklenen sözcükler, yarım asırdır süren kahredici bir hikâyenin satırlarına işleniyordu, tek tek. Gerçi anlatmasalar da olurdu. Musa dinlemeden anlayabiliyordu onları. Ülkede yaşanan acıların yeminli şahidi, şahitlik ettikçe yargılanan sanığı, nihayetinde mahkûmu olmuştu. Bu yüzden, başkaları konuşurken kol saatine bakıp bakıp dışındaki zamanı içinden ikiye yarıyordu: Biri her geçen saniyede yaklaşan yeni bir gelecek, öbürü ise sürgit bildiğini işitmek, işittiğini bilmek yüzünden hep aynı saniyenin çıldırtıcı tekrarıydı.
Bilmek çok fena bir şey. Olup bitenleri değiştirememenin azabı daha yıkıcı oluyor. Bildikçe elleri de değişiyor insanın, yüzü de. Parmak uçları hassaslaşırken alın çizgileri derine ilerliyor. Hele Musa gibi ciğerine kadar bilince, bütün o kavga, dövüş, isyan, intikam, tuzak, katliam, bütün o yalan dolan, hile, riya fazlasıyla paralıyor insanı. Beden neyi biliyorsa o kadar acıyor çünkü. Zaten herkesin öldürebilir olduğu bir yere aitti Musa. Öyle ki bütün dünyayı kaplıyordu bu yer. İnsanların atıldığı bütün köprüler, cinayetlerin ilk tanığı bütün ağaçlar, kan kesen bütün dereler, cesetlerin fırlatıldığı bütün uçurumlar, memleketiydi Musa'nın. Acıları dindirmeye her yerden çağrılıyordu da, çağrılmadan az önce yola çıkmış oluyordu.
Musa'yı en son Dijvar çağırmıştı. Otel odasında dinlenirken telefondan gelen boğuk bir sesti Dijvar. Irak Kürtçesine yakın bir lehçeyle bir şeyler anlatmıştı. Sessizce dinlemişti Musa. Fazla sessiz... Dijvar'ı dinlemeden anlıyormuş gibi. Niyeyse avuçları çok terlemişti onu dinlerken. Peki, demişti sonra, gelirim niye gelmeyeyim. Gelirim, niye gelmeyeyim. Telefonu kapatırken aynı tedirgin cümleyi yinelediğini kendi bile duymadı. Dijvar'ın sesindeki garip titreşimden mi, yoksa sabahın ilk ışıklarıyla yeniden uyanan bildik pusu kaygısından mı, bildiği ile sandığı arasında kalakalmıştı. "Gelirim, niye gelmeyeyim."
Lobide Dijvar'ı beklerken, çevresindekiler yavaş yavaş ayrılmaya başladı. Oralarda karanlık basınca herkes ortadan çekilirdi o zamanlar. Kepenkler iner, çocuklar saklanır, kadınlar perdeleri sımsıkı örter, kurşun vızıltılarını duymazdan gelip karanlık hatıralara yatılırdı. Bir tek Orhan kalmıştı Musa'nın yanında.
"Bu adam nerede kaldı Musa ağabey."
"Gelir gelir, böyle düşmanı olan adamlar karanlığı beklerler."
Demek düşmanları vardı Musa'yı çağıran adamın. Başka da bir şey anlatmadı Musa. Saatine bakıp bakıp Dijvar'ı beklemeye devam etti. Karanlık iyice çökünce resepsiyon görevlisi Musa'ya doğru yaklaştı. Sırtında ağır bir yük taşır gibi yavaştı adam.
Resepsiyon görevlisi isteksizce "Seni arayıp duran şu Dijvar var ya, o geldi" der demez, Dijvar adı birdenbire mekâna yerleşen bir isim oldu. Defalarca arayan bir Dijvar'ı vardı Musa'nın. İllaki gidecekti, niye gitmesin ki.
Musa Orhan'ın yardımıyla kalktı yerinden. Eliyle beklemesini işaret edip resepsiyona doğru yöneldi. Gerekmedikçe kimseyi kimseye bulaştırmazdı. İki insanı bir araya getirmek, iki insanın bütün hasımlarını da buluşturmak anlamına geliyordu. Kaldı ki Dijvar'ı görür görmez hiç hoşlanmadı Musa. Gözüne baktı, içinde bir şey göremedi. Gerçekte hiç yaşamayan soluksuz bir şeydi. İçini başka bir yerde bırakmış, uzaktan bakıyordu. Uzandığı toprakta burun buruna geldiği kertenkeleyi seyretmemiş, yanan bir ağacın çıtırtısını kemiğinde duymamış, kendi iç yangısından bihaber, emanet bir dirim vardı bedeninde. Elleri de buz gibiydi üstelik. Musa yine de gidecekti, neden gitmesindi ki.
"Üstümü değiştireyim, öyle gidelim" dedi Musa.
Birlikte otel odasına çıktılar. Konuşacakları gizli bir şeyler vardı belli ki. Musa önden gitti, arkadan Dijvar. Dijvar ürkütmemek için olabildiğince uzaktan izliyordu Musa'yı. Odaya girdiklerinde Dijvar çok kısa bir bakış attı etrafa. Elleri önünde bitişik öylece ayakta durdu. Otur, demeden oturmadı, mecbur kalmadıkça sağa sola çevirmedi başını. Musa bir sürü soru sordu, Dijvar yanıtladı; hiç teklemeden.
"Sen bilge adamsın, senin sözüne herkes güvenir. Bizi düşmanımızla bir tek sen barıştırırsın. Devlete kanıp itirafçı olduk, halkımıza eziyet ettik. Sen yanımızda olmazsan bizim pişmanlığımıza kimse inanmaz."
Musa baktı... baktı... baktı, sonra saatine, sonra Dijvar'ın istekli yüzüne. Gömleğini çıkardı. Sadece saçı değil bütün göğsü beyazlamıştı. Eski yara izleri teniyle uyumlu yeni desenlere dönüşmüştü. Valizinden temiz bir gömlek seçti; ütülü, uzunlamasına çizgili. Tuvalete gidip uzun uzun ellerini yıkadı. Odadan çıkıncaya kırk kere Dijvar'ı düşündü.
"Niye gelmeyeyim be evlat. Şimdiye kadar hep gittim."
Birlikte ağır ağır lobiye indiler. Merdivenler boyunca süren sessizlikten Musa pek hazzetmedi. Dijvar yanıt vermek dışında hiç konuşmuyordu. Cahil bir adam olup kelimelerin yerini bilmediğinden mi, yoksa çok iyi ölçülmüş bir suskunluk muydu onunki? Musa işkillenmekten yorulmuştu artık. Beklenmedik zamanlarda çalan kapılardan, Şahin marka beyaz arabalarla çıkagelen adamlardan, göndericinin belli olmadığı mektuplardan öylesi yılmıştı ki, Dijvar'dan kuşkulanmak nefesini daraltıyordu. Lobi'ye Orhan'ın yanına vardıklarında, en kestirme cümleyi çıkarıverdi ağzından.
"Orhan, bu arkadaşın bir meselesi var, onu halledelim sonra senin eve geçeriz."
Orhan'ın gözleri kısıldı, "Nasıl istersen Musa ağabey."
Üç adam otelden çıktığında Diyarbakır kapkaranlıktı.
"Ne tarafa gideceğiz?"
"Silvan'a doğru."
"Nasıl gideceğiz."
"Taksiyle."
Ortalarda taksi yok. Evler kat kat örtülmüş. Henüz keşfedilmemiş parçaları var doğanın. Henüz öğrenilmemiş yeni kelimeler bir de. Yolun sonundaki dönemeçte parketmiş, direksiyonun başında uyuklayan şoför Musa'yı görür görmez tanıdı. Geniş, ağırbaşlı bir gülümseme yayıldı yüzüne. Dijvar'dan başka kimsenin yerini bilmediği bir adrese doğru yola koyuldular. Yol kenarlarında henüz adı konulmamış kokulu otlar da vardı. Dijvar önde oturuyordu, arkada Musa. Diyarbakır'dan çıkıncaya Musa uzun uzun Dijvar'ın ensesinde baktı. Sanki Dijvar'la değil de ensesiyle konuşuyordu. Kesik kesik karışık şeyler söylüyordu Dijvar. Gözü hep yolda. Manasızca donuk.
Epey bir süre sonra Silvan'a doğru gideceklerken Dijvar şoföre başka bir yöne sapmasını söyledi.
"Hani Silvan'a gidecektik."
"Yok yok başka bir yerde buluşacağız."
"İyi de sen Silvan yolunda bekliyorlar dediydin."
"Yok ağabey Silvan'a gelmeden bir evde buluşacağız."
"Hangi evde?"
Sessizlik. Musa huzursuzlandı. Geri dönmek olmaz şimdi. Vazgeçtim, ne haliniz varsa görün diyemez ya. Dense nasıl denir acaba? 'Sen bizi geri bırak' denmez, 'ben bu işten huylandım haydi dönelim' denmez, hem dedi bir kere 'gelirim tabii, niye gelmeyeyim'.
Sessizlik, duman. Soludukça boğuyor. Tedirginliği dağıtacak bir şeyler söylemek lazım. Kısa, anlamsız şeyler. Musa'nın aklına hiçbir şey gelmiyor.
Dijvar karanlık bir sokağın başında durdurdu taksiyi.
"Burası, geldik."
"Nereye geldik?"
"Bu sokakta bir evde bekliyorlar bizi."
"Kim bekliyor oğlum?"
"Sabret ağabey az kaldı."
Dijvar önde, Musa ile Orhan arkada yürümeye koyuldular. Orhan destek olmak için Musa'nın omuzlarını kavradı. Bir gecekondu mahallesindeydiler. Bazı pencereler naylon kaplıydı, ıslık gibi sesler çıkıyordu çinko çatılardan. Ceviz kadarcıktı evler. Gökyüzü tümüyle lacivert, yıldızlar bulutların gerisinde kalmıştı. Adım attıkça uzayan bir yolun kim bilir neresindeydiler. 36. sokağa girdiklerinde Dijvar tümüyle değişmişti artık. Toprak yoldaki çöküntüler yüzünden tökezleyip sık sık arkasına bakıyordu. Yabancısı olduğu yolda yürüyüşü de çatallanmıştı. Bir sağa yöneliyor, bir sola. Çıkmazları, bucakları kolluyor. Hay! diye küfürü bastı Musa.
"Gideceğin yeri bilmiyor musun oğlum."
"Dur ağabey biliyorum."
Musa'nın şah damarı zonkluyordu. Çağırıldığı yeri az çok sezmişti şimdi. "Hadi Orhan geri dönelim!"
Dijvar seslendi, "İşte burası, bu ev."
Yine durakladı Musa. Gitse mi gitmese mi? Şimdiye kadar hep gitti.
"Burası mı?"
"Burası, içeride bekliyorlar."
Musa son bir kez kuşkuyla baktı Dijvar'a. Dijvar'ın belinden çıkardığı 14'lük tabancayı görmeye vakti olmadı. Göğsü hemen yandı. Başı, bacağı, göğsü yine. Oracıkta sırtüstü devrildi. Kurşun vaktinin tam içindeydi. Gittikçe kaynayan bir acıyla, yanına gittiği herkesi geri çağırıyordu şimdi. Sokakta kimse açmadı kapısını. O sıra dakikaların boyunu ölçüyordu, enini, derinliğini... Dakikalar, kolayca yuvarlanamayan kayalardı. Orhan da mı vuruldu acaba? Kalın bir inilti sardı ortalığı.
Epey bir zaman sonra, bir ayak sesi. Yalnız birinin koşturmacası sokakta yankılanmaya başladı. Binlercesi gibi yüzü karanlıkta kalmış bir adam, Musa'nın başına varır varmaz diz çöktü. Uğraşıp didinmekten kavruklaşmış bir işçiydi. Yerde yatan yaşlı adamın Musa olduğunu apak saçlarından tanıdı. Gözlerinde dehşetin fosforışığı, neresine dokunacağını bilemedi Musa'nın.
"Musa ağabey, senin burada ne işin var?"
Musa Anter içindi. (SK)
* Bu hikaye, Sema Kaygusuz'un Karaduygun adlı kitabından alıntıdır.