Yıl 1976. Milliyet Gazetesi’nde Ali Gevgilili’nin kendisine bir “yardımcı” aradığını öğrenmiştim. Gazetecilik deneyimim o sırada tam anlamıyla sıfır, ama başvuru yapmalıydım. Yaptım da...
İş görüşmesi, neresinden baksanız biraz “gerilim” demektir değil mi?.. Hayır. Ben o günü, “gerilim” anı olarak değil de inanılmaz şeyler öğrendiğim tatlı sohbet ortamıyla hatırlıyorum. Örneğin, konuşma sırasında, bir “Yılmaz Güney hayranı” olduğum ortaya çıkınca, Ali Bey’in bana Yılmaz Güney’in oyunculuk serüveninin nasıl başladığını anlatışını...
Yılmaz Güney başlangıçta, film setlerinde çalışan bir emekçidir. Bir gün... Bir film setinin hazırlıkları sırasında, uzun sahneler boyu baş oyuncunun kullanacağı bir “at”a Yılmaz Güney’in nasıl büyük bir ustalıkla bindiğini, atla nasıl uzun uzun ve zevkle oynaştığını setteki herkes görür... Sonra? Bir aksilik çıkar... (İşin bu kısmını net hatırlamıyorum) Başrol oyuncusu geç mi kalır, kapris mi yapar? Her neyse? Yönetmen birden Yılmaz Güney’e “Bu rolü sen oyna” der. Yılmaz Güney artık bir sinema oyuncusu olmuştur.
***
Ali Gevgilili’nin benimle yaptığı “iş görüşmesi” sırasında, sadece şunu biliyordum:
Ali Bey’in Milliyet iktisat sayfasını yönettiğini, o sayfada köşe yazıları yazdığını, ayrıca (değişik görüşteki insanların bir konu etrafında tartışmasını sağlayan) “Düşünenlerin Forumu”nu hazırladığını... Sadece o kadar.
Ali Gevgilili’nin, aslında çok genç yaşlardan itibaren sinema yazarlığına derinliğine hem gönül hem de emek vermiş biri olduğunu ise asla bilmiyordum. (İnternet de yoktu ki o zaman, tıkla araştır, öğren...)
Daha neler neler bilmiyordum.
Henüz ortaokul üçüncü sınıfta okurken Newsweek dergisine abone olduğunu da bilmiyordum.
15 yaşında tamamen kendi isteğiyle İzmir’de “stajyer” olarak, gazeteciliğe fotoğrafaltı yazarak adım attığını da... Ve İstanbul’a hukuk okumak üzere geldiğinde, hemen ve fiilen gazetecilik yapmaya başladığını da...
Gencecik bir gazeteciyken (o sırada Cumhuriyet roman ödülü kazanmış olan) Fakir Baykurt’un önce romanını okuyup ardından bir gezide tanıdığı bu romancıdan ve romandan Metin Erksan’a söz ettiğini ve Erksan’ın da bir süre sonra Ali Bey aracılığıyla Fakir Baykurt’la tanışıp “Yılanların Öcü” filmini yaptığını da...
***
1976 yılından... 1980 Mayısına dek... Ali Gevgilili’nin yardımcısı olarak çalıştım. Bu, aynı zamanda güzel, derinlikli, zevkli bir öğrenme süreci ve yazı yazmak için sürekli yüreklendirildiğim bir dönem oldu benim için....
Ta ki Ali Bey, sadece Milliyet’teki “yazılarını” değil, aynı zamanda “gazetecilik yaşamını” da noktalama kararı aldığı güne dek... Ki o günler sokakların kan revan içinde kaldığı, Prof. Tütengil gibi değerli nice insanın bir bir faili meçhul cinayete kurban gittiği günlerdi...
Ali Gevgilili gazeteden ayrıldı. Dört ay sonra 12 Eylül Muhtırası çöktü üstümüze... Türkiye’nin üstüne... Ama ne “çöküş” !..
Milliyet’in o zamanki patronu Ali Karacan’a, (Mayıs 1980’de) gazeteden ayrılma kararını açıklarken Gevgilili’nin söylediklerine gelince... Birkaç ay sonra gelecek olan askeri darbeyi hissetmenin ötesinde, “gazeteciliğin geleceğini” de nasıl müthiş bir öngörüyle yorumladığını görüyoruz:
“Türkiye’de çoğulcu, geniş ufuklu, özgür bir gazetecilik, giderek olanaksız duruma geliyor. İçinde bulunduğumuz ortamı, bağımsız ve özgür gazeteciliğin ölümü, olarak tanımlayabiliriz. Olağanüstü baskılar ve koşullarla kısıtlanan bir basında, kendime hiçbir yer göremiyorum. Bir daha geri dönmemek üzere, size ve günlük gazeteciliğe veda ediyorum.”
Biliyor musunuz ki Milliyet, Aydın Doğan’ın sahipliğine geçtikten kısa bir süre sonra, gazetenin iktisat sayfalarını yönetmek üzere eski İstanbul Sanayi Odası Başkanı Ertuğrul Soysal transfer edildi... (Sonra yürümedi, Soysal ayrılmak zorunda kaldı, o başka...) Bir iş insanının iktisat sayfası yönetmesi... Bağımsız gazeteciliği ölüme mahkum etmek değil de neydi?...
***
Ali Gevgilili, Abdi İpekçi ile birlikte.
Ali Gevgilili...
- Abdi İpekçi’nin önerisiyle, Milliyet Gazetesi’nde “iktisat” sayfasının çatısını çatmış ve adım adım bu sayfayı geliştirmiştir. Ki bu, Türk basın tarihi açısından bir “ilk”i temsil eder... (Daha önceleri tüm gazetelerde, iktisat haberleri öteki haberler arasında yer alırdı.)
- “Çok yönlü” ve olağanüstü “entelektüel derinliğe” sahip, az bulunur bir gazeteciydi.
- Tek bir kez olsun “sen” diye başlayan bir polemik yazısı kaleme aldığını sanmıyorum. Çünkü, “düşünce” idi önemli olan onun için... Tartışma gerekiyorsa eğer, bu “kişiler” üstünden değil, “düşünceler” üstünden yürümeliydi.
- ...Ve olağanüstü çalışkandı...
Düşünün ki: Hem Milliyet gazetesinin ikinci sayfasında yayınlanan “Düşünenlerin Düşüncesi” sayfasının yanı sıra, iktisat sayfasının sorumluluğunu da üstleneceksiniz... Aynı zamanda haftada beş gün son derece gelişmiş bir entelektüel birikimi yansıtan köşe yazıları (‘Günlük’) yazacaksınız... Ve de her pazar günü yayınlanan (ikinci sayfada başlayıp, gazetenin ortasındaki iki sayfaya yayılan)... Bazen “üç” bazen “dört” konuk konuşmacının yer aldığı “Düşünenlerin Forumu”nu yöneteceksiniz...
Böylesine kapsamlı bir “sorumluluk zinciri”ne, Abdi İpekçi’nin ardından (bir süre imzasız, sonra da imzalı) yazdığı “başyazı” da eklenmişti.
Sahiden gazeteci olan hemen bilir, anlar: Bu görev zincirinin anlamı; her şeyden önce, sıra dışı bir tempoyla çalışmış olmaktır.
***
Düşünenlerin Forumu’nu her hafta düzenli olarak gerçekleştirmek; az buz iş değildi... (Bir kişiyle uzun boylu röportaj yapmaya asla benzemez.)
1968 Öğrenci Olayları sırasında (Abdi İpekçi’nin önerisiyle) öğrenci ve asistanlarla gerçekleştirdiği tartışma ile başlayan Düşünenlerin Forumu’nu hiç aksatmadan 1980’lere kadar gerçekleştirmişti.
Öyle böyle değil... Bir “konu” etrafında, farklı görüşteki insanları yan yana getirip, tartıştıracaksınız... Tartışmayı, (laf salatalarını ayıklayıp) derli toplu yansıtacaksınız... Ve bunu, hiç aralıksız her hafta... Yıllarca yapacaksınız... Ancak Ali Bey gibi “maratoncu” performansına sahip bir gazetecinin üsleneceği bir işti bu... (Televizyondaki tartışma programlarından çok farklı ve fazla bir yanı vardı. Söz uçar, yazı kalır, çünkü.)
Nitekim, sonraları yazılı “günlük” basında, bu zorlu işi, periyodik bir düzenle gerçekleştiren bir başka “örneğe” daha tanık olmadık..
Ali Gevgilili Milliyet’ten ayrıldığında... Onun “köşesi”ne ya da “pozisyonuna” heveslenen, göz koyan çok oldu.... Ama bir kişi de çıkıp; “Düşünenlerin Forumu” sayfasını ben yaparım, demedi, diyemedi.
Ali Bey’in Milliyet’ten ve gazetecilikten ayrılmasını izleyen dönemde... 1981-82 yılı olmalı... Bir dönem (Orhan Duru ve Orhan Tokatlı ile birlikte) Milliyet gazetesinin yönetimini (Brüksel’den İstanbul’a gelerek) üstlenen Mehmet Ali Birand, benimle de konuşup ağzımı aramıştı:
“Düşünenlerin Forumu’nu acaba kim yapabilir?” diye...
Sonraları hep düşünmüşümdür: Demek ki, Birand gibi cevval bir meslek mensubunun bile bu işi gözü kesmemiş...
***
Bütün bu yüksek çalışma temposuna karşılık... Ali Gevgilili muhteşem bir aile babasıydı... Eşine ve üç çocuğuna son derece düşkün, onlarla kaliteli ve keyifli zamanlar geçirmesini bilen bir aile babası...
Bir tek gün bilmiyorum ki; işe başlamadan önce, “Ben gazeteye geldim iyiyim,” demek için, eşi Emel Hanım’la telefonda konuşmuş olmasın.... (Her gün birinin yollarda katledildiği 80 muhtırasına tırmanan çalkantılı günlerde, böyle bir telefonun ayrı bir anlamı vardı.) Ve iş çıkışı da Emel Hanım’a “Gelirken almamı istediğin bir şey var mı?” diye de sormuş olmasın...
***
Değerleri iyiden iyiye “yozlaşmış” bugünün gazetecilik dünyasının “ölçüleri”ni kullananlar için, Ali Bey’i “anlamak” pek kolay olmasa da...
Türkiye’de dürüst, tarafsız ve “düşünen gazeteciliğe” yönelmeyi hedefleyen yeni kuşak gazeteciler için, Ali Gevgilili, “izi sürülmeye değer” sıra dışı ve muhteşem bir örnektir. (NU/EKN)
---
Ali Gevgilili’nin Kitapları: Türkiye’de 1971 rejimi; Yükseliş ve Düşüş/ Türkiye’de Çok Partili Siyasal Yaşamın 1945’ten sonraki 30 Yıllık Tarihi; Çağını Sorgulayan Sinema; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar; Türkiye’de Yenileşme Düşüncesi, Sivil Toplum, Basın ve Atatürk; Atatürkçü Dış Politika, NATO ve Türkiye