Bugün gerek siyasi gerek edebi alanda 12 Eylül üzerine konuşmakta, insanı daha ilk baştan tutuklaştıran, kelimeleri ve kavramları yetersiz kılan bir yan var.
Bu durumun 12 Eylül'den 25 yıl sonra azalmak, seyrelmek, durulmak şöyle dursun gün geçtikçe daha da koyulaştığı insanı çaresiz ve dilsiz bırakan anlam boşluğunun, epeyce bölümü karanlıkta ve pek de ele geçirilemeyen bir olgu üstüne konuşuyor olma halinin arttığı gözlemleniyor.
Paradoksal olarak 12 Eylül öncesi, zihinlerde giderek daha fazla karanlığa gömülürken, unutturulmaya çalışılan, hatırlanmak istenmeyen anlamlandırılmamış kayıp geçmiş, zamanın sanatsal ve siyasi ifadesinin önünde aşılmaz bir engel haline gelerek her geçen gün daha belirleyici oluyor.
Bu büyük unutmanın şifresini çözebilmek son 25 yılın insani-toplumsal gerçekliğini hakkıyla kavrayabilmek ve bunun sanatsal ifade üzerindeki etkisini görebilmek için kısaca da olsa bugün artık yalnızca ironi ya da alay konusu olabilen lanetli sözcükleri kullanarak tam da 12 Eylül öncesine dönmek gerekiyor.
Binlerce gözaltı, işkencede ölüm, idamlar ekonomik- demokratik hakların gaspıyla zihinlere kazanan 12 Eylül askeri darbesi bütün bunlara rağmen ne solun yenilgisi ne de toplumun depolitasyonu için milat teşkil etmiyordu.
Depolitizasyon süreci 12 Eylül'den önce başlamış, 1970'lerden itibaren siyaset sahnesinde büyük bir enerjiyle yer alarak solun yeni hayat vaadine kulaklarını ve yüreklerini açan kitleler, 1980 öncesinde bu yeni hayat vaadinden umutlarını keserek evlerine dönmüşlerdi.
12 Eylül askeri darbesi bu koşullarda gerçekleşebildi. Darbe görülmedik bir baskı ve şiddet uygulayarak depolitizasyonu ağırlaştırdı. Toplum siyaset sahnesine çıkmaya cüret ettiği için cezalandırıldı.
Son yılların sanatsal ifade ortamının belirleyen sanatın bu yüce ve soylu etkinliğinin politikadan uzak tutulması, iyi sanatın, iyi edebiyatın, iyi romanın siyasetten uzak olması gerekliliğinin temelinde, darbecilerin zihinlere kızgın demirle kazıdığı politikanın kirli ve kötü bir şey olduğu inancı yatıyordu.
Sol yaşadığı ağır yenilgiyi askeri darbeyle izah etmekte ısrar etti. Oysa, sosyalizmin eşitlik ve özgürlük idealini hayata geçirmeyi, güç endeksli geleneksel siyaset biçimine, yakın bir iktidar hedefine indirgeyen ve bu iktidara ulaşmak için sosyalizmde içkin insani değer ve ilkelerin çiğnenebileceğine gönül indiren sol tam da bu nedenle 12 Eylül'den sonra değil, önce toplumsal desteğini büyük ölçüde yitirmişti.
Çünkü siyaset alanına çıkan kitleler karın doyurma gibi maddi ihtiyaçlardan çok yeni bir hayat vaadine gözlerini dikmişlerdi. Bu hayat vaadini somut ve gerçekleştirilebilir kılacak eylem, mücadele biçimi ve yaratımlar eksik kaldı.
Birçok yazarın da işaret ettiği gibi darbecilerin medyanın da ayyuka çıkardığı sol içi çatışmaların, giderek tek siyasi mücadele biçimi haline gelen silahlı direnişin, silahlı gücü, fiziksel- sayısal üstünlüğü sergileyerek etkinlik kurmaya çalışmanın toza dumana boğduğu bir dönemi seçmeleri ve toplumun "akan kan dursun da kim durdurursun durdursun" dediği noktayı beklemeleri hiç de tesadüfi değildi.
Bunları söylerken ülkeyi iç savaşa sürüklemek isteyen faşistlerin kanlı saldırılarına karşı koyma zorunluluğunu ve faşizme karşı mücadelenin gerekliliklerini göz ardı ediyor değilim.
12 Eylül öncesinde meşruiyetini, insanın ezeli ve ebedi eşitlik ve özgürlük inancından değil de gücünden aldığına iman etmiş olan sol, 12 Eylül sonrasının açık baskı koşullarında karşılaştığı güç kaybıyla kendi gözünde de meşruiyetini yitirdi.
Özgüven ve meşruiyet yitiminin belirlediği yeni kimlik tanımı, toplumun yaşadığı travmayı ve unutmayı çözecek politikalar geliştirmeye el vermiyordu.
Sol, geçmişini eski günlerdeki güçlülük retoriğiyle mistifiye ederek 12 Eylül öncesinin kayıp bir zaman parçasına dönüşmesini sürecini hızlandırdı, yaşanan travmayı derinleştirdi.
Öte yandan Türkiye solunun uzun yenilgisinin başladığı dönemler dünya ölçeğinde bir zihniyet dönüşümüne de sahne oluyordu. Yetmişli yıllardan itibaren belirginleşen seksenlerde post modern olarak adlandırılan bu dönemle birlikte, bilimle açıklanabilir ve bilinçli eylemle değiştirilebilir olan dünya tasarımı yerini açıklanamayan, anlaşılamayan ve değiştirilemeyen kaotik bir imgeye terk etti.
1990'larda resmi sosyalizmlerin çökmesi ve resmi sosyalizmlere muhalif diğer sosyalist hareketlerin etkinliklerini kaybetmesi içine girilen sürecin ağır ve karmaşık olduğunu gösteriyordu.
12 Eylül'le birlikte girilen karanlıkta kimliğini ve onurunu kaybetti. 12eylül öncesi "sağ -sol çatışması" sözcüklerinin kanlı ve korkulu anlamının gerisinde karanlığa terk edildi.
12 Eylül öncesine ait insani-toplumsal gerçekliğinin unutulması toplumun en önemli ifade biçimlerinden olan edebiyatta kendini gösterdi.
Yalnız Türkiye'de değil tüm dünya da, hayatı açıklamaya yarayan kavramların kaybedilmesiyle düşülen büyük anlam boşluğunda edebi metinler, toplumun bir parçası olmayan sadece maddi ihtiyaçlarıyla kutsanan bireyin mırıltılarını kaydeder, anlaşılmayan ve değiştirilmesi de mümkün olmayan kaotik dünyanın imgesini durmasızın yeniden yaratır hale geldi.
Hikâyesi ve insanı olmayan bu yapıtların insanın ezeli ve ebedi sorunlarına değil gerçeklikle bağını kopararak hafiflemiş söze, kelime oyunlarına ve hep kendi içine kapanan metinlere dönüşmüş olması da bugün solun dünyayı yeniden anlamlandırmak ve dönüştürmek için aşması gereken egemen zihniyet dünyasının göstergelerinden biri.
12 Eylül sonrası yalnız görülmedik bir baskı ve zulme ve karanlığa değil bu karanlığı daha da derinleştiren büyük bir anlam boşluğuna sahne olmuştu dedik.
12 Mart edebiyatı diye nitelendirilen metinler topluluğu nasıl içinde geliştiği yetmişlerde en yüksek noktasını yaşayan toplumsal yükselişin ürünü ve kendi zamanının sanatsal ifadesiyse varlığı bile tartışmalı olan "12 Eylül edebiyatı" da yukarda anılan ve özetlenen dönemin ifadesi olmak zorundaydı.
Politika ve sanatın birbirinden bu kadar ayrı tutulmak istendiği 25 yıl, insani ve toplumsal gerçekliğin farklı tezahürleri olan sanatsal ve siyasi ifade birbiriyle görülmedik bir koşutluk içerdi.
12 Eylül zihniyeti, yalnızca solu hastalıklı, cinsel olarak takıntılı bir devrimci tipi ekseninde anlatmaya çalışan metinlerde değil, 12 Eylül önceki dönemin insani ve toplumsal gerçekliğini yalnızca askeri darbeyle büyük ölçüde yok edilen sayıları herhalde birkaç bini aşmayacak devrimci gençlere, sol gruplara ve sol içi çatışmalara indirgenmesinde de kendini gösterdi.
Bu konuda güncel bir örnek olarak Pınar Kür'le girilen masumiyet tartışmasını verebiliriz.
Hatırlanacak olursa Pınar Kür'ün 12 Eylül edebiyatının niye olmadığı konusunda 12 Eylül dönemini 12 Mart'la karşılaştırarak sarf ettiği sözler 12 Eylül döneminin masum olmayışı mealindeydi.
Bizler bu sözleri, hem son derece demagojik hem de politik olmayan bir kavram olan "masumiyet" üzerinden tartışmayı tercih ettik ki, bu da solun kimlik tarifindeki dönüşümün sonuçlarından biriydi.
Ama esas olarak Pınar Kür'e şu sorulmalıydı herhalde; 12 Eylül öncesi ve sonrasının bütün insani toplumsal gerçekliği, yalnızca masum olup olmadıkları tartışılan devrimci gençlere, onların örgütlülükleri ve hareketlerine indirgenebilir mi?
Toplumun geçirdiği son yirmi beş yılda geçirdiği büyük dönüşüm, insani yükseliş onurlu yaşam arayışı ile 12 Eylül sonrasının ahlaki - insani çöküntüsü, yıllardır gözümüzün önünde salınmakta olan bu manzara, kendi zamanının ifadesi olmak zorunda olan sanat için malzeme değil midir?
Pınar Kür'ün sözleri 12 Eylül zihniyetinin açık bir ifadesi olmakla birlikte 12 Eylül öncesinin insani- toplumsal gerçekliğinin bizzat solun eliyle de kaybedilmesinin sonuçlarından biriydi.
Hatırlanacak olursa Ahmet Altan'ın Sudaki İz'inin temsil edebileceği 12 Eylül edebiyatının ürünleriyle hemen aynı dönemlerde büyük ölçüde hapishanedeki devrimcilerin kendi işkence ve hapishane hikayelerini anlattıkları romanlar gündeme geldi.
12 Eylül sonrasında kurtarıcıdan mağdura dönüşen solcu kimliğini ilk ipuçlarını da veren bu kitaplar, kendi koşulları içinde belki anlamlıydılar 12 Eylül öncesi ve sonrasıyla ilgili toplumsal gerçekliğin bir veçhesini yansıtıyor olabilirlerdi.
Ama yalnızca bir veçhesini... Böylece halkları için savaşan ve sonunda zulme uğrayan kahraman gençlerin hikâyesine indirgenen 12 Eylül öncesinin insani toplumsal gerçekliği bir kez daha kayboluyordu.
Bunlardan kısaca söz ettimse de aslında niyetim 12 Eylül edebiyatı diye adlandırılan kitaplardan ve hapishanede yazılan metinlerden bahsetmek değil.
Daha çok son on--on beş yılda sol içinden çıkan sol okur tarafından benimsenen ve beğenilen yapıtlarda 12 Eylül zihniyetinin kendini nasıl yeniden ürettiği ve bunun soldaki kimlik dönüşümüyle nasıl koşutluk gösterdiğini ortaya koymak.
Son 25 yılın sol tahayyülün sınırlarını nereye çektiğini, solun kendi geçmişini hatırlamak istememesinin sonuçlarını bu roman ve öyküler apaçık gösteriyor.
Büyük unutma o denli etkilidir ki sol tarafından ortaya konulan gerek edebi gerek siyasi metinlerde yazılı ve sözlü ifadelerde 12 Eylül öncesine benzer bir zamanın -insani ve toplumsal olarak taşıdığı yükseliş ve parlaklıkla- asla bir daha yaşanmayacak olduğuna derinden iman etmiş olmak yatar.
12 Eylül uzak geçmişteki bir altın çağ olarak kendi içine hatta kendi üstüne kapanır.
Dolayısıyla bu dönem edebi metinlerde dile getirilebilir ama ancak bir nostalji, bir fantezi bir masal olarak asla yeniden hayat bulmayacak kayıp bir zaman olarak...
Kapanmış bir çağdır o; ama bir kahramanlık çağı da olamamıştır çünkü büyük unutmadır ki, kahramanları katile dönüştürmüştür... Büyük unutma Maraş'ı Çorum'u Hatay'ı Malatya'yı faşistlerin ülkeyi kana boyamak ve iç savaşa sürüklemek için yaptığı katliamları ve faşizme karşı verilen mücadeleyi sağ-sol çatışması gibi belirsiz bir kavramın arkasına gizlemiştir.
Ve sol adına konuşan hemen hiçbir edebi metin bu dönemi sanatsal ifadeyle yeniden gün ışığına çıkaramamıştır.
Anılan roman ve öyküler nedense hep yenilmiş bezgin, elindekini kaybetmiş solcu tiplerinin etrafında döner, bugün çevresindeki olup bitene ilgisi kalmamış oraya kimi kez kinle kimi kez öfkeyle kimi kez anlamazlıkla bakan,hayat kaçkını alkolik ya da holding kölesi tipler ne geçmişten bir iz taşırlar ne de geleceğe dair bir umutları vardır.
Bir sol roman anal seksle daha doğrusu tecavüzle başlar ve uyuşturucu büyük kaçakçılık, dolandırıcılık yöneten eski solcuların karanlık ilişkilerinde seyreder.
Bu romanlara göre, solcular kendini bütün dünyanın acılarından sorumlu tutan mazoşist tiplerdir. Çünkü insanın bütün acılarına içselleştirebilmenin solun şeref madalyası gibi taşıması gereken bir özellik olduğu unutulmuştur.
Eleştiri ve özeleştiri süreçleri karikatürize edilir; geçmişte cinselliğini yaşamadığına inanılan solcular bunun ahı vahı içindedir. 12 Eylül öncesinde kaybedilmiş boşa harcanmış hayatlardan başka bir şey yoktur. Hep yitik ve acılıdır kuşaklar... Gençlikleri israf edilmiş cezaevlerinde çürümüşler, işkencede kırılmışlardır.
Solun alt sınıflarla bağlarının nasıl koptuğu bu romanlarda da ortaya çıkar, çünkü bu roman ve öykülerde birkaç istisna hariç genellikle ne yoksullar ne ezilenler vardır.
Ne 12 Eylül öncesinde neredeyse her hücresine kadar politikleşen toplumun öğretmenlerin, işçilerin izine rastlanır. 12 eylül öncesinin büyük "med -cezir"inden arta kalanlar yalnızca inançlarını yitirmiş ya da onu artık yük gibi taşıyan bezgin solculardır.
Alt sınıflar bu romanlara ancak zenginlerin hayatlarına duydukları kıskançlıktan "kötü solcu" olmuş kapıcı çocukları olarak girer...
Bizzat bu dönemi yaşamış solcular tarafından yazılan ve dönemi anlatan romanlarda bizim hikâyemiz budur. Solcular yıllardan beri edebi metinlerde de kendilerini böyle takdim ve tarif ediyorlar.
Ama bana göre konuşan o kaybedilmiş zamandır. Yalnızca solun güçlü olduğu efsanesiyle parlayan ve güçlülük söylemi altında bütün gerçekliği yok edilen geçmiş, bu büyük unutmaya hayatlarının en anlamlı yıllarını orada geçirmiş solcuların ağzından böyle yanıt veriyor.
Ve dönemle ilgili hemen bütün ürünlerde ortaya çıktığı gibi 12 Eylül öncesinin dünyası, sanatsal ifadeye kapatılmıştır. Hayatın en kötü anlarında bile sahip olduğu o eşsiz zenginlik, romancının, öykücünün zihninde yoğrulup yeniden hayat bulan insani gerçeklik karanlığa gömülmüştür.
Peki unutulan hatırlanmak istenmeyen 12 Eylül öncesinin bu denli unutulan insani toplumsal gerçekliğine ulaşmak nasıl mümkün olacak.
Bugün, kendini siyaset ve edebi metinlerde en öfkeli biçimiyle tarif eden bu geçmişe ulaşmanın artık neredeyse imkânsız hale geldiğini söyleyebiliriz.
"Çünkü egemenler tarafından unutturulmaya çalışılan, toplum tarafından travmatik tarzda unutulan bu geçmiş bizzat sol tarafından bir kahramanlık hikayesi, efsanesi olarak kendi mitine hapsedildi; yalnızca siyasi mücadele pratiği olarak siyaset alanının dışına çıkarılmakla kalmadı, tarihin de dışına çıkarıldı.
Şimdi 12 Eylül imgesi, kendi nesnesinden kopmuş başıboş bir imgedir artık. Gerçeklikten çekilip alınmış, mumyalanmış bu kayıp geçmiş parçası, ele geçirilmesi gün geçtikçe imkansızlaşan , hiçbir şeyi adlandırmayan bu ölü zaman ne yazık ki kimsenin tarihi de değil.
Çünkü tarih soluk alıp verir. Tarih ölü bir metinler topluluğu değil, bugünden bakılıp her seferinde yeniden keşfedilen hatta şekillendirilebilen bir anlatıdır. " ( A.D. Express dergisi Eylül 2005 Kendi Mitine Hapsedilen Geçmiş)
Hiçbir tarihe ait olmayan bu başıboş imge, sanatsal ürünlerde yeniden yaratıma imkân vermeyerek, sözün elinden kaçarak, kendine tutulan aynalara hiçlikten başka bir şey yansıtmayarak ve gerek sanatsal gerek siyasi göndermelere dilsiz kalarak intikam alıyor şimdi.
Bu geçmişin kendi sesiyle konuşabilmesinin tek yolu yirmi beş yıl sonra onu kendini özgürce dile getirmesi, kendi gerçekliğini sere serpe ortaya koyması için tarihe geri vermektir.
Kendini doğrudan ifade etmesine engel olduğumuz için bizlere ancak en çarpık, en karanlık görüntü ve seslerini yollayan o kayıp geçmişi yeniden soluk alıp verir kılmak, "tarih kılmak" gözlerimizin önünde duran dünyaya yeniden bakabilmenin de tek yolu gibi görünüyor.
12 Eylül öncesi ancak tarihe iade edilebilirse kendini tüm zenginliğiyle sanatsal ifadeye de açabilir. Bu bizim kendi geçmişimize borcumuz olduğu kadar hayata ve hakikate de borcumuzdur. Devrimciler hayata ve hakikate ebediyen borçludur.
Bizler çok gençken aynı bizim gibi genç olan, ele avuca sığmayan dünyanın gözlerimizin önünde yaşlanıverdiğini görmüştük.
Bütün acılara ve ölümlere rağmen bizim için yine de o kadar şen olan hayatın, kimsenin kendi dertlerinden ve acılarından başkasına kulak vermediği bir karanlığa dönüşüverdiğini... Çığlıkları yutan feryatları duyulmaz kılan o korkunç sessizliğe gömüldüğünü...
Şimdi, 12 Eylül'den 25 yıl sonra bu yaşlı dünya eskisi gibi avuçlarımızın içinde olmasa da yine gözlerimizin önünde... 25 yıl sonra yine kadim eşitlik ve özgürlük idealinin ifadesi olan sosyalizmle ve insan olma arayışının ve yücelme ihtiyacının en doğrudan ifadesi olan sanatla anlaşılmayı, dönüştürülmeyi bekliyor.
* Ayşegül Devecioğlu'nun yazısı, 78'liler Girişimi'nin 9-10 Eylül 2005'te Bilgi Üniversitesi salonlarına düzenlediği "Aydınlık bir Eylül sabahına uyanmak için" sempozyumunun "Sanat: Başkaldırı'dan farklı ifade biçimlerine" adlı oturumda yaptığı konuşma metnidir.