Psikologlar, mesleklerinin bir gereği olarak taraflar arası çatışmalarda taraflara eşit uzaklıkta olmak durumundadırlar. Yani bir tür kamu hizmetidir aslında psikologluk. Avukatlığa hiç mi hiç benzemez. Psikologlar, tartışanları bilimsel zemine davet ederler; oysa hukukta o zemin zaten çok kaymış durumda. Evet, psikologlar, avukatlar kadar bir davanın bayraktarlığını yapamazlar; ama onların basit bir tarafsızlık ve eşit uzaklık çağrısı bile, insan hakları açısından oldukça duyarlı bir noktaya işaret eder ve bunun resmi ağızlar tarafından ideolojik bulunması, hatta terörizm yandaşı sayılması da kaçınılmazdır.
Çağlayan’da onların eksikliğini gördüm işte; barış psikologlarının eksikliğini. Bu topraklarda güçlü olsaydılar diyeceklerdi ki: “Amaç öldürmek olsa, talepte bulunmazlardı; taleplerinden makul olan birini gerçekleştirin; böylece demokratlık sizde kalmış olur; kimse de ölmemiş olur; belki eylemciler de vicdan muhasebesine girişirler; en azından bir talepleri karşılanmış olur sonuçta.”
Ya da diyeceklerdi ki, “Ey muhalefet nasıl oldu da resmi ağızlarla aynı manşetleri atar oldun, sen de mi yandaşsın? Kazara iktidara gelsen egemenlerden ne farkın olacak? Hem ne bu komplo teorileri? Gezi’ye neden komplo demiyorsun be kardeşim? O daha büyük bir eylemdi. “Faiz lobisi” dedi biri; sen de dış mihraklardır, bit yeniğidir diye tutturmuşsun. Komplo teorileri, aynı zamanda kendine güvenmemenin göstergesi. Kendine güvenmediğin için, başkalarının büyük eylemler yapabileceğine inanmıyorsun.”
Ya da diyeceklerdi ki, “ey muhalefet lideri, bu söylemin milliyetçi partinin liderininkiyle aynı; senin ve arkadaşlarının söylemi nedeniyle, güvenlik talepleri güçlenecek. Ey muhalefet lideri, kafa kesenlerle Çağlayan eylemcilerini nasıl karşılaştırırsın; üstelik onlara ‘insan değil’ nasıl dersin? Hangi oyların peşindesin? Senin söyleminle desteklenen resmi ağızlar, boyunlarımızdaki kementi sıklaştırdığında vicdan azabı duyacak mısın hiç? Senin boynundaki kemendi de sıklaştıracak üstelik. Elinde yeterince bilgi olmadan yaptığın acele açıklamalarla hata üstüne hata yapmaktan pişman mısın?”
Ya da diyeceklerdi ki, “Cenaze taşlandığında oh olsun dedin mi? Peki hastane raporuna yazılan 10 kurşundan sonra? Resmi ağızla bir başsağlığı diledin ama ‘tüm ölenler bizim vatandaşımız’ demedin. Sahi bu zihniyetle Kürt Sorunu’nu nasıl çözeceksin? Üstelik ‘teröristle pazarlık olmaz’ sözü, çoktan tarihin çöplüğüne atılmışken...”
Ya da diyeceklerdi ki, “bir hukuk öğrencisi ve bir savcı... ‘Suç ve Ceza’ yeniden yazılmalı; yasalar yeniden yazılmalı; baştan sona değişmeli hukuk ders kitapları. Toplum adalete olan inancını yitirince herşey kayar gider altından. ‘Önce ekmekler bozuldu’ denir; aslında doğrusu, ‘önce adalet bozuldu’. Adalet bozulunca ekmeği bozanlardan hesap sorulamadı. Peki şimdi adalete inancı nasıl sağlayacaksınız, asıl ona bakmalı... En büyük binayla olmuyormuş demek ki, tesis etmek adaleti. Adalet bir inşaat değil bir tahayyül meselesi.”
Ya da diyeceklerdi ki, “Katilleri açıkla; başka ölüm olmasın; eylemi tatlıya bağla; başkaca kan akmasın.” İmkansız olduğunu bile bile söyleyeceklerdi bunu. Cezasızlığın ötesinde ödüllendirilenler yerlerinde kaldıkça imkansız olduğunu bile bile. Çünkü imkansız olanlar, hep bir ağızdan çıktığında mümkün olmaya başlarlar. Ancak böyle mümkün...
Bundan sonra ne olacak? Yine böyle bir eylem olduğunda gazeteler yazacak “terörist” diye. Kurşunlar boşalacak yine, eylemcilerin ve savcıların üzerine. “Eylemciler öldürdü; hak ettiler ölümü” denecek yine. Bugün hem savcıya hem eylemci gençlere başsağlığı dilenmediği için olacak bunlar. Cenazeyi ses sistemiyle seçim mitingine çevirenlere ses çıkarılmadığı için olacak bunlar. Gençler 2 yıl boyunca adalet talep ettiğinde hepimiz yanlarında olamadığımız için olacak bunlar. Hep eleştirilen ama varlığı da yadsınamayan Gezi Ruhu’na rahmet okutulduğu için olacak bunlar. Çocuklara kıyanlar korundukları için, gençlere kıydıklarında ödüllendirildikleri için olacak bütün bunlar.
Başka ölümler olmasın, ama nasıl? Barış psikologları anlatacaklardı hepimize; diğer barış dostlarıyla birlikte. “Çatışmaları özendirmeyi bıraksın kurumların” diyeceklerdi, “oy için değil gerçekten inandığın için ol çatışmasızlıktan yana. Bir elinde havuç öteki elinde sopa olmasın. Yeniden yaz yetkileri ve sorumlulukları; hakları ve özgürlükleri. Yeniden yaz, bugün ölümlere yol açan tüm yasaları. Sil aklından “bendense gizlerim” mantığını, “atan da yiyen de onurludur” anlayışını. Ve bırak artık zulmünle isyana ittiğin gençlere ‘terörist’ demeyi. Sen onlara ‘terörist’ demeyi bırakırsan, onlar da sana ‘terörist devlet’ demeyi bırakacak çünkü.”
Çağlayan’da onların eksikliğini gördüm, barış psikologlarının eksikliğini... Yalnızca onların mı, müzakere uzmanları da yoktu orada. Adalet de yoktu; yapraklarını tümüyle dökmüştü zeytinler; ve canevinden vurulmuştu ülkenin tüm güvercinleri. Herkesin öldüğü bir facia için söylenen “Başarılı bir operasyon” sözüne diyeceği olmayan bir muhalefet lideri vardı yalnızca ve bilindik resmi ağızlar, kara gözlüklüler... Yine de umutluyum ben, yuvalarını gizlemiş tüm o güvercinler; ve tümüyle imha edilemedi herşeye rağmen zeytin ağaçları. Çağlayan’da güvercinleri ve zeytin dallarını göreceğim birgün ben ve elbette barış psikologlarını... (UBG/HK)
(*) Doç.Dr. Ulaş Başar Gezgin, Avrupa Psikologlar Birlikleri Federasyonu (EFPA) İnsan Hakları Çalışma Grubu üyesi.
(**) Yazının başlığı, şu yazının başlığından esinlenmiştir.