CerModern'in tiyatro öğrencilerini desteklemek amacıyla kurduğu, enstitü niteliğindeki sahne sanatları projesi StüdyoCer, ilk gösterimi Ekim ayında yapılan, George Orwell'in yazıp, Peter Hall'ın oyunlaştırarak tiyatroyla buluşturduğu, Sovyet Devrimi'nin alegorik hicvi "Hayvan Çiftliği"yle seyirciyle buluşmaya devam ediyor.
İngiltereli romancı George Orwell'in 1943 yılının Kasım ayında yazmaya başladığı, fakat günün siyasi atmosferinden dolayı yayınevlerinin basmayı kabul etmediği romanı "Hayvan Çiftliği", Marksizmi merkezine alan "Komünist Devrim" düşüncesinin çarpıtılarak, nasıl bir sömürü düzenine ve diktatörlüğe dönüştüğünü eleştirel bir dille anlatıyor.
Komünizmi büyük bir tehdit olarak gören Orwell, "Hayvan Çiftliği"nde, totaliter, yani bireyin özgürlüğünün devlet tarafından ortadan kaldırılıp, bireysel yaşamın ikinci plana atıldığı rejimlerin insan eşitliğini sağlayamayacağını ve toplumsal ayrışmalar yaratması nedeniyle de her daim başarısızlığa mahkum olacağını bir kez daha dile getiriyor.
1917 Sovyet Devrimi'nin alegorik anlatısı, Rus İmparatorluğu'nun son çarı II. Nikolay'ı temsil eden çiftlik sahibi Bay Jones'un çiftlikteki hayvanlara eziyet etmesiyle başlıyor. Hayvan halkının gördüğü kötü muamelelere tahammül edemediği için isyan bayrağını çeken ve devrim düşüncesini ortaya atan Koca Reis aslında toplumdaki sınıfsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını destekleyen Marx veya Lenin'in bir temsilini yansıtıyor.
Rus çarının tahttan indirilmesiyle, işçi sınıfını oluşturan hayvanların başına geçen Kartopu ve Napolyon adlı iki domuzun romanda iktidara geçmek için verdikleri mücadele ise, Sovyet Devrimi'nin önderleri Troçki ve Stalin'in rekabetini anımsatır bizlere. Bilindiği gibi, devrim döneminde Stalin'in başını çektiği karalama kampanyalarıyla devrimin ikinci adamı Troçki ülkeyi terk etmek zorunda kalır.
Stalin, "Komünizm" adı altında büyük bir sömürü düzenini, faşizmi, işkenceyi de beraberinde getirdiği, aslında bir devrim niteliğinde başlasa da değiştirilmek istenen Çarlık Rusya'sından bir farkı dahi olmayan ve hatta işkence ve baskının geçmişte yaşanılandan daha yoğun olduğu totaliter bir rejimin kurucusu olarak karşımıza çıkar.
Koca Reis yani Marx tarafından eşitliği getireceği düşüncesiyle oluşturulan bir tür komünist manifesto olarak görebileceğimiz yedi maddelik "Hayvanizm" ilkeleri yavaş yavaş Napolyon tarafından çıkarları doğrultusunda değiştirilmeye başlıyor. "Amaca ulaşmak için her yol mübahtır" mantığıyla yoluna devam eden Napolyon, tiyatro seyircisine Machiavelli'ci bir tip çizerek, bu uğurda ne öldürmekten ne de işkence yapmaktan vazgeçiyor.
Marksizmin teoride iyi olmasına rağmen ne zaman uygulamaya geçirilse, açlığı, eziyeti, işkenceyi, soykırımı ve toplumsal ayrışmayı da beraberinde getirmesinden Marx'ı sorumlu tutabilir miyiz, sorusunu sorduruyor seyirciye bir kez daha "Hayvan Çiftliği". Fakat, Terry Eagleton'ın da dediği gibi, İsa, Engizisyon Mahkemelerinin kurulmasından ne kadar suçluysa, Marx da bu siyasi despotluk ve sömürü düzeninden o kadar suçludur nihayetinde. Önemli olan Marksizm ilkelerinin nasıl uygulamaya koyulduğu veya nasıl hayata geçirildiğidir. Orwell romanın çıkış noktasını ise şöyle anlatır bizlere:
"On yaşlarında bir oğlan çocuğunun koca bir atı dar bir patika boyunca çekerek götürdüğünü ve hayvan sapmaya yeltendikçe kamçıyı bastığını gördüm. O anda, zenginler işçi sınıfını nasıl sömürüyorsa, insanların da hayvanları hemen hemen aynı biçimde sömürdükleri aklıma geldi. Oysa hayvanlar güçlerinin bir farkına varsa, üstlerinde hiçbir egemenliğimiz kalmazdı."
Hayvanizmin "iki ayaklı bütün canlıları düşman" olarak belleten ilkesiyle Orwell'ın insanlara bu kadar yüklenmesi ve bir anlamda onları şeytanileştirmesi aslında büyük bir çelişkiyi de beraberinde getiriyor.
İdeal bir toplum kurma arzusuyla başlayan anlatı, "hayvanın hayvana yaptığı ihanetin" oluşturduğu distopik bir kısırdöngüyle sona eriyor. Hayvanizm öğretisinde belirtilen "Sadece insanlar düşmandır" tezi, bir bakıma domuzların insana hem düşünsel hem de fiziksel yönden evrilmesiyle çürütülüyor.
Orwell'in çıkış noktasını anlatırken de belirttiği gibi, "hayvanlar"ın veya "işçi sınıfı" diye nitelendirdiğimiz o dönemin alt tabakadan insanların sömürüye maruz kalma nedenleri cehaletlerinden veya düşünebilme yetilerinin olmayışından mı kaynaklanıyordu? Bu soruya günümüz Türkiye'sindeki çoğu siyasi partinin seçimlerden önce alt gelirli vatandaşları birkaç çuval kömür dağıtarak, kandırmasıyla bile açıklayabiliriz. Sömürü düzeni cehaletten beslenir.
Bu nedenle romanda birkaç şeker ve kurdeleyle kandırılan Mollie karakteri gibi birkaç çuval kömürle kandırılarak, oyları satın alınan vatandaşın da sorgulamayan herhangi bir hayvandan hiçbir farkı yoktur. Orwell'ın belki de "Hayvan Çiftliği"ni yazarak, belirtmek istediği nokta, devrimin ancak kişilerin farkındalıklarının artması ve eğitilmesiyle vuku bulacak olmasıdır.
Marksist eleştirmen, akademisyen ve yazar Raymond Williams ise "Hayvan Çiftliği" romanında proletaryayı yani işçi sınıfını oluşturan insanları, hayvanlar gibi güçlü ama bilinçsiz sayan bir anlayışın dışa vurulduğunu belirtir. "Hayvanlar nasıl güçlü ama bilinçsizse, yoksullar da aynı şekilde güçlü fakat bilinçsizdir." bağdaşımı kurularak, olası bir devrimin bilinçlenilmediği sürece mümkün olmayacağı bir kez daha vurgulanır.
Orwell'in Sovyet Devrim'i üzerinden anlattığı ütopyadan distopyaya evrilen hikaye, bir kehanet niteliğinde bugün de karşımıza çıkıyor. Devrimlerin ne kadar iyi niyetle yapılmış olsalar bile, hiçbir zaman bir şeyleri değiştiremeyeceği, kişilerin özgürlük ve eşitlik uğruna verdikleri savaşımların boşuna olduğu, ütopyaların her zaman distopyalara dönüşmeye mahkum olduğu düşüncesini evrensel bir düzlemde işleyen Orwell, okuyucuya büyük bir umutsuzluk aşılıyor.
Peter Hall'ın oyunlaştırdığı metinden yararlanılarak, sahnelenen "Hayvan Çiftliği"nin genel sanat yönetmenliğini ise Erdal Beşikçioğlu üstleniyor. Oyunun ana karakterlerini oluşturan hayvanlar kolaya kaçılmadan "hayvan mı, yoksa insan mı" olduğunu tam olarak kestiremediğimiz bir belirsizlikle seyirciye veriliyor. Herhangi bir karakteri belirleyen kesin çizgilerin olmaması ve karakterlerin her türlü ırka veya cinse uygulanabilir bir şekilde verilmesi oyunu evrensel bir boyuta taşıyor. StüdyoCer'in sahnesinin bulunduğu mekanın da önceden depo olarak kullanılmış olması etkeni de oyunun Sovyet rejiminin hüküm sürdüğü dönemin klostrofobik ve baskıcı havasını seyirciye etkili bir şekilde iletmesine yardımcı oluyor.
Müziklerin "Hayvan Çiftliği"nin masalsılığına uyumu, oyuncuların başarılı performansları ve çiftlik temasıyla sınırlı kalmayan bir dekorun kullanımıyla mekansal algının boyutları evrenselleştirilerek, ortaya hem muhteşem bir oyun hem de zamansızlığını ve özgünlüğünü koruyan başarılı bir totaliter sistem eleştirisi çıkıyor.
"Hayvan Çiftliği"nden çıktığımızda aklımızda kalan tek cümle ise, "Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha eşittir." oluyor. Günümüz Türkiye'sine bu cümleyi uyarlamak pek de zor olmuyor. Bizlere yalnızca şu soruyu sormak kalıyor:
"Peki bütün insanlar eşittir, ama bazı insanlar daha mı eşittir?" (BC/EKN)
* "Hayvan Çiftliği", Ankara'da CerModern'in sahne sanatları projesine ev sahipliği yapan StüdyoCer'de salı ve perşembe günleri sahneleniyor.
*"Hayvan Çiftliği" oyununun kısa belgeseline ulaşmak için tıklayınız